Açılış bölümü, s. 5-10
Uyanmak, varım ve şu anda demekle başlar. Uyanan şey, bir süre gözlerini dikip tavana bakar, sonra bakışlarını kaydırır, ta ki ben'i tanıyıncaya, buradan da ben benim ve şu anda varım'ı çıkarsayıncaya kadar. Ardından buradayım gelir, ve en azından, olumsuz da olsa, bir güvence verir; çünkü uyananın, bu sabah kendisini bulmak istediği yerdir burada; evimdeyim denen yer.
Ama şu anda, sadece şu an değildir. Şu an aynı zamanda soğuk bir uyarıdır da; dünden tam bir gün sonra, geçen yıldan bir yıl sonra. Her şu an'ın üzerine yapıştırılmış, bütün geçmiş şu anlar'ı geçersiz kılan bir tarih vardır, ta ki –er ya da geç– belki –hayır, hayır belki değil– kuşkusuz; o an gelecektir.
Korku, vagus sinirini çimdirir. Orada, dışarıda bir yerlerde, tam önünde bekleyen bir şeylerden hastalıklı bir çekinme, sakınma.
Ama bu arada beyin kabuğu, o acımasız zorba, merkezi denetim sistemlerindeki yerini almış, onları birbiri ardınca sınamaktadır; bacaklar gerilir, bel bir kavis çizerek çukurlaşır, parmaklar sıkılır, gevşetilir. Ve sonra bütün bu iç iletişim sisteminin üzerinden günün ilk buyruğu verilir: KALK.
Beden söz dinler, kendini yataktan çeker kaldırır –kireçlenmiş başparmaklarla sol dizdeki sızı, canını yakmakta, spazmlar geldikçe midede hafif bir bulantı– ayaklarını sürüye sürüye banyoya yollanır, orada idrar torbası boşaltılır ve bedenin ağırlığı ölçülür; o kadar jimnastiğe rağmen altmış sekiz kilonun biraz üzerinde! Sonra aynanın önüne.
Orada gördüğü, bir yüzden çok, berbat bir yüz ifadesi. İşte o yüzün kendine ettikleri, yaşadığı elli sekiz yıl boyunca nasılsa içine düşmeyi başardığı berbat durum; anlatımını donuk yorgun gözlerde, şiş bir burunda, sanki kendi toksinlerinin eksikliğiyle kenarlarından aşağı çekilip büzülmüş bir ağızda, kaslarının palamarından çözülmüş sarkan yanaklarda, küçük küçük kırışıklıklarla kat kat olup sarkmış boyunda bulan bir perişanlık. Ölesiye yorgun düşmüş bıkkın bir yüzücü, ya da koşucunun dış görünüşü; gene de durmak söz konusu değil. Karşımızda duran yaratık düşüp ölünceye kadar didinip duracak. Kahraman filan olduğu için değil. Başka seçenek düşünmediği için.
Aynaya gözlerini dikmiş baktıkça, aynadaki yüzünün içinde birçok başka yüz görüyor –çocuğun, ergenin, delikanlının, artık çok genç olmayan erkeğin yüzlerini–, yüzlerin hepsi birbirlerinin üzerine yansıtılmış fosiller gibi orada saklı, ve hepsi de fosiller gibi ölü. Bu ölmekte olan canlıya söyledikleri şu: Bak bize –biz öldük– ne var korkacak?
Onlara cevabı: Ama o sizin dediğiniz zamanla olmuştu, öyle kolaydı ki. Ben aceleye getirilmekten korkuyorum.
Gözlerini dikmiş bakıyor, bakıyor. Dudakları aralanıyor. Ağzından soluk alıp vermeye başlıyor. Ta ki, beyin kabuğu, sabırsızlıkla yıkanmasını, traş olmasını, saçını taramasını buyuruncaya kadar. Çıplaklığı örtülmeli. Elbiselerle kuşatılıp gizlenmeli, çünkü dışarıya, öteki insanların dünyasına çıkıyor; ötekiler onu tanıyabilmeliler. Davranışları onlar açısından kabul edilebilir olmalı.
Söz dinliyor, yıkanıyor, traş oluyor, saçını tarıyor; çünkü başkalarına karşı olan sorumluluklarını kabul ediyor. Onların arasında yeri olduğu için memnun hatta. Kendisinden ne beklendiğini biliyor.
Adını da biliyor. Adı George.
Elbiselerini üzerine geçirdiğinde, o şey, o adam olmuştur artık – tümüyle dışarıdakilerin görmek istedikleri ve tanımaya hazır oldukları George değilse de, üç aşağı beş yukarı George'dur artık. Sabahın şu saatinde onu telefonla arayanlar, konuştukları kişinin ancak dörtte üç insan bir yaratık olduğunu bilseler şaşar, hatta korkarlardı. Ama elbette, hiçbir zaman bilemeyecekler – bu yaratık onların tanıdığı George'un sesini neredeyse kusursuz taklit edebilmektedir. Charlotte bile yanılanlardandır. Yalnızca bir iki kere tekinsiz bir şeyler sezmiş ve "Geo – iyi misin sen?" diye sormuştur.
Çalışma odam adını verdiği ön odayı boylu boyunca geçiyor ve merdivenlerden aşağı iniyor. Merdiven bir dönemeç yapar; basamaklar dar ve dik. Dirsekleriniz iki yandaki trabzanlara değer, George gibi sadece 1.72 boyunda da olsanız başınızı eğmek zorunda kalırsınız. Burası kılı kılına tasarımlanmış küçük bir evdir. Çoğu kere bu evin küçüklüğü onda bir korunma duygusu uyandırır; burada kendini yalnız hissetmeye yetecek yer yoktur.
Gene de–
Bu küçük yerde gün be gün, yıllarca birlikte yaşayan iki insan düşünün, dirsek dirseğe durup aynı küçük ocağın başında yemek pişiren, dar basamaklarda geri çekilerek birbirine yol veren, aynı küçük banyo aynasının önünde durup traş olan, durmadan birbirini dürtükleyen, itekleyen, birbirinin vücuduna yanlışlıkla ya da bilerek, sevişmek ya da dövüşmek isteyerek, beceriksizce ya da sabırsızca, aşkla ya da öfkeyle çarpan iki insan – ardlarından her yerde, görünmez de olsa ne derin izler bırakmışlardır bu iki kişi, bir düşünün! Mutfak kapısı çok dar yapılmış. Ellerinde yemek tabakları, acelesi olan iki kişinin eşikte çarpışmamaları imkânsız. İşte George hemen hemen her sabah tam bu noktada, merdivenin en alt basamağına ulaştığında, kendini ansızın karşısına çıkan, hoyratça kırılıp ikiye bölünmüş, tırtıklı bir bıçak ağzında bulma duygusunu yaşıyor. Sanki toprak kaymış da bütün izler kaybolmuş gibi. İşte burada duruyor ve sayrıl bir tazelikle, sanki ilk kereyi yeniden yaşar gibi biliyor: "Jim öldü. Öldü."
Hiç kıpırdamadan, ses çıkarmadan, ya da çok çok, kısa bir hayvan hırıltısı çıkararak sancının geçip gitmesini bekliyor. Sonra mutfağa giriyor. Bu sabah sancıları duygusallıkla geçiştiremeyecek kadar acılı. Ardlarından sadece bir hafifleme hissediyor. Kötü bir adale kasılmasını atlatmak gibi bir şey.
Bugün karıncaların sayısı artmış, mutfağın zemininde bir sütun çizerek lavaboya tırmanıyor, reçellerle balı sakladığı dolabı tehdit ediyorlar. Her zamanki gibi inatla, karıncaları filit sıkarak yok ediyor ve birden bu işi yaparken kendini görüyor: bu öğretici, hayranlık uyandırıcı varlıklar üzerinde zorla kendi iradesini kullanan inatçı, kötü niyetli bir ihtiyar. Evrim krallığında hiçbir yerleri olmayan eşyalar –kap kacak, çatal bıçak, kavanozlar, şişeler– oldukları yerde durmuş seyrederken, dirimi yok eden dirim. Neden? Neden? Bizi doğal müttefiklerimizle, zorbalığının ortak kurbanları olduğumuz yaratıklarla karşı karşıya getirerek varlığını görmezlikten gelmemizi isteyen kozmik bir düşman, zorbalar zorbası biri mi var? Ama heyhat, George bütün bunları aklından geçirdiğinde, karıncalar çoktan ölmüş, ıslak bir bezle temizlenip lavabonun deliğinden aşağı yollanmışlar bile.
Kendisine bir tabak domuz pastırmalı yumurta, kızarmış ekmek ve kahve hazırlıyor, mutfak masasına oturup yemeye hazırlanıyor. Bunları yaparken, ta yıllar önce İngiltere'de geçen çocukluğunda dadısının öğrettiği bir çocuk şarkısı hiç gitmiyor kulağından:
Yumurtayla kızarmış ekmek ne güzel gider.
(Hâlâ capacanlı gözünün önünde; kır saçlı, parlak fare gözlü, çocuk odasına tepsiyi getiren tobul küçük bir gövde, onca basamağı tırmanmaktan nefes nefese kalmış. Basamakların dik oluşuna söylenir, onlara "Tahtadan Dağlar" derdi – çocukluğunun büyülü laflarından biri.)
Yumurtayla kızarmış ekmek ne güzel gider,
Bir yiyen bir daha yesem der!
Ah, o çocuk odası hazlarının iç burkacak kadar güven vermekten uzak kuytuluğu! Küçükbey, George, keyifle yumurtasını yiyor; dadısı onu seyrediyor ve o canım, minicik lanetlenmiş dünyalarında her şeyin yolunda gittiğini söylemek ister gibi gülümsüyor!
Jim'le edilen kahvaltılar birlikte geçen günün en güzel saatlerindendi. En güzel sohbetler ancak o sırada, ikinci ya da üçüncü fincan kahvelerini içerken yapılırdı. Akıllarına gelen her şeyden konuşurlardı. Ölümden de elbette – öldükten sonra canlı kalmayı sürdüren bir şey var mıdır, varsa ne olabilir? Anında ölmekle, ölmek üzere olduğunu bilmenin görece iyi ve kötü yanlarını bile tartışmışlardı. Ama George şu anda dünyada hatırlamıyor, Jim'in bu konudaki görüşlerinin neler olduğunu. Böyle meseleleri ciddiye almak zordur. Öyle akademik gelir ki insana bunlar.
Diyelim ki ölüler gerçekten de yaşayanları ara sıra yokluyor. Yaklaşık Jim diye tanımlayabileceğimiz bir şeyler, George başının çaresine bakıyor mu diye bir göz atmak üzere geri gelebilir. Peki bu bir işe yarar mı? Hatta değer mi? Bu olsa olsa bir an için özgürlüğünün uçsuz bucaksız sokaklarından içeriye göz atmasına izin verilen başka ülkeden bir konuğun kısacık bir ziyarete gelmesi, camın gerisinde, ta uzakta, daracık odada tek başına küçük bir masanın başına oturmuş, uslu uslu, görev gibi yumurtasını yiyen birini, o müebbet mahkûmunu görmesi gibi bir şey olmaz mıydı?