Açılış Bölümü, s. 5-9
Savaş gemisinin çapı iki yüz kırk metre, boyu ise bir buçuk kilometreden biraz fazlaydı. Böyle bir kütle büyük bir yer tutar ve indiği yerde büyük bir çukur açar. Bu gemi de tarlanın birini baştan başa, ötekini de yarısına kadar kaplamıştı. Ağırlığıyla altı metre derinliğinde kalıcı bir iz bırakmıştı.
Gemide üç ayrı sınıfa ayrılabilecek iki bin kişi vardı. Uzun boylu, ince, kırışık gözlü olanlar mürettebattı. Kırpık saçlı, gıdılı çift gerdanı olanlar askerlerdi. Ve nihayet ifadesiz yüzlü, dazlak ve miyop olanlarsa bürokrat makulesiydi.
İlk sınıftan olanlar bu dünyaya, bir gezegene bir sonrakini ele geçirmeden önce aceleyle gözatıveren birinin profesyonel ama mesafeli ilgisiyle bakıyordu. Askerler yoğun bir küçümseme ve sıkıntı karışımıyla bakıyorlardı. Bürokratlar ise soğuk bir otoriteyle gözlüyorlardı. Yani herkes aklı erdiğince...
Bunlar yeni dünyalara alışıktılar. Düzinelercesiyle başetmişler, bunu sıradan bir iş haline getirmişlerdi. Yapmaları gereken, çok alışılmış, kolay çalışma tekniğinin tekrarından başka bir şey değildi; ama bu defaki farklıydı: Başları beladaydı ama bunun farkında değillerdi.
Gemiden çıkışlar sıkı bir biçimde kıdem sırasına bağlıydı. Önce İmparatorluk Büyükelçisi geliyordu. İkinci olarak, savaş gemisinin kaptanı. Üçüncü, kara kuvvetleri kumandanı, dördüncü, kıdemli kamu görevlisi.
Sonra da tabii, aynı sırayla daha küçük rütbeliler geliyordu: Ekselanslarının özel sekreteri, geminin ikinci kaptanı, kuvvet komutan vekili, sondan bir önce de divite uç takan.
Kıdemler giderek küçülüyor, bir başka rütbe, sonra bir başkası geliyordu. Ta ki sadece Ekselanslarının berberi, ayakkabı boyacısı ve uşağı, alt A.U. (Adi Uzaylı) tabakasına mensup mürettebat, erler ve kadrolu olup kendilerine ait bir masaya sahip olacakları günün hayalini kuran birkaç geçici mürekkep hokkası doldurucusu kalana kadar... Bu sonuncu şanssızlar grubu geminin temizlenmesi ve sigara içmekten kaçınılması için emirle gemide kalıyorlardı.
Bu dünya, yabancı, düşman ve çok iyi silahlanmış olsaydı, Kutsal Kitap'taki sonuncunun birinci ve birincinin sonuncu olacağına dair vaat örnek alınabilir ve çıkış sırası tersine döndürülebilirdi. Resmen yeni olsa da bu gezegen gayri resmi olarak yeni değildi ve elbette yabancı değildi. İki yüz ışık yılı öncesinin tozlu dosyalarında ve Defteri Kebirlerde gizli bir rakam olarak kaydı vardı. Ve hasadı gecikmiş olgun "meyva" olarak sınıflandırılmıştı. Başka yerlerde daha da olgunlarının mevcut oluşu nedeniyle bunun hasadında hayli geç kalınmıştı.
Kayıtlara bakılırsa, bu gezegen Büyük Patlama'nın hemen ardından oluşan çok çeşitli dünyaların en dış kenarındaydı. Her okul çocuğu Büyük Patlama'yı bilirdi. Atom enerjili roketlerin yerini Blieder enerjili roketler aldığında, insan kitlelerinin şiddetle kendi sistemlerinden fırlayarak uzaya yayılmalarına verilen gösterişli addan başka bir şey değildi bu ve gerçekten de evreni emirlerine amade kılmıştı.
O sıralarda, yani bundan üç ilâ beş yüz yıl önce daha iyi başka diyarlar olabileceğini düşünen her aile, her grup, her inanç sahibi ya da her klik yıldız yollarına düştü. Tedirginler, hırslılar, halinden hoşnut olmayanlar, garip kişiler, topluma uyum sağlayamayanlar, kıpır kıpır kurtlu kaşarlar ve sadece meraklı turşucular: düzinelerle, yüzlerle, binlerle gürül gürül gittiler.
Şöyle böyle iki yüz bini sözünü ettiğimiz bu dünyaya geldi. En sonuncuları üç yüz yıl önce geldi. Her zaman olduğu gibi, gelenlerin yüzde doksanını ilk gelenlerin arkadaşları, yakınları ya da tanıdıkları, Eddie amcanın yahut iyi kalpli ihtiyar Joe'nun cesur girişimini örnek alanlar oluşturuyordu.
Eğer o günden bugüne altı yedi misli çoğaldılarsa şimdi milyonlarca olsalar gerekti. Başlangıçtaki esas güçlerinin çok üstünde büyümüş olmalılardı. Ne var ki, bu süre içinde ortaya büyük kent namına bir şey çıkmamış gibi görünüyordu. Pek çok orta büyüklükte ya da ufak kasaba, çok sayıda da köy vardı.
Ekselansları ayaklarının altındaki çimene beğeniyle baktı. Bir yaprak kopardı. Eğilirken de homurdandı. Öyle bir vücut yapısı vardı ki, onun için bu çaba atletik bir zaferle eşdeğerdeydi; karnı acıdı.
"Dünyada yetişen türden bir çimen. Dikkat ettiniz mi Kaptan? Bir rastlantı mı bu, yoksa gelirken tohumunu yanlarında mı getirmişler?"
"Büyük olasılıkla rastlantı," dedi Kaptan Grayder. "Şimdiye kadar çimenli dört dünyaya rastladım. Başkalarının olmaması için de hiçbir neden yok."
"Sanırım yok."
Ekselansları gözlerini uzaklara çevirdi, baktı. Gözlerinde sahip olmanın gururu vardı.
"Orada toprağı süren biri var galiba. Tombul iki tekerlekli küçük bir makine kullanıyor. Bu kadar geri kalmış olamazlar. Hımm!" Çift gerdanlı çenesini sıvazladı. "Buraya getirin onu. Bir konuşalım bakalım, nereden başlayacağımıza karar verelim."
"Başüstüne," dedi Kaptan Grayder ve askerlerin başı olan Albay Shelton'a döndü, ilerideki adamı işaret edip, "Ekselansları şu çiftçiyle konuşmak istiyorlar," dedi.
Shelton Binbaşı Hame'e "Ekselansları derhal çiftçiyi emrediyorlar," dedi.
Hame Yüzbaşı Deacon'a emretti: "Çiftçiyi buraya getirin! Derhal!"
Deacon Başçavuş Bidworthy'ye "Gidin şu çiftçiyi getirin," dedi. "Acele edin! Ekselansları bekliyorlar!"
Başçavuş iri kıyım, kırmızı yüzlü bir adamdı. Etrafına bakındı, daha küçük rütbeli birini aradı. Hepsinin de gemiyi temizlediklerini ve sigara içirmediklerini hatırladı. Anlaşıldı, kendisi seçilmişti.
Dört tarlayı geçip sesini duyurabileceği bir mesafeye gelince esas duruşa geçti ve kışla usulü seslendi: "Heyy sen!" Aceleyle elini salladı.
Çiftçi durdu. Alnını kuruladı. Çevresine bakındı. Davranışı, savaş gemisinin dev cüssesinin buralarda madeni beş kuruşluk paralar misali bir serap olduğu izlenimi veriyordu. Bidworthy tekrar el salladı. Bunun kesin bir çağrı emri havasında olmasına özen gösterdi. Çiftçi de sakin sakin ona el salladı ve toprağı sürmeye devam etti.
Başçavuş Bidworthy, söylenip bittiğinde "Canım benim!" demeye gelen bir deyim kullandı ve elli adım yaklaştı. Şimdi karşısındakinin çalı gibi kaşlı, yüzü köseleye benzeyen biri olduğunu görebiliyordu.
"Heyy!"
Çiftçi toprağı sürmeyi tekrar bıraktı. Bir şaftın üzerine dayandı, dişlerini karıştırdı.
Son üç yüz yıl süresinde eski Dünya dilinin yerini bir başka lehçenin almış olabileceği düşüncesiyle dehşete düşen Bidworthy, "Beni anlıyor musunuz?" diye sordu.
"Kim kimi anlayabiliyor ki?" diye sordu çiftçi açık seçik bir dille. İşine döndü. Bidworthy bir an şaşkınlaştı. Kendini toplayınca alelacele "Ekselansları Yeryüzü Büyükelçisi derhal seninle konuşmak istiyorlar," dedi.
"Öyle mi," dedi çiftçi kuşkuyla onu süzüp. "Onun ekselans olduğu nereden belli?"