Hande Öğüt, “Eril tarih ve ölümsüz dişi”, Radikal kitap Eki, 2 Mayıs 2008
Şilili Maria Luisa Bombal'in, Borges'in hayran olduğu ünlü eseri La Amortajada (Kefen Giyen Kadın) ölmüş bir kadının hayatı üzerine poetik bir romandır. Paradoksal anlamda, ölüm kadının yaşaması gereken hayata tabutunda yatarken dönüşür; nihayetinde göğe doğru yükselir, hayatın gerçeksizliğinden uzaklara... Ölmüş bir kadının hayatla hesaplaşmasını anlatan Hayal Kırıklıkları Kitabı'nda da Margit Schreiner, doğumdan ölüme dek yaşamın her anının beyhudeliğini, ölümün kadının yaşamayı arzuladığı hayata geçişinin bir eşiği oluşunu anlatıyor; dişil bir humour içinden, geleneksel roman kalıbını bozuşturup 'kadın yazısı' kullanarak. Irigaray gibi 'ölümsüz dişi'yi destekliyor Schreiner, dünyadan çekip gittikten sonra kendi olan hayata sahip çıkan bir kadındır anlatıcı. Sembolik dünyanın içine girip işlevsel bir erkeğe dönüşeceğine, fallik olan her şeyden kaçar. Kadınca erdemlerin yüceltilmesinin, kadınları farklılıkları içine hapsetme yönünde bir tuzak olduğunu bildiğinden bir kadının öğrenmesi, yapması, içselleştirmesi, taklit etmesi gereken her edimi, öğretiyi, bilgiyi, kalıbı reddeder. Yaşam ile ölümü, ben ile seni, somut ile soyutu karşı karşıya getirmeyip dikotomileri harmanlayan Schreiner'ın metni bir simulakrum yaratarak meşru modellere başkaldırır. Hem tarihin, hem bu dünyanın dışında, kimi zaman 'ben', kimi zaman 'biz' olup 'sen' ve 'siz'e hitap eden anlatıcısıyla 'kendi haline geliş' değil, 'öteki haline geliş'i ortaya koyar yazar. Simulakrumun oluş hallerinden biri 'ölüm haline geliştir' ki bu 'bir'e indirgenemeyecek, hep 'iki'nin arasında var olacak bir uçurum barındırır.
Son iki yılını bedeninin değil, beyninin içinde geçirdikten sonra, 78 yaşında gözlerini yuman anlatıcının ölümüyle başlayıp doğumuyla biten, sonun, başın, ortanın birbirine karıştığı, anlamını yitirdiği, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğu anlatıda zaman çizgisi de kendiliğinden kırılır, eriyip dağılır. Hoş, bir roman kahramanı ya da bir öykü karakteri de yoktur ortada. Ya roman? Hayal Kırıklıkları Kitabı, Fransız yapısökümcü feministlerin önerdikleri kadın yazısının (ecriture feminine), edebi anlatıdaki bir örneği. Ataerkinin durağan kavrayışını altüst eden bu metin, ademi merkezileşmiş nesneleri ve açık, akışkan yüzeyleri yan yana getirirken saf, izole bir roman anlayışından uzaklaşır ve kahraman mitini yıkar. Cixous The Character of 'Character'de, kurmacanın doğası sorununun ancak karakterin bütünüyle silinmesiyle ön plana gelebileceğini ileri sürer. Karakterizasyon zaruri bir sosyal kodlama türüdür. 'Bütün bir özne' fikrini reddederek çoklu öznelere ve değişken zaman kiplerine yer veren Schreiner, üç farklı (geçmiş, şimdiki, geniş) zaman düzleminde, iki farklı öyküleme şeklinde ve iki farklı özne kullanarak anlatıyor hikâyesini.
Ben anlatıcı, çocukken yakalandığı kızıl hastalığını, annesinin gözetlemeci tutumunu, kompozisyon ödevlerini, 'Demir Perde'nin yıkılışından sonra ortaya çıkan üvey ablasına ilişkin duygulanımlarını, temerküz kampı gezisini, yani hayatının muvazenesini bozan olayları, düz değil sıçramalı bir geri dönüş kurgusuna yerleştirir. Akış ve ritm, anlatıcının aktardığı olayın önemine göre hızlanır, yavaşlar. Anlatıcının bilincinin dolaysız olarak okuyucuya aktarıldığı bölümleri kesen ara metinlerde bu kez bir üst anlatıcı rolüyle hem 'biz', hem de ikinci tekil şahsa yönelik olarak konuşur; ben ile biz, nesnel zamanla algılanan zaman arasındaki tutarlılığı bozar bilinçli olarak yazar. Anlatıcı, çocukluk ve gençlik yıllarına dair dönemleri geçmiş zaman kipine gönderirken, anlık bilinç kaymalarıyla bugünü ve hayat pratiğinde kadına ve erkeğe düşen görevleri, dünyanın gidişatını ve doğanın algılanışı sorgular. Rollerin ve ideolojilerin bizi nasıl belirlediğini, güzellik ve gençlik idealizmiyle tüketim kültürünün nasıl kutsandığını, bireyselci kültüre özgü etkililiği, özdenetimi, kişisel inisiyatifleri yok eden dayatmaları, güzelliği metalaştırarak geleneksel cinsiyet hiyerarşisini yeniden oluşturan uygulamaları çoğul zamir 'biz' duyumuyla sunan romanda, kimlik akışkan olduğundan zamirler de sabit değildir.
Logosentrizmi yıkıp özneyi 'incelenemeyen ve karakterize edilemeyen, bilinçdışının bir çabası' olarak kurmayı seçen Schreiner, dişil metinselliğin temel özelliği sonsuzluk olgusundan da yararlanır. Başın sona, sonun başa geldiği, kurmaca zamanının bir ömrü ve hatta yaşamdan sonrasını da içermesine rağmen kısa tutulduğu, geçmiş, ân ve gelecek ögelerinin bilinç akışıyla yansıtıldığı metinde kadının bedeniyle dili arasında kurduğu bağı da açıkça görürüz.
İlelebet mağlup olacaksın!
Bedenin nasıl erginleştiğini, olgunlaştığını ve yaşlandığını tüm fiziksel ayrıntılarıyla anlatırken doğum, meme ve tuvalet kavramlarını yeni doğanın gözünden aktararak 'ilk arzu nesnesi' kuramını tersine çevirir Schreiner. Erkekler ve henüz semiyotik alanda olmasına rağmen sembolik düzenin içine girmişçesine konuşan bebeğin gözünden mistifiye edilmiştir meme daima. Bebek ne düşünür aslında, kimse bilmez bunu. Schreiner'ın anlatıcısı, meme fetişizmine şiddetle karşı çıkarak memeyi, boynun hemen altında asılı bir tuzak olarak gören Germain Greer'e benzer şekilde onu rahatsız edici, 'kımıl kımıl, lastiğe benzeyen bir top' olarak tanımlar. Melanie Klein'ın kuramının önemli kavramlarından 'eskil (arkaik) anne' tüm güçlü ve falliktir; hem doyurur hem ketler. Oedipus karmaşasının erken dönemlerinin ana kahramanı olan eskil annenin düşman olan kötü meme tarafını alır Schreiner:
"Bir kadın ağlamak için açtığın ağzına durduk yerde memesini tıkıştırır. Bugüne kadar başına gelen en korkunç şeylerden biridir bu. Bunu ne hakla yaptığını sorarsın kendine (...) Kadın sağ eliyle tutup sıkıştırarak mızrak şeklini verdiği memesinin parlak kırmızı ucunu ağzına saplar. Meme yüzünün yarısını kaplar. Burnunu ezer, gözlerini örter. "
Fallik anne düşlemi, birincil sürecin egemenliğindeki yaşamın ilk yılının gizemli varoluşsallığını ikincil sürecin hakim olduğu erişkin dile çevirme çabası olarak (da) yorumlanabilir ki Schreiner'ın memeden nefret eden anlatıcısı, bu erişkin dile, sembolik düzene geçmeyi istemez: "Pes etmez ağlamayı sürdürürsün, çünkü şimdi istediğini kabul ettiremezsen ilelebet mağlup sayılacağını sezersin. "
Ancak anlatıcı, gözlerine inen perdenin daha sonra eni konu karardığını ve sembolik eril düzenin ruhuna çivilendiğini öğrenecektir... Bir okul gezisi için otobüse doluşurlar bir gün; nereye ve ne için gittiklerini bilmeksizin. Okulda kimse onları karşılaşacakları şeye karşı hazırlamamıştır. Tarih derslerinde, I. Dünya Savaşı'na oradan da Saraybosna'da Veliaht Franz Ferdinand'a ateş edilmesine kadar gelinmiştir sadece. Bir temerküz kampıdır pikniğe gidercesine, şarkılar söylenip dondurmalar yenilerek gidilen yer. Reel dünyanın kendisinden uzaklaşması ve her şeyin üzerine koyu bir örtünün serilmesi de bu geziden sonra oluşur anlatıcı için. Ne evi, ne odası, ne anne babası, ne ülkesi onundur artık:
"Ve ikisi de o çaresiz, bir deri, bir kemik kalmış, çıplak insanların Mauthausen'de öldürüldükleri zamanı yaşamış ve bunu engellememişlerdi. Artık ailem ve yuvam yoktu."
II. Dünya Savaşı sonrası Alman ve Avusturya edebiyatı bireysel travma hikâyeleriyle doludur; özellikle kadın yazarlar için Nazi tarihiyle yüzleşmek bitimsiz bir acı kaynağıdır. Christa Wolf, Tensel 'de hayal kırıklığı yaratan sosyalizm ve Nazi geçmişiyle tam da ölürken yüzleşmeye çalışan bir kadının ve bir ülkenin portresini çizerken, Elfriede Jelinek, Die Kinder der Toten 'de (Ölülerin Çocukları) nasyonal sosyalist geçmişiyle Avusturya'yı ölüler ülkesi olarak tasvir eder. Aynı kuşaktan bir yazar olan Schreiner'ın anlatıcısının da bu örtülemez gerçeği öğrendikten sonra "kendi haline geliş"i bir kısır döngüye, ölüm, yaşaması gereken hayata dönüşür. Şeyleri kendileştiren ve bu kendileştirdiği şeylerde yine kendini arayan tarihte yer almaktan vazgeçecek, yersiz yurtsuz ve ölümsüz bir dişi olacaktır adı konulmamış bu kadın, bir başka gerçeklik imkânında...