Sayfa 45-47.
(…)
Ufacık koridorda babamın pantolonu asılıydı. Sağ cebinin ağzına iki bisiklet kıskacı takılıydı. Oturma odasındaki döşeme tahtaları inlerdi ama burada çerçeve destekleri vardı; o kadar gürültü çıkmıyordu. Tül perdelerin ardındaki büyük yapraklı bitkiler sokak lambasından gelen ışığı kesiyordu ve odanın arka köşesi öylesine karanlıktı ki, soğuk televizyon tüpünden, parlayan Loewe-Opta yazısından fazlasını göremedim. Kanepenin kolluğu üzerinde sigara ve çakmak duruyordu ve mutfağa gitmek istediğimde dış kapının aralık olduğunu gördüm, sadece iki parmak kadar. Dikkatlice kapattım kapıyı.
Bulaşıklıktaki tabak çanak yıkanmıştı. Bardaklar ve salata kâseleri ay ışığında ışıldıyordu, ben de tezgâhın önünde durup çitinin mavi gölgeleri Fernewald Sokağı'na kadar uzanan bahçeye baktım. Sokak bomboştu. Bir tilki sokak lambalarının ışığında maden ocağının kulesine doğru yürüdü.
Buzdolabını açıp önünde çömeldim. Kapı rafında gümüş kapaklı bir şişe süt, tel rafın üzerindeyse üç haşlanmış patates ve Chicogo marka bir oje duruyordu. Ayrıca bir parça Rama ve yağlı kâğıda sarılmış birkaç dilim salam vardı; bir dilimini katlayıp ağzıma attım ve zarıyla birlikte yuttum. Dolapta ne maden suyu ne de ahududu şurubu bulamadığımdan kapağını kapatmak üzereydim. Tam o sırada alt gözde, ekmeklerin durduğu poşetin arkasında babamın çay matarasını gördüm. Eskiden bira şişelerinden olan cinsten lastik contalı bir kapağı vardı ve ezilmiş alüminyum gövdesinin üzerinde damla damla su birikmişti.
Matarayı çıkardım ve alnıma, enseme, kollarıma dayadım. İçindeki çay o kadar soğuktu ki, sadece iki yudum aldıktan sonra bile başım zonklamaya başladı; ama tadı harikaydı, şekerli ve limonlu siyah çay; kapısı açık buzdolabının önüne oturup küçük yudumlar almaya koyuldum. Şişeden süzülen su damlaları şortuma ve fanilama damladı ve ses çıkarmadan geğirdiğimde elime değen soluğum neredeyse çay kadar soğuktu.
İçmeye devam ettim, her yudumda kendime bunun sonuncu olduğunu söyleyerek. Sonra bir yudum daha aldım, daha ufak bir yudum daha, bir yandan da keyifle soluyordum ve sonunda şişe boşaldı; kulağıma tuttuğumda dibinde çok az çay kalmış olduğunu işittim. Ayağa kalktım, şişenin içine iki kaşık şeker koyup ağzına kadar çeşme suyuyla doldurdum. Sonra şişeyi yerine koydum.
Kapalı balkon kapısından bahçelerin ötesine baktım. Çalılar ve ağaçlar gölgelerinden daha soluk görünüyor, bazıları hayvan siluetlerine benziyordu; bazılarıysa siyah göz çukurları ve dağınık kaşları olan insan yüzlerini andırıyordu. Tsimaneklerin fasulyelerinin ardında yeni aldıkları DKW* duruyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Bir tek tilki hâlâ Fernewald Sokağı'nda dolanıyordu, sanırım bir yavruydu. Arka patilerinin üzerinde yükselip arklı sokak lambalarının ışığında uçuşan sinek ve kelebekleri kapmaya çalışıyor, hatta bazen sıçrıyordu.
Yeniden koridora döndüm, annemle babamın yatak odasından bir hışırtı duyunca soluğumu tuttum, kapının altına baktım; aydınlanmadı. Bir tek banyonun ışığı yanıyordu. Kardeşim açık bırakmış olacaktı. Aynanın yanındaki elektrik şalteri ona yüksek geliyordu ve kimi zaman çişini yaptıktan sonra diş fırçalamak için kullandığı taburenin üzerine bir kez daha çıkmaya üşeniyordu. Sesli şekilde boğazımı temizledim. Kapı kilitlenmemişti ve eşiğe basınca kapı kolu terden ıslanmış avucumdan kaydı.
"Sessiz ol!"
(…)