Vecdi Erbay, “Sıkıcı hayatlar, başarılı öyküler”, Haziran 2006
Judith Hermann’ın Yaz Evi, Daha Sonra kitabı yakın zamanda raflardaki yerini aldı. Hermann, 1970 Berlin doğumlu. Gazetecilik eğitimi gören yazar, bir süre New York’ta gazeteci olarak çalıştı. Öykü ve romanları çeşitli ödüller aldı. Hermann’ın ilk kitabı olan Yaz Evi, Daha Sonra, on yedi dile çevrilmiş. Bu “ilk kitap” vurgusu önemli. Çünkü kusursuz öyküler yer alıyor Yaz Evi, Daha Sonra’da. Bu ilk kitapta, kimi acemilikleri hoş görmek babında söylenen “genç yazar” izlenimi uyandırmıyor Judith Hermann. Daha en baştan belirlemiş öykülerinin konusunu, kişilerini, dilini... Bunun verdiği rahatlık, kuşkusuz ciddi bir emek istiyor ve anlaşılan o ki Hermann, kalemi eline alıp masanın başına oturmadan çok önce harcamış bu emeği. Okurun beğenisine sunduğu ilk kitabı Yaz Evi, Daha Sonra’nın on yedi dile çevrilerek okurla buluşması, bu emeğinin karşılığı olsa gerek.
Ortak atmosfer
Yaz Evi, Daha Sonra’da dokuz öykü var. Bu dokuz öykü, elbette tek tek incelenmeyi hak ediyor. Ama öyküler çok sayıda ortak yönlere sahip. Bu nedenle öykülerin ortak yönlerinden söz ederek Yaz Evi, Daha Sonra hakkında bir fikir edindirmek de mümkün. “Balili Kadın” öyküsünün anlatıcısı, arkadaşı Markus Werner ile yaptığı bir konuşmayı aktarıyor: “Bir keresinde, tam bir çocuk gibi, şunu söylemiş olduğunu hatırlıyorum: ‘Bizim hakkımızda bir film yapabilirim.’ Ben de şöyle demiştim: ‘Nasıl bir film olurdu bu’, yanıtı şuydu: ‘Hiçbir şey olmadığı, artık bir şey kalmadığı üzerine bir film, ne bizim aramızda ne de çevremizde, senin, benim ve Christiane’nin bulunduğu bir gece üzerine yalnızca’, ben de onu küçümseyerek gülmüştüm.”
Bu alıntı önemli. Çünkü Hermann’ın öykülerinde yer alan kişilerin tümü benzer özellikler gösteriyorlar: Çoğu sanatla ilgileniyor, monoton yaşıyorlar ve bunu değiştirmek için, uyuşturucu kullanmak, içki içmek dışında kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Önlerinde büyük hedefler yok (kitaba adını veren “Yaz Evi, Daha Sonra” öyküsünde Stein’ın tek hedefi, rahatça parti verebileceği bir ev sahibi olmaktır). Belli günlerde arkadaşlarıyla görüşüyorlar ve bu belli günler dışında biri onlara uğrayacak olursa, düzenlerinin alt üst olduğu duygusuna kapılarak panikliyorlar (“Oder’in Bu Yanında” öyküsünde ansızın kapısını çalan eski arkadaşının kızı yüzünden bunalım geçiriyor Koberling). Mutluluktan uzak düştüklerini hissetseler de hayatlarını kabullenmişler, radikal değişiklikler istemiyorlar, olayları bile “zaten başka türlü olamazdı” diyerek kabulleniyorlar. Bu nedenle Hermann’ın, dokuz öyküde birçok kişiyi değil, tek kişiyi (kim bilir, belki sadece kendisini anlatıyordur) anlattığı gibi bir izlenin ediniliyor. Kişilerin “kendilerine özgü” diye nitelendirilebilecek farklı bir özellikleri yok, neredeyse hepsi birbirine benziyor. Sorunları, sorunlar karşısındaki tutumları, yaşayış biçimleri aynıdır. Kişilerin neredeyse aynılığını kusur olmaktan kurtaran ise, Hermann’ın şiirsel tatlardan uzak düşmeden öykü kurgulama ustalığı olsa gerek.
Alışılageldiği gibi Hermann’ın öykülerinde zaman içinde gelişen ve bir sonuca bağlanan “olay” yok. Okuru içine çekecek, ilgisini diri tutacak sürükleyici bir macera da yoktur. Daha çok kişilerinin durumunu öyküleştirir Hermann. Ama bunu yaparken konudan ayrılmaz, iç-dış konuşmalarla öykü atmosferini dağıtmaz, gereksiz ayrıntılara, çağrışımlara meydan vermez.
Eylemsizliğe, gerilim eksikliğine, kişilerinin aynılığına karşın Hermann, yalın, yoğun ve iyi işlenmiş bir anlatım; kişilerinin ruhsal durumunu sergileyen yerinde ayrıntılar ve ince bir duyarlık üzerinde inşa ediyor öykülerini.
Hermann, nokta yerine virgül imlasını kullanmayı daha çok seviyor ve uzun cümleler kullanıyor. Ama bu uzun cümleler korkutmasın. Hermann, neyi anlattığını ve nasıl anlatması gerektiğini bilen bir yazar. Uzun, ama olabildiğince yalın cümleler, öykülerin ortak atmosferini oluşturan eylemsiz havayı dağıtıyor, giderek içinde sağlam bir şiir de taşıyan hareketli bir anlatım olanağı sağlıyor. Şöyle de denilebilir: Hermann, edilgen hayatlara dille hareketlilik kazandırıyor. Bu da yabana atılacak bir beceri değil.
Almanya için pencere
Hermann, sıradan ya da sıradan olmayı kabullenmiş insanların hayatlarını anlatıyor. Konfor yok hayatlarında; para, bir evde ayaklarını uzatarak televizyon izleyebilme, sigara ve içki içebilme aracıdır sadece; sanatı bir ayrıcalık gibi algılamıyorlar, daha çok başka türlüsü mümkün değilmiş gibi sürdürüyorlar bu uğraşı; bir adamı ya da bir kadını seviyorlar ve kıskanıyorlar, ama bu kıskançlık asla patolojik değil ve bir karşı eyleme dönüşmüyor. Fantastik öğeler de barındıran “Kırmızı Mercan” öyküsü hariç.
“Kırmızı Mercan”ın anlatıcısı kadın, sevgilisinin gittiği terapisti kıskanıyor. Öykünün başında şöyle diyor: “Bir terapiste yaptığım ilk ziyaret, bana kırmızı mercan bileziğime ve sevgilime mal oldu.” Diğer öyküler gibi “Kırmızı Mercan” da soğukkanlı bir anlatıma sahip, ama buna rağmen kadının öfkesini hissettirmeyi ihmal etmiyor. Kimi mutsuzluklarına ve çelişkilerine rağmen, kendi içlerinde oldukça tutarlı insanların hayatlarını anlatan öykülerden yola çıkarak Almanya’nın, giderek Avrupa’nın sosyal durumuyla ilgili çıkarsamalar yapmak yanlış elbette. Ama başka okumaların da katkısıyla, Hermann’ın Yaz Evi, Daha Sonra ile sanayi devrimini tamamlamış, toplumsal çalkantıları en aza indirmiş, politik gerilimden yoksun Almanya’nın yalnızlık çeken insanlarına dair önümüzde bir pencere açtığı da muhakkak.
Judith Hermann okuru ilginç tiplerle, olağanüstü olaylarla, sürpriz sonlarla şaşırtmayı denemiyor. Ama kurgusuyla, yarattığı atmosferle, ince duyarlığıyla okurun ilgisiz kalmayacağı gerçek bir edebiyat keyfi sunuyor, Yaz Evi, Daha Sonra’da yer alan öykülerle.