Fatih Balkış, “Madrid’de Sonbahar”, Sanat Çevresi, Kasım 2006
Juan Benet, 1950’lerde Madrid’de Sonbahar adlı anlatısında, kendisinin de içinde yer aldığı aydınlar çevresinin ve dönemin sanatsal portresini çizerken, İspanya’nın toplumsal yaşamından kesitler de sunuyor.
Benet, anlatısında benim de çok önemsediğim Luis Martin Santos’un da içinde bulunduğu, dört sanatçıyı ele alıyor. Bu sanatçıların Benet tarafından vurgulanan ortak özelliği, hepsinin zamanın yükünden sıyrılmış olmalarıdır. Benimsedikleri biçeme, daha doğrusu erken yaşlarda geliştirdikleri biçeme her zaman sadık kalmışlardır. Bu dört sanatçının sanat anlayışlarındaki değişmez tutumları, onların üslubunu oluşturan en belirgin özelliktir. Kitabın hemen yarısı Büyük İspanyol yazar Barajo’ya ayrılmış. Modernist akımların hiçbirinin kalemini titretemediği, hep aynı tutarlılığı yaşamı boyunca koruyan, zamandan ve onun ağır yükünden sıyrılmış Barajo, ne Bolşevik devriminden, ne savaş sonrası kargaşalardan, ne de diktatörlük dönemlerinden etkilenmiştir.
Juan Manuel Caneja ise başından türlü olaylar geçmesine karşın üslubunu hiç değiştirmeyen bir ressamdır; Eloy, silik kişiliğini tüm yaşamına bulamış ve ortadan yok olmuş bir entelektüeldir; Martin Santos ise altı yıl yaşadığı Madrid’de yaşamının önemli adımlarını atmış, bir bilim adamı, yazar ve tutkulu bir araştırmacıdır.
Benet, göz önünden uzak bir dünyanın betimlemesini yaparken, aslında gizli bir altın çağın da içten içe yaşanmış olduğunu vurgular. Herkesin entelektüel açıdan bilimle ya da sanatla ilgilendiği, bir taraftan yaşamla diğer yandan iktidarla kurulan ilişkiye karşın, güneşi doğurmayı başarmış bir birliktelik söz konusudur. Ellilerde Madrid’de yaşamak demek, edebiyatçıların, ressamların, matematikçilerin sahne aldığı bir karnavala katılmak demektir.
Yalnızca anlatmakla yetinmez Benet, hem eleştirel hem de gözlemsel bakışını bu yaşantı üzerine doğrultur. Betimlediği kişileri olgunlukla değerlendirirken, kimi zaman onları eleştirmekten de kaçınmaz. Ama onun söz aldığı bölümlerde olgun düşüncelerin kusursuz denemelere dönüştüğünü fark ederiz. Kitaba yazdığı önsözde neden böyle bir anılar bütününe yöneldiğini de ustaca açıklar. Yazarların edebi yaşamları, bu tür anılar ve günlüklerin yayımlanmasıyla son bulur. Benet’nin kendi yaşamı bir noktada bu değerlerin açığa çıkarılmasını gerektirir. Çünkü ona göre zamana damgasını vuracak olan kişiler ya kendi dönemlerinde ortaya çıkmamış, öldükten sonra bu sıfatı elde edecekler ya da gelecek tarafından döneminin temsilcisi seçilecek kişinin hiçbir şeyi temsil edemeyecek kadar silik oluşudur. Bu doğrultuda yaşamından kesitler sunulan bu dört silik insan, belki bir gün gerçekten dönemini temsil etmede öne çıkarılacak olanlardır.
Benet’in bence önemli yargılarından biri, kitabın oluşmasının temel nedeni gibidir. Kentler üzerine düşünürken, kentlerin onlarsız düşünülemeyen kişilerle anıldığını söyler.
Prag Kafka ile, Paris Baudelaire ile ya da Viyana Wittgenstein’la anılır. Oysa bu kentler, kuşkusuz çağını aşamayan başkalarına da aittirler. Benet’ye göre bu oyuncular sahneye yeniden çıkıp rollerini yinelemek zorunda kalsalar, tarihi tatsız, sıkıcı ve hiçbir açıklayıcılığı olmayan, her döneme hakim niteliksizlikten kurtulamayan bir anlatıya dönüştürürler. Kuşkusuz bu yargı bütün kitap boyunca elektirik kesintileriyle, tertulia adı verilen toplantılarıyla, kafeleriyle, sinemalarıyla betimlenen Madrid için geçerli değildir. Madrid’in pek çok sahibi vardır. Bütün bu yazarlar, ressamlar ve bilim adamları bir bütün olarak Madrid’i temsil ederler.