1. Bölüm’den, s. 29-33.
...
Anne-babamın mutabık olduğu bir şey varsa, o da kimsenin bana el kaldırmaması, kıçıma vurmaması veya başka herhangi bir bedensel ceza vermemesi gerektiği. Çünkü dövülen çocukların şiddete başvuran ebeveyn haline, istismar edilen çocukların pedofil haline ve tecavüze uğrayan çocukların fahişe ve pezevenk haline geldiklerinin görüldüğüne dair birçok kitap okudular. Onun için de daima konuşmanın, konuşmanın, konuşmanın, çocuğa yanlış davranmasına sebep olan güdülerin neler olduğunu sormanın ve gelecek sefer nasıl daha uygun bir seçim yapacağını tatlılıkla göstermeden önce derdini anlatmasına izin vermenin önemli olduğunu söylüyorlar. Asla vurmamak gerektiğini.
Bence bu mükemmel bir ilke, İsa'nın en az mutabık olduğum fikriyse size vurana diğer yanağınızı çevirmek ve kendinizi korumaya çalışmamak. Ben onun yerinde olsaydım, Romalı askerlerin ellerimi arkadan bağlamalarına, başıma dikenlerden yapılmış bir taç geçirmelerine, yüzüme tükürmelerine ve beni kamçılamalarına kesinlikle izin vermezdim. Bana kalırsa, İsa en çok bu konuda çuvallamış ve bu da onu doğrudan çarmıha götürmüş.
"Kimsenin sana el kaldırmaya hakkı yok Solly," dedi annem gözlerimin içine bakarak. "Hiç kimsenin, duyuyor musun?" Ben de başımı sallayıp iyi ki Protestanız, çünkü Protestan rahipler (Yahudi hahamlar gibi) evlenme ve karılarını becerme hakkına sahipler, böylece, şu son günlerde televizyon haberlerinde duyduklarımıza bakılacak olursa, oğlan çocuklarını Katolik papazlardan daha az taciz ediyorlar diye düşündüm.
Ne var ki şimdilik bir tek kişi bedensel cezaya dair bu kuralı çiğnemeye cüret etti –o da Williams dede, annemin babası– yakın zamanda ikinci bir girişimde bulunursa şaşarım. Geçen yaz onların Seattle'daki evinde tatildeydik, bu da (insanları ziyaret etmek) zaten başlı başına bir sorun, yemekler yüzünden; kimse benim sevdiğim şeyleri pişirmiyor, Williams nine yemek pişirme tarzını değiştirmeye yanaşmadığından annem sırf benim için alışverişe gitmek zorunda kalıyor.
Bir öğleden sonra, annemle babam sinemaya gittiler, dedem de beni parka götürdü. Kale oyununu hiç duymamış, annem ona oyunu tarif ettiğinde kahkahayı basıp şöyle dedi: "Haydi bakalım! Bu haylazın gerçekle yüz yüze gelmesinin vaktidir!" Bunun üzerine gerçek bir sopa, gerçek bir top ve gerçek bir eldiven getirdi, her ne kadar kuvvetliysem ve vücut azalarımı aynı anda kullanmayı yaşıma göre gayet iyi beceriyorsam da, bu sopa plastik sopayla karşılaştırıldığında bir ton ağırlığındaydı. Ben sayı kalesinin arkasına geçtim, dedem atıcı tümseğine çıktı, inanılmaz derecede hızlı ve kalleşçe kavisli toplar atıp duruyordu, ben de birer birer hepsini ıskalıyordum. "Birinci vuruş! İkinci vuruş! Üçüncü vuruş! Oyun dışı!" dedi, bunun üzerine sopayı öfkeyle ona doğru fırlattım. İsabet etmedi; yine de yaptığım şeyi görünce, gözleri yuvalarından uğradı ve yüzüme karşı "Ne sikim iş bu yaptığın?" diye bağırdı, çocukların yanında kullanılmaması gereken sik kelimesi yüzünden bu dediğine çok ama çok kırıldım. Sopayı yerden alıp bana verdi ve ciddi bir tavırla şöyle dedi: "Dinle Sol. Plastik sopalara alışkın olduğunu biliyorum, ama tahta sopalar çok tehlikeli olabilir. Onun için de bir daha asla böyle bir şey yapmamalısın, anladın mı? Tamam mı? Tekrar başlayalım mı?"
"Tamam," dedim, fakat öğleden sonramın bu şekilde geçmesinden gerçekten hiç memnun değildim, öz büyükbabam Bir Numara olduğumun farkında olmadan beni aşağılıyordu, hem benimle böyle tepeden bakan bir edayla konuşacak yerde annemin dediği gibi "Aferin Sol! İyi atış!" demeliydi. Oyuna yeniden başladık fakat dedem bana o hain kavisli toplardan fırlatmaya devam etti, durumdan hiç memnun olmadığımdan vuruşlarım öncekinden daha da düzensizdi. "Birinci vuruş! İkinci vuruş! Üçüncü vuruş! Oyun dışı!" dedi ve bu sefer Oyun dışı dediğinde, kan beynime sıçradı ve nereye gideceğine aldırmadan sopayı var gücümle yine fırlattım, ayağının üzerine düştü. Canı yanmış olamaz ama zıvanadan çıktı. Uzun adımlarla bana doğru gelerek bileğimden yakaladığı gibi beni kaldırdı, o kadar ki havada asılı kaldım adeta, sonra –şırak, şırak, şırak!– elinin içiyle kıçıma üç kere vurdu.
Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar sarsılmıştım. Kalçalarımdaki yakıcı acı dosdoğru damarlarıma aktı ve kibritle benzinin buluşması gibi parlayıp alev aldı, hiddetten ve haksızlığa karşı öfkeden çığlıklar püskürterek bir yanardağ gibi patladım çünkü kimsenin Solomon'a el kaldırmaya hakkı yoktur. Dedem şırak şırak şırak'ıyla yarattığı sorunu görünce afallamıştı, fakat durmaya hiç niyetim yoktu çünkü bunun ona ilelebet ders olmasını istiyordum. Dönüş yolu boyunca arabada uludum, beni eve taşımak için arabanın kapısını açtığında öyle kuvvetli uludum ki komşular cinayet işleniyor sanmıştır. Ninemin kaygı dolu soruları, iç rahatlatıcı sözleri ve yatıştırıcı ilgisi hiçbir işe yaramadı, bir saat sonra annemle babam sinemadan döndüklerinde hâlâ uluyordum.
Annem hepten paniğe kapılmış halde bana doğru koştu ve beni kollarına alır almaz sustum.
"Solly, Solly! Ne oldu?"
Babasının kıçıma vurduğunu söylediğimde, bütün vücudunun kasıldığını hissettim, dedem bu yaptığına çok pişman olacaktı, biliyordum.
"Öbür kalçanı çevirdin mi?" diye sordu babam.
"Randall!" dedi annem hırsla. "Hiç de komik değil!"
Bavullarımızı topladık ve akşam yemeğine bile kalmadan çekip gittik. Babam bizi arabayla California'ya doğru götürürken, annem babasının davranışını bana açıklamaya çalıştı, çünkü ölünceye kadar ondan nefret etmemi istemiyordu. "Eğitim konusunda eski kafalı," dedi. "Öyle büyütülmüş, başka türlüsünü hiç görmemiş, bu yüzden onu affetmek gerek. Hem, unutma, biz evde altı çocuktuk! Disiplin konusunda titizlenmiş olmasaydı, evdeki kargaşayı düşünebiliyor musun?"
Yine de, babası ondan özür dilediği ve bir daha asla bana vurmayacağına dair tumturaklı yeminler ettiği bir mektup yazana kadar, annem onunla bir daha konuşmadı.
BEN KUDRETLİYİM.
Bu mesele geçen yaz olmuştu, ben beş buçuk yaşındayken. Bu, ailenin anne tarafı. Şimdi altı buçuk yaşındayım ve Zeytin Dalı Pazarı (İsa eşek sırtında Kudüs'e girdiğinde, hiç de akıllıca bir şey değildi bu yaptığı) ve baba tarafını halledeceğiz. BBA dün akşam New York'tan geldi. Babam anneannesi Erra'ya tapar fakat annemin ona yönelik kimi kuşkuları var, öncelikle sigara içtiği için, sonra da kiliseye gitmediği için.
Verandaya çıktığımda, orada; sepetçi söğüdünden beyaz sallanan koltuğa oturmuş, bir elinde kitap diğerinde küçük bir puro, ince beyaz tutamlar halinde dikilmiş saçlarına güneş vurmuş.
Çoktan ayakta olması hoşuma gitmiyor.
İlk ayağa kalkan daima ben olmak isterim, günü selamlayan ve yaratan.
"Günaydın, tatlı Sol," diyor, kolundaki saate göz atıp kitapta kaldığı yere bir ayraç koyarak. "Çok erkencisin, saat yedi bile değil! Hadi benim mazeretim var, saat farkı yüzünden."
Ona cevap vermeye tenezzül etmiyorum. Beni rahatsız ediyor, düşüncelerimin dolaşımını sekteye uğratıyor, elime bir uzaktan kumanda geçirip onu kapatmak istiyorum.
"Aa, sana bir şey göstereyim mi?" diyor alçak sesle, eliyle yaklaşmamı işaret ederek.
Verandada bulunduğum yerden yavaşça ona doğru yürüyorum, ayaklarımı mahsustan sürüyerek, bana göstermek istediği şeyle ilgilendiğimi sakın ola ki sanmasın diye.
"Bak!" Beni dizlerine oturtarak, tam altımızdaki bahçede bulunan bir hatmi çiçeğini gösteriyor parmağıyla. "Bak! Ne kadar şahane değil mi?"
Bakıyorum ve gördüğüm şey, lâl rengi taçyaprakların arasında havada asılı kalmış bir titreşim içindeki bir sinekkuşu. Fakat genel bir kural olarak insanların bir şeylere dikkatimi çekmesinden hoşlanmam. BBA orada olmasaydı, bu sinekkuşunu kendi başıma görürdüm.
"Bir de şuna bak, canım! Şuradaki, kadın tacı!"
Karşıki iki evin arasından yükselen güneşin ateş topu yüzünden gözlerimi kısarak istemeye istemeye bakıyor ve çitin parmaklıkları arasına dokunmuş örümcek ağını görüyorum, üzerinde elmas ışıltılı binlerce çiy damlası. Bana vakit bırakmış olsaydı, benden önce buraya gelmemiş olsaydı, üstünlüğünü bana kanıtlamak için her şeyi ilk fark eden olmayı şeref meselesi yapmamış olsaydı, bunu da görürdüm. Bana sarılıyor ve sanki iki yaşındaymışım gibi Bak küçük örümceğe şarkısını mırıldanarak beni koltukta sallamaya koyuluyor. Tamam, alıkça tekerlemeler söylediğinde bile sesi güzel, yine de kollarında hiç rahat değilim çünkü temiz değilmiş gibime geliyor. Keskin ter, duman ve yaşlılık kokuları çıkıyor vücudundan. Dün akşam geldiğinde duş da mı almadı? Tanrı'nın niyetini gerçekleştirmek için temiz olmalıyım – bunu biliyorum. Onun için de dizlerinden aşağı kayıp hızla verandanın basamaklarını iniyorum, bahçenin öbür ucundaki kum havuzumda yapacak acil işlerim varmışçasına.
...