ISBN13 978-975-342-286-4
13x19,5 cm, 296 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Daniel Pennac, 4 Kitap Takım, 0
Gulyabaniler Cenneti, 1997
Roman Gibi, 1998
Silahlı Peri, 1999
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Birinci kısım, "Keçilik Görevi", s. 11-22

Önce kafamdan bir cümle geçti: "Ölüm düz bir süreçtir." Daha çok İngilizcede karşılaşmayı beklediğiniz kestirmeden açıklamalar türünden bir şey: "Death is a straight on process"...

Dev, odama daldığında, kendi kendime bunu nerede okuduğumu soruyordum. Kapı daha arkasından çarpmamıştı ki adam üzerime abanmıştı bile:

"Malaussène siz misiniz?"

Etrafında yaklaşık şekliyle uçsuz bucaksız bir iskelet. Topuz gibi kemikler ve kocaman burnun hizasından fışkıran bir saç ormanı.

"Benjamin Malaussène siz misiniz?"

Çalışma masamın üzerine bir yay gibi eğilmiş, kocaman ellerini de kolluklara boğarcasına yapıştırmış olduğundan, koltuğuma hapsetmişti beni. Kişileşmiş tarihöncesi. Arkalığıma yapışmıştım, kafam omuzlarıma gömülmüştü ve benim ben olup olmadığımı söyleyebilecek halde değildim. Sadece kendi kendime o cümleyi nerede okuduğumu soruyordum: "Ölüm düz bir süreçtir." İngilizce miydi, Fransızca mı, çeviri miydi diye...

O an bizi hizaya getirmeye karar verdi: bir böğür darbesiyle bizi, beni ve koltuğumu yerden söktüğü gibi, tam karşısına, çalışma masamın üstüne bırakıverdi. Bu konumda bile kafa farkıyla duruma hâkim olmaya devam ediyordu. Fırça gibi kaşlarının arasından yaban domuzu gözleriyle, sanki içinde anahtarlarını kaybetmiş gibi bilincimi didik didik ediyordu.

"İnsanlara eziyet etmek hoşunuza mı gidiyor?"

Korkutucu olmak isteyen kederli bir vurguya sahip, tuhaf biçimde çocuksu bir sesi vardı.

"Öyle mi?"

Ve ben, tepedeki tahtımda, şu lanet cümleden başka bir şey düşünemez bir halde. Güzel bile değil. Taklit. Belki de Amerikancaya özenen bir Fransız. Nerede okudum ben bunu?

"Gelip ağzınızı burnunuzu kırmalarından hiç korkmaz mısınız siz?"

Kolları titremeye başlamıştı. Koltuğumun kol dayama yerlerine bütün vücudundan, yer sarsıntılarını önceden haber veren gümbür gümbür davul seslerini andıran bir titreşim yayılmaktaydı.

Felaketi başlatan telefonun sesi oldu. Telefon çaldı. Günümüz telefonlarının o akıcı, hoş iniş çıkışlı sesleri, hafızalı telefonlar, programlı telefonlar, herkes için müdürlere layık, şık telefonlar...

Telefon devin yumruğunun altında patladı.

"Kapat şu çeneni!"

Yukarıda, hattın öbür ucunda, bu topuz darbesiyle beline kadar döşemenin içine gömülen patroniçem Kraliçe Zabo'nun hayalini görür gibi oldum.

Bunun üzerine dev, benim güzelim yarı antika lambamı kaptığı gibi egzotik ahşap kısmını dizinin üstünde parçaladıktan sonra sordu:

"Birinin çıkıp da büronuzda ne var ne yok un ufak edeceği hiç aklınıza gelmedi mi?"

Bu, hareketin sözden önce geldiği, öfkesi burnunda cinsinden biriydi. Ben cevabımı vermeden, lambanın ayağı, ilk geçmişindeki tropikal topuz işlevine yeniden kavuşarak bilgisayarın üstüne devrilince ekran soluk parçacıklar halinde dağılıverdi. Dünyanın belleğinde bir delik. Bu da yetmiyormuş gibi, benim dev, konsola öyle bir indirdi ki, hava nesnelerin ilk karmaşasını temsil eden simgelerle doldu taştı.

Aman Tanrım, onu bırakacak olsam bal gibi de tarih öncesini boylayacaktık.

Artık benimle ilgilenmez olmuştu. Mâcon'un, sekreter hanımın masasını devirmiş, içi tıklım tıkış ataşlar, tamponlar ve tırnak cilalarıyla dolu bir çekmeceyi bir tekmede savurup iki pencerenin arasına ezilmeye göndermişti. Sonra kurşunlu yarım küresiyle ellili yıllardan beri zarafetle salınan ayaklı küllüğü kapıp yöntemli biçimde karşıdaki kitaplığa saldırdı. Hırsını kitaplardan alıyordu. Kurşun ayak korkunç tahribat yapmaktaydı. Bu adamda ilkel silahlara karşı içgüdüsel bir eğilim vardı. İndirdiği her darbede, bir küçük çocuk inlemesi koparıyordu, hani şu tutku suçlarının özgün müziği olması gereken güçsüzlük çığlıklarından biri: bir maymun gibi salya sümük ağlayarak karımın kafasını duvara çarpıyorum.

Kitaplar havalanıyor, ölü olarak yere düşüyorlardı.

Kıyımı durdurmanın seksen sekiz yolu yoktu.

Kalktım. Mâcon'un daha önceki huysuzluklarımı (aziz patroniçemin, baskıyı altı gün geciktirdiler diye, altı matbaacıdan oluşan bir ekibi kapıya koyması) yumuşatıp beni avutmak için getirdiği kahve tepsisini iki elimle tuttuğum gibi üstünde ne varsa hepsini, Kraliçe Zabo'nun en güzel ciltlerini sergilediği camekânlı kitaplığa doğru salladım. Boş fincanlar, yarı yarıya dolu kahvedenlik, gümüş tepsi ve cam parçacıkları, ötekini, kül tablasını başının üzerine kaldırmışken taş kesilip bana doğru döndürecek miktarda patırtı çıkarmaya yetti.

"Ne yapıyorsunuz?"

"Sizin gibi yapıyorum, iletişim kuruyorum."

Ve son doğum günümde Clara'nın bana armağan ettiği kristal kâğıt ağırlığını kafasının üzerinden fırlattım. Hafiften Julius'u andıran (bağışla Clara, bağışla Julius) bir köpek başı biçimindeki kâğıt ağırlığı, tıpkı bugünkü gibi herkesin herkesle hesaplaşmak için kâğıtlara ihtiyacı olduğu bir devirde Talion Yayınevinin gizli kurucusu olan yaşlı Talleyrand-Périgord'un suratını parçaladı.

"Haklısınız," dedim, "insan dünyayı değiştiremiyorsa, dekoru değiştirmeli."

Elindeki kül tablasını ayaklarının dibine bırakıverdi. Ve olması gereken nihayet oldu: adam hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Hıçkırıklar onu çökertti. Şimdi artık tabanına basılınca parçalarına ayrılan şu tahta kuklalardan birine benziyordu.

"Buraya gelin."

Koltuk hâlâ yazı masamın üzerinde, tekrar koltuğuma oturdum. Sendeleyerek yanıma yaklaştı. Adem elması, üzüntüsünü atabilmek için boynundaki kablolar arasında inanılmaz yolculuklar yapıyordu. Ben bu acıyı bilirdim. Bu ilk kez olmuyordu.

"Daha yakına gelin."

İki-üç adım atınca benimle aynı hizaya geldi. Yüzünden yaşlar süzülüyordu. Saçları bile gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

"Özür dilerim," dedi.

Sıkılı yumruklarıyla yüzünü sildi. Parmak boğumları tüylü tüylüydü.

Elimi ensesine koydum ve başını omzuma doğru çektim. Yarım saniye kadarlık bir direniş ve sonra her şey koyverildi.

Bir elimle başını omuz çukurumda tutuyor, ötekiyle saçlarını okşuyordum. Annem bunu çok iyi yapardı, benim de bunu yapamamam için hiçbir neden yoktu.

Kapı açıldı, sekreter Macôn'la, bir altmış sekiz boyunda, cocker gözlü, Fred Astaire bacaklı ve bütün bir başkentin açık farkla en iyi Çin edebiyatı uzmanı olan Senegalli arkadaşım Loussa de Casamance göründüler. Görülecek ne varsa gördüler: Masasında oturmuş, bir yıkıntı alanında ayakta duran bir devi teselli eden edebiyat direktörü. Mâcon'un bakışları dehşet içinde zarar tesbiti yapıyor, Loussa'nınkilerse yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Elimin tersiyle onlara çekilmelerini işaret ettim. Kapı bir esintiyle kapandı.

Dev hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları boynumdan akıyordu, belime kadar ıslanmıştım. Doya doya ağlasındı, hiç acelem yoktu benim. Teselli edicinin sabrı kendisinin de sıkıntıları olmasından ileri gelir. Ağla dostum, hepimiz burnumuza kadar boka batmış durumdayız, bundan daha fazla batamayız ya.

Ve o gömleğimin yakasına boşalırken, ben en sevdiğim kız kardeşim Clara'nın nişanlanmasını düşündüm: "Üzgün durma Benjamin, Clarence bir melek." Clarence... insanın ismi nasıl Clarence olur? "Altmış yaşında bir melek, sevgilim, yaşı seninkinin üç katı." Küçük kız kardeşimin o kadife gülüşü: "Ben çifte bir keşifte bulundum, Benjamin, meleklerin cinsiyeti var, yaşları yok. –Gene de sevgili Klarinetciğim, gene de, hapishane müdürü bir melek o...– Ama hapishanesini cennete çeviriyor, Benjamin, bunu unutma!"

Âşık kadınların her şeye bir cevapları vardır ve ağabeyler dertleriyle kala kalırlar. En sevdiğim kız kardeşim yarın bir kodes şefiyle evleniyor. İşte o kadar. Hiç de fena değil, değil mi? Buna bir de annemin birkaç ay önce bir aynasızla çekip gittiği, o gün bugündür bir telefon bile edemeyecek kadar sevdalı olduğu eklenirse ortaya oldukça hoş bir Malaussène ailesi portresi çıkıyor. Öteki erkek ve kız kardeşlerden bahsetmiyorum bile: Yıldız falına meraklı Thérèse, okulunu ateşe veren Jérémy, en küçük karabasanı bile gerçeğe dönüşen pembe gözlüklü Ufaklık ve aynı adı taşıyan savaş gibi, doğduğu ilk saniyeden beri zırlayıp duran, son numara kız kardeş Verdun...

Ya sen, ağlayan dev, sen nasıl bir ailedensin? Belki de ailen yok, her şeyini kalemine bağladın, doğru mu? Biraz sakinleşmişti. Bundan yararlanıp cevabını bildiğim soruyu sordum:

"Müsveddeleriniz reddedildi, değil mi?"

"Altıncı defadır."

"Hep aynısı mı?"

Nihayet omuzumdan söküp aldığı başıyla yeniden evet. Sonra pek yavaş bir sallama.

"O kadar çok çalışmıştım ki üzerinde tekrar tekrar, bir bilseniz, artık ezbere biliyorum."

"İsminiz nedir?"

İsmini söyledi ve anında Kraliçe Zabo'nun söz konusu müsveddeyi yorumlarkenki şen şakrak kafası gözümün önünde beliriverdi: "'Mer-hamet! diye hıçkırdı katıla katıla' gibisinden cümleler yazan ya da Galeries Lafayettes'e Farfouillettes diyerek mizah yaptığını sanan ve bunu altı yıl boyunca, iflah olmaz bir şekilde üst üste altı defa gönderen biri hangi doğum öncesi hastalıktan rahatsızdır, Malaussène, söyleyebilir misiniz bana?" Yaşamın, o bir deri bir kemik vücuduna yerleştirdiği koca kafasını sallamış ve özel bir küfürmüş gibi tekrarlamıştı: "'Merha-met! diye hıçkırdı katıla katıla'... Ve neden şöyle değil: 'Günaydın, diye girdi içeri' ya da 'Hoşça kal, diyerek odadan çıktı'", ve tam on dakika göz kamaştırıcı çeşitlemelere kaptırmıştı kendini, çünkü yetenek değildi onda eksik olan...

Sözün kısası, müsveddeler okunmadan geri gönderilmişti, red cevabının altına imzayı ben atmıştım ve oğlan büromu yangın yerine çevirdikten sonra kollarımda kederden ölecek hale gelmişti.

"Okumadınız bile, öyle değil mi? 36., 123. ve 247. sayfaları ters koymuştum, hâlâ o durumdalar."

Klasik... Biz ötekilerin, yayıncıların, ne kadar uyanık olursak olalım, hâlâ bu numaraya takılması! Ne cevap vereceksin bakalım, Benjamin? Ne cevap vereceksin bu herife? Çocukça bir saçmalık abidesi üzerinde didinip durduğunu mu? Ve sen ne zamandır olgunluğa inanıyorsun Benjamin? Buna inandığım falan yok, lanet olsun, ben sadece yazı makinesinin çocukça işler için felaket olduğunu, beyaz kâğıdın enayiliğin kefeni olduğunu ve bu tapon malı Kraliçe Zabo'ya satabilecek olanın daha anasından doğmadığını biliyorum. Bu kadın müsvedde öğütücüsü, onu gerçekten zırlatan tek bir şey var şu dünyada: hikâye dilek kipinin kurban edilmesi. O halde ötekine, şu deve ne tavsiye edeceksin, sulu boyaya başlamasını mı? İyi fikir, söyle söyle de mobilyanın geri kalanını da havaya fırlatıversin... Adam tam tamına ellisini devirmiş, bu da en azından otuz yılını tamamen edebiyata vermiş demek oluyor, kalemlerinin tüylerini yolmaya kalkmayın, bu heriflerin yapmayacağı şey yoktur!

O zaman ben de verebileceğim tek kararı verdim. Şöyle dedim ona:

"Gelin benimle."

Ve koltuğumdan doğruca yere atladım. Mâcon'un içi dışına çıkmış masasını karıştırıp aradığım anahtar tomarını buldum. Büroyu verevine geçtim. Çölde gibi peşimden geliyordu. İsrail-Suriye çatışmasından sonra çöl. Anahtarı daha ilk çevirişimde dili açılan metalik bir klasörün önünde çömeldim. Ağzına kadar müsveddelerle doluydu. Elime gelen ilk dosyayı aldım ve şöyle dedim ona:

"Alın şunu."

Dosya "Nereye Gittiğimi Bilemeden" başlığını taşıyordu ve Benjamin Malaussène imzalıydı.

"Bu siz misiniz?" diye sordu bana, ben klasörü tekrar kapatırken.

"Evet, bütün diğerleri de."

Anahtar tomarını Mâcon harabelerinin arasına aldığım yere aynen bırakmaya gittim. Peşimden gelmeyi bırakmıştı.

Ne yapacağını bilemez bir halde müsveddeye bakıyordu.

"Anlamıyorum."

"Oysa çok basit," diyorum, "Bütün bu romanlarım sizinkinden de çok geri çevrilmişti. Bunu size veriyorum, çünkü bu benim son numaram. Belki siz bana orada aksayan şeyin ne olduğunu söyleyebilirsiniz. Ben bayılıyorum."

Sanki mobilyalar valsinden dolayı sapıtmışım gibi bakıyordu bana.

"Ama neden ben?"

"Çünkü insan başkalarının eserlerinin en iyi yargıcıdır ve kendi çalışmanız da kanıtlıyor ki, en azından okumayı biliyorsunuz."

Burada öksürdüm, bir an yana döndüm ve gözlerimi yeniden ona çevirdiğimde, yaşla doluydular.

"Rica ediyorum sizden, bunu benim için yapın."

Adam sarardı, sanırım bu arada kollarını da açtı ama ben kucaklaşmayı geçiştirdim ve onu ardına kadar açtığım kapıya kadar geçirdim.

Bir an tereddüt etti. Dudakları titriyordu. Konuştu:

"Daima sizden daha bedbaht birinin var olduğunu düşünmek korkunç bir şey. Ne düşündüğümü size yazacağım, Bay Malaussène. Söz veririm size, yazacağım!"

Odadaki felaketi gösterip şöyle dedi:

"Özür dilerim, hepsini ödeyeceğim, ben..."

Ama ben başımla hayır diyerek onu tatlı tatlı dışarı ittim. Kapıyı üstüne kapadım. Bu minik seanstan beraberinde götürdüğü son görüntü benim gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüm oldu.

Elimin tersiyle yüzümü silip söyle dedim:

"Teşekkürler, Julius!"

Köpekten tık çıkmayınca yanına yaklaştım ve tekrarladım:

"Hayır, gerçekten de teşekkürler! Aman da sahibini nasıl korurmuş bu köpek!"

Sanki içi saman dolu bir köpekle konuşuyorum. Köpek Julius pencerenin önüne oturmuş, bir Japon ressamının inadıyla Sen'in akıp gidişine bakıyordu. Mobilyalar etrafında dans etmiş, kristal Talleyrand'ın portresinin canına okumuştu ama Köpek Julius'un umurunda değildi; çarpık ağzı ve sarkık diliyle Sen'in akışını, mavnalarını, kafeslerini, postallarını, aşklarını seyretmekteydi... O derece hareketsizdi ki, kaçık dev, büyük bir öfke için bile fazla ağır bir malzemeden yontulmuş bir primitif sanat anıtı sanmış olmalıydı onu.

İşkillendim. Yanına çömeldim. Yavaşça seslendim:

"Julius?"

Yanıt yok. Sadece o malum koku.

"Hiç olmazsa sen bir kriz çıkartmayacaksın ya başıma?"

Bütün bir Malaussène ailesi onun sara nöbetlerinin dehşetiyle yaşıyordu. Kız kardeşim Thérèse'e bakılırsa, bunlar daima bir felaketin habercisiymiş. Hem sonra bu nöbetler köpekte iz bırakıyordu: çarpık bir ağız, sarkık bir dil...

"Julius!"

Onu kollarıma aldım.

Hayır, capcanlı, sımsıcak, her tarafı kokan un gibi tüyler: Köpek Julius turp gibi.

"Tamam," diyorum, "fazla düş gördün, toparlan bakalım Kraliçe Zabo'ya istifamızı veriyoruz."

"İstifa" sözcüğü müydü bunu sağlayan? Julius kalktı ve benden önce kapıya gitti.

"Bu ay içinde üçüncü defadır istifa ediyorsunuz, Malaussène, sizi hizaya getirmek için beş dakikamı harcayabilirim, ama daha fazlasını beklemeyin."

"Bir saniye bile gerekmez, Haşmetmeap, istifa ediyorum: bunun pazarlığı yoktur."

Elim çoktan kapının kolundaydı.

"Pazarlık etmekten söz eden kim? Ben sizden bir açıklama istiyorum."

"Açıklaması yok; burama geldi artık, hepsi bu."

"Bundan öncekilerde de oranıza gelmişti, oranıza gelmesi müzminleşmiş sizde, sizin hastalığınız da bu."

Koltuğuna oturmamış, oraya saplanmıştı. O kadar sıska bir bedeni vardı ki, hep minderlerin arasından geçmesini beklerdim. Bu gövde üzerinde, bir mızrağın demirine çakılmış gibi olağanüstü şişko bir kafa usul usul sallanmaktaydı – bir arabanın arka camındaki kaplumbağa başı gibi.

"Okumaya zahmet bile etmeden bir herifin müsveddesini geri postalamışsınız. Ama faturayı ödeyen ben oldum."

"Evet, biliyorum, Mâcon bana haber verdi. Zavallı kızcağız allak bullak olmuştu. Size ters konmuş sayfa darbesini de indirdi mi?"

Sarkık yanakları arasından iyi eğleniyordu. Bu açıklama oyununa hep gelmişimdir.

"Aynen, ve binayı ateşe vermemesi bir mucize."

"Pekâlâ! Mâcon'u kovmak gerekecek, sayfaları yerine koymak onun işi. Kırılan döküleni tazminatından keseceğim."

Sıska mı sıska kollarının ucunda elleri de şişme gibiydi. Tornavidalarla oturtulmuş bebek ellerine benzer bir şey. Belki de beni heyecanlandıran şey buydu. Ne bebek elleri görmüştüm ben! Ufaklığın elleri hâlâ bebek elleriydi, kuşkusuz Verdun'ün de, minicik Verdun, en son numara. Bir ölçüde Clara'nın da tabii, yarın evlenecek olan Clara'nın da bebek elleri.

"Macôn'u kapıya koymak mı? Bütün söyleyebileceğiniz bu mu? Daha bugün altı matbaacıyı defedip işsiz bıraktınız, bu yetmiyor mu size?"

"Dinleyin, Malaussène..."

Bir açıklama yapmak zorunda olmadığını düşünen birinin sabrı.

"İyi dinleyin beni; şu sizin basımcılar albümü bana altı gün gecikmeyle vermekle kalmadılar, beni kazıkladılar da. Koklayın şunu bakayım!"

Aniden, o koca burnunun dibinde duran bir kitabı açtı: lüks yıldönümü baskısı tarzında, aslından da daha gerçek bir Delft'li Vermeer, erişilmez bir fiyatta ve asla okunmamış, tam bir dişçi muayenehanesi kitaplığına layık.

"Çok güzel," diyorum.

"Sizden bakmanız istenmiyor, Malaussène, koklamanız isteniyor. Ne kokuyor?"

Yeni kitap kokuyordu işte, yayıncının sıcak kruvasanı.

"Tutkal ve taze mürekkep kokuyor."

"O kadar da taze değil; hangi mürekkep?"

"Efendim?"

"Hangi mürekkep söz konusu?"

"Kesin alayı, Haşmetmeap, ben nerden bileyim?"

"Venelle 63, yavrum. Yedi sekiz yıl sonra harflerin etrafında hoş kızıl yansımalar yapacak ve kitabın canına okunacak. Kimyasal olarak kalıcılığı olmayan bir salaklık. Eski bir stokları olmalı, bize geçirmeyi denediler. Neyse, söyleyin bakayım şu azgın heriften nasıl kurtuldunuz siz? Geldiği gibi gitmiş, sizi mahvedebilirdi!"

Aniden konu değişikliği, bu onun yöntemiydi: bu iş dosyaya kaldırıldı, sıradaki iş.

"Onu edebiyat eleştirmenine dönüştürdüm. Eline geri alınmamış bir müsvedde tutuşturup benim olduğunu söyledim. Fikrini sordum, öğütler istedim... Felaketi önledim."
(Aslında en sevdiğim hileydi. Romanlarını reddettiğim yazarlardan yüreklendirici mektuplar alıyordum: "Bu sayfalar duygusallıkla dolu, Bay Malaussène! Bir gün başaracaksınız, benim gibi yapın, sebat edin, yazmak uzun bir sabırdır..." Derhal cevap yazıyor, tüm minnettarlığımı ifade ediyordum.)

" İşe yaradı mı?"

Saf bir hayranlıkla bana bakıyordu.

"İşe yarıyor Haşmetmeap, her defasında işe yarıyor. Ama umurumda değil. İstifa ediyorum."

"Neden?"

Sahi, neden?

"Korktunuz mu?"

O da değil. Ölümün düz bir süreç olduğuna dair azıcık kafamı ütüleyen şu mahut cümle vardı elbette ama kaçık yarma gerçekten de korkutmamıştı beni.

"Sizi üzen yayın dünyasının insanlıktan uzaklığı mı, Malaussène? Gayrimenkul işini mi yoklamak isterdiniz, petrokimyayı mı yoksa bankacılığı mı? Durun durun, benim tavsiyem Uluslararası Para Fonu: borçlarını ödeyemedi bahanesiyle, azgelişmiş bir ülkenin gıdasını kesmek, sizi bu rolde görür gibi oluyorum: operasyonun sonunda milyonlarca ölü."

Benimle hep bu erkeksi-anaç havalarda dalgasını geçerdi. Ve ne yapıp edip sonunda beni alt ederdi. Bu kez değil Haşmetmeap, bu kez değil, ben ayrılıyorum. Bunu gözlerimden okumuş olmalı, çünkü o tombiş yumrukları masasının üzerinde ters dönmüş, o koca kafası olgun bir meyve gibi sumenin üzerine düşme tehdidi içinde, şöyle bir doğruldu;

"Son kez dinleyin beni, avanak oğlu avanak..."

Kırık dökük küçük bir metal masada çalışıyordu. Odanın gerisi bir müdüriyet girişinden çok bir keşiş hücresine benziyordu. Ne kendi yeteneklerimi geliştirdiğim Louvre'un giriş salonuyla, ne de satış müdürü Calignac'ın alüminyum-cam dizaynıyla yakından uzaktan ilgisi vardı. Büro açısından binadaki herkes ondan daha iyi yerlere düşmüştü; giyim kuşam açısındansa, son basın sekreteri hanımın yarım gün çalışan sekreteri sanılabilirdi. Memurları lüks içinde çalışsınlar (evet, çalışsınlar) ve ipekler içinde şırfıntılık etsinler bayılırdı. Etrafı, kıçlarına kadar kordon ve şeritlerle süslü İmparatorluk mareşalleriyle çevriliyken, kendisi sapsade üniforması içindeki Napolyonvari yanını kurumla sergilerdi.

"Dinleyin, Malaussène, ben sizi benim yerime azarlanasınız, en uygun anda ağlayarak boktanlıkları silesiniz, kurbanlık kollarınızı alabildiğine açarak çözülmezi çözesiniz, lafın kısası sorumluluğu yüklenesiniz diye, günah keçisi olarak işe aldım. Çünkü siz müthiş yükleniyorsunuz! Siz birinci sınıf yüklenicisiniz, dünyada hiç kimse sizden daha iyi yüklenemez, neden biliyor musunuz?"

Bunu bana otuz altı defa açıklamıştı: çünkü ben, ona göre, doğuştan günah keçisiydim, bu kanımda vardı, kalbimin yerinde okları üstüne çeken bir mıknatıs vardı. Ama o gün, şunları da ekledi:

"Sadece bu değil, Malaussène, başka şey de var: merhametiniz, yavrum, merhametiniz! Ender rastlanan bir kusurunuz var: merhamet duyuyorsunuz. Az önce, benim mobilyamı un ufak eden çocukumsu yarmanın yerine acı çekiyordunuz. Ve onun çektiği acının yapısını o kadar iyi tanıyordunuz ki, kurbanı cellada, yazarı mutlak kudret sahibi eleştirmene dönüştürmek gibi dâhice bir fikir geldi aklınıza. İşte onun ihtiyacı olan şey tam da buydu. Bu kadar basit şeyleri hissedebilen sadece siz varsınız."

Büyülenmiş küçük kızla her şeyden bıkkınlık getirmiş büyücü kadın arasında, tiz mi tiz bir kaynana zırıltısı sesine sahip. Onda hınzırlığın coşkusunu ayırt etmek olanaksız. Onu keyiflendiren, şeyler değil, şeyleri anlamak.

"Siz bu aşağılık dünyanın katmerli çilekeşisiniz, Malaussène!"

Elleri burnumun dibinde şişko kelebekler gibi kıpır kıpır.

"Ben bile sizi duygulandırabiliyorum, eh anlayın artık!"

Tombul işaret parmağını çökük göğsüne dayamıştı.

"Ne zaman gözleriniz bana değse, kendi kendinize bu kadar anıtsal bir kafanın nasıl olup da böyle bir tırmığın ucunda bitebildiğini sorduğunuzu duyuyorum!"

Yanlış, bu konuda minik bir fikrim vardı: başarılı bir psikanaliz. Kafa iyileşmiş ama gövde haritadan silinmişti. Kafa doya doya iyileşmenin keyfini çıkartıyor; hayatın nimetlerinden tek başına yararlanıyor.

"Buradan benim çok özel acılarımın tarihini çıkarttığınızı görüyorum: başta mutsuz bir aşk ya da dünyanın saçmalığına dair fazlasıyla keskin bir bilinç ve son çare olarak, kalbi söküp atan ve beyni zırhla kaplayan psikanaliz, sihirli kanape, öyle değil mi? Ödemeli ego, ha?"
(Tüh be!..)

"Dinleyin Haşmetmeap..."

"Siz bana çalışanlarım arasında açık açık Haşmetmeap diyen –ötekiler gizli gizli yapıyor bunu– tek kişisiniz ve ben sizden vazgeçeyim istiyordunuz, öyle mi?"

"Dinleyin, burama geldi artık, gidiyorum, işte bu kadar."

"Ya kitaplar, Malaussène?"

Bunları ayaklarının üstünde sıçrayarak haykırmıştı.

"Ya kitaplar?"

Geniş bir el hareketiyle hücresinin dört duvarını gösterdi. Duvarlar çıplaktı. Tek bir kitap yoktu. Ama biz birdenbire Ulusal Kütüphanenin tam ortasına dalmıştık sanki.

"Kitapları düşündünüz mü?"

Kızıl öfke. Gözleri kafasından fırlıyordu. Menekşe rengi dudaklar ve bembeyaz kocaman yumruklar. Koltuğumda eriyip kalacağım yerde, ben de ayaklarımın üstünde zıpladım, ben de ağzıma geleni söyledim:

"Kitaplar, kitaplar, ağzınızdan başka laf çıktığı yok! Haydi birinin adını söyleyin bana!"

"Ne?"

"Bana bir kitap söyleyin, bir roman ismi, hangisi olursa, bir yürek çığlığı, haydi!"

Birkaç saniye kanı donmuş gibi apışıp kaldı, ona çok kötü gelen bir tereddüt.

"Görüyorsunuz işte," dedim muzaffer muzaffer, "bir tane bile çıkartamadınız işte! Bana Anna Karenina ya da Bibi Fricotin deseydiniz, kalırdım."

Ardından:

"Haydi, Julius, gidiyoruz."

Yüzü kapıya dönük vaziyette oturan köpek koca kıçını kaldırdı.

"Malaussène!"

Ama dönmeyeceğim.

"Malaussène, siz istifa etmiyorsunuz, ben sizi kovuyorum! Köpeğinizden de berbat kokuyorsunuz, Malaussène, yürekten öyle bir söz ediyorsunuz ki, sanki ağızdan gerisin geri yutuluyor! Siz sinek pisliği bir adamsınız, benim karışmama gerek kalmadan hayatın temizleyeceği enayi bir sahtekârsınız, defolun gidin Tanrı aşkına ve altı üstüne getirilen büro için de faturayı bekleyin!"

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X