Bölüm 1, "Temel Zorlama Elkitabı", s. 11-18
Bugünlük Bir Düşünce: Bir santim yanlarına yaklaş, kıyameti koparırlar.
Veri Kurtarma
Çelik sandalyedeki adam odanın beyaz duvarları gibi çıplaktı. Kafasını ve vücudunu tamamen kazımışlardı; sadece kirpikleri kalmıştı. Kafa derisinin, şakaklarının gözlerine yakın yerlerinin, ağzının iki yanının, boğazının, kalbinin, karın boşluğunun ve ayak bileklerine inen her ana lenf bezinin üzerine minicik yapışkan kâğıtlarla tutturulmuş alıcılar yerleştirilmişti.
Her bir alıcıdan örümcek ağı kadar ince bir tel –çelik sandalye ve diğer iki yumuşak oturaklı sandalye hariç– odadaki tek eşyaya uzanıyordu. Bu, iki metre eninde ve bir buçuk metre yüksekliğinde, yumuşak sandalyelerden birine kolaylık sağlayacak biçimde eğimli tepesinde görüntü ekranları ve sinyal ışıkları bulunan bir veri-çözümleme konsoluydu.
Ayrıca, çelik sandalyenin arkasından dirsek gibi uzatılmış ayarlanabilir çubukların üzerinde mikrofonlar ve bir üç boyutlu TV kamerası vardı.
Kafası kazınmış adam yalnız değildi. Odada üç kişi daha vardı: alıcıların yerlerini kontrol etmekle meşgul, beyaz, parlak bir tulum giymiş, genç bir kadın; göğsüne, üzerinde resmi ve adı –Paul T. Freeman– bulunan bir kart ilişik, koyu kırmızı yelekli, son moda bir kostüm giyinmiş, zayıf, siyah bir adam ve elli yaşlarında, lacivert kostümlü, tıknaz, göğsündeki kartta Ralph C. Hartz yazılı beyaz bir adam.
Manzaraya uzun uzun baktıktan sonra Hartz konuştu:
"Demek diğerlerinden daha uzağa daha hızlı giden ve daha uzun süreyle ortadan kaybolan kaçak bu."
"Haflinger'ın kariyeri," dedi Freeman kibarca, "gayet etkileyici. Dosyasını okudunuz mu?"
"Elbette. Onun için buradayım ya. Ataç bir içgüdü belki ama bu kadar şaşırtıcı bir kişilikler serisine bürünmüş adamı gözlerimle görmek istedim doğrusu. Ne yapmış değil, ne yapmamış demek daha doğru olur. Ütopya mucidi, hayat tarzı danışmanı, Delfi kumarbazı, bilgisayar-sabotaj danışmanı, sistem modernleştiricisi ve Allah bilir daha ne."
"Rahip," dedi Freeman. "Bugün o alana doğru ilerliyoruz. Ama önemli olan çalışmış olduğu değişik mesleklerin sayısı değil. Önemli olan, arka arkaya büründüğü benlikler arasındaki tezat."
"İzini mümkün olduğunca etkili bir şekilde silmeye çalışması normal değil mi?"
"Mesele o değil. Bunca zamandır elimizden kaçmış olması, bunalım refleksleriyle yaşamayı, hatta bir dereceye kadar onları kontrol etmeyi öğrenmiş olduğunu gösterir, hem de senin benim yeni bir eve taşınmanın şokunu hafifletmek için alacağı piyasadaki normal sakinleştirici ilacı kullanarak, üstelik pek az miktarda."
"Hımm..." Hartz düşündü. "Haklısın; gerçekten inanılmaz bir şey bu. Bugünkü seansa hazır mısın? Burada, Tarnover'da harcayacak fazla zamanım yok da."
Beyaz, plastik kıyafetli kız kafasını kaldırmadan, "Evet, efendim, başlamaya hazır," dedi.
Kız kapıya yöneldi. Freeman'ın işaret ettiği yere oturan Hartz şüpheyle, "İğne filan yapmayacak mısın? Tamamen uyuşmuşa benziyor," dedi.
Veri konsolunun yanındaki sandalyesine yerleşen Freeman, "Hayır, ilaç kullanmıyoruz," dedi. "Hareket merkezlerine elektrik akımı veriyoruz. Uzmanlık alanlarımızdan biri anlayacağınız. Şu düğmeye bastığım anda bilinci yerine gelecek – yürüme yetisi değil tabii. Yeterince ayrıntılı bir şekilde cevap vermesine yetecek kadarı. Bu arada, işe başlamadan, şimdiye kadarki kısmı anlatayım. Dün, aşırı derecede yüklü bir imaja rastlayınca ara vermiştim, onun için şimdi onu aynı güne geri döndüreceğim ve aynı şeyi tuşlayacağım, bakalım olay nasıl gelişecek."
"Ne tür bir imaj?"
"Karanlıkta deli gibi koşan on yaşlarında bir kız çocuğu."
Kimlik Belirleme Amacıyla
Halihazırda ismim Arthur Edward Lazarus, meslek rahip, yaş kırk altı, bekâr: Sonsuz İçgörü Kilisesi'nin kurucusu ve sahibi; kilise, Toledo, Ohio yakınlarında, insanların arabalarını park edip film seyrettikleri eski bir sinema salonundan dönme bir yer (bir kilise için başarılı bir dönmeden daha iyi başlangıç olur mu?), sinema yıllardır kullanılmaz haldeymiş, insanlar artık sinemaya gitmediği için değil de –hâlâ film yapıyorlar, korsan üçbevizyon uydularını anında yörüngeden çıkaran büyük ekran pornolarının her zaman seyircisi vardır– Protestan bir kabile olan Billyking'ler ile Katolik bir kabile olan Grailer'lar arasında anlaşmazlık konusu olan bir arazide bulunduğu için. Kimse mülkü kabileler tarafından yakılsın yıkılsın istemez. Bununla birlikte, genelde kiliselere saygılıdırlar, ayrıca en yakın Müslüman kabilenin, Cihad Bebekleri'nin, arazisi batıya doğru on mil uzakta.
Kodum, tabii, 4GH ile başlıyor, bu altı yıldır böyle.
Benliklere not: 4GH'lerin statüsünde bir değişiklik olmuş mu, özellikle de yeni devreye sokulmuş daha iyi bir şey var mı, öğren... imanla aranacak bir komplikasyon.
Mahir-Şalal-Haş-Baz
Kız üzüntüden kör bir halde, saatin dakikalarından daha hızlı hareket eden ekstradan bin yıldızla dolu bir göğün altında koşuyordu. Haziran gecesinin havası boğazını tozla törpülüyor, bacaklarındaki, karnındaki, hatta kollarındaki her kas ağrıyor, ama var gücüyle koşmaya devam ediyordu. Hava öyle sıcaktı ki, gözlerindeki yaşlar daha akmadan kuruyordu.
Bazen, yıllardır tamir görmemiş de olsa gayet sağlam, düz sayılabilecek bir yolda koşuyordu, bazen de engebeli arazide; bunlar belki operasyonları sahipleri tarafından yörüngeye aktarılmış eski fabrikaların veya çok eski bir ayaklanmada kabilelerce yakılıp yıkılmış evlerin bulunduğu sahalardı.
İlerdeki karanlıkta ışıklar ve bir otobanın kenarındaki ışıklı panolar göründü. Panoların üçü bir kilise reklamıydı, cemaatinin kayıtlı üyelerine bedava Delfi danışmanlığı öneriyordu.
Deli gibi etrafına bakınarak, iyice görebilsin diye gözlerini kırpıştırarak, dev gibi, çok renkli bir kubbe gördü, sanki kirpi balığından yapılmış bir abajur şişirilerek bir balinadan daha büyük hale getirilmiş gibi.
Kızın, sandaletler hariç, üzerindeki tek giysi olan kâğıt elbisenin içine gizlenmiş bir izbulucu vasıtasıyla emin bir mesafeden onu takip eden adam, elektrikli otomobilinin içinde esnemelerini tutamıyor ve bu pazar günü takip fazla uzun veya fazla sıkıcı olmasın diye dua ediyordu.
Büyük Balığın Karnında Cüzi Kâr
Kiliseye başkanlık etmenin dışında, Rahip Lazarus aynı zamanda kilisede yaşıyordu, evi önceden yirmi metre yükseklikte bir projeksiyon ekranı olan kozmoramik sunağın arkasında park edilmiş bir karavandı. Yoksa bir vaiz hem o kadar mahremiyeti hem de o kadar geniş alanı bir arada nerede bulabilirdi?
Çok renkli plastik kubbesini –üç yüze iki yüz doksan metre yükseklikte– devamlı şişkin tutan kompresörün hiç durmayan uğultusunun içinde, karavanın burun kısmındaki minik ofisindeki masasında yalnız başına oturmuş, o gün toplanan paralardan kalan hasılatı hesaplıyordu. Kaygılıydı. Ayinlerinde müziği sağlayan grupla olan anlaşması yüzde üzerindendi, ama bin kişiyi garanti etmek zorundaydı, fakat kilise eskidikçe gelenlerin sayısı azalıyordu. Bugün sadece yedi yüz kişi gelmişti: otobana geri çıkarlarken trafik tıkanmamıştı bile.
Üstelik, kilise açıldığından bu yana geçen dokuz ay süresince ilk defa, bugünün hasılatında nakitten çok senet çıkmıştı. Nakit para eskisi kadar dönmüyordu – en azından bu kıtada; ödeme-sakıncalı bölgeler hariç, buralarda insanlar yirmi birinci yüzyılın en pahalı cihazlarından bazılarını kullanmadıkları için Federal hükümetten teberru alırlardı, ama bir pazar günü, yani normalde kapalı oldukları gün, Federal kredi bilgisayarlarına bağlanmak için bayağı fazla bir ücret ödemek gerekiyordu, buna da kendininki dahil çoğu kilisenin gücü yetmezdi. Onun için kiliseye gelenler genelde yanlarında bozuk veya kâğıt para ya da üye olduklarında kendilerine verilen küçük senet defterlerini getirmeyi unutmazlardı.
Fakat bütün bu senet işinin kötü tarafı şuydu ki –bu tecrübeyle sabitti– yarın bunları bankasına sunduğu zaman en azından yarısı GEÇERSİZ olarak geri gelecekti: Bağışlanan miktar büyüdükçe bu geçersizlerin sayısı da çoğalıyordu. Bunlardan bazısını verenler öylesine boğazına kadar manasız borçlara gömülmüş kişilerdi ki bilgisayarlar hayati olmayan masraflarını yasaklamışlardı; yeni bir kilisenin birçok şok kurbanını cezbetmesi kaçınılmazdı tabii. Ama bazıları da bir aile kavgası sonucu o gece iptal edilirdi: "Ne kadar krediledin? Allahım, senin gibi bir gerzeği hak etmek için ne yaptım ben? O senedi derhal iptal et!"
Yine de bazıları bilmeden cömert davranmıştı. Elliden fazla bakır dolardan oluşan bir öbek vardı, asteroid maden cevherleri yüksek geçirgenlikteki metaller bakımından fakir olduğu için bu, bir elektronik firması için üç yüz dolar demekti. Parayı hurda için satmak yasadışıydı ama bunu herkes yapıyordu; elden düşme bir evin çatı arasında eski tencereler bulduk veya bahçeyi kazarken kullanılmayan bir kablo bulduk diyorlardı.
Halka açık Delfi panolarında şu anda en gözde olan tahmin, bir dahaki sefere piyasaya sürülecek bir dolarların ancak bir iki sene ömürlü plastikten olacağıydı. Eh, para ne kadar bozuk olursa o kadar kolay ayrışır...
Bakır paraları saymadan maden eriticisine attı, çünkü önemli olan çıkacak külçenin ağırlığıydı ve bugünkü işine son vermeden önce yapması gereken diğer işe döndü: cemaatin doldurduğu Delfi formlarının analizi. Nisan ayındakine kıyasla çok daha az form vardı: O zaman bin dört yüz veya bin beş yüz form garanti olurdu, oysa bu haftalık miktar bunun yarısı bile değildi. Gerçi yedi yüz küsur görüş bile çoğu kişinin umduğundan fazlaydı, hele millet şiddetli depresyon veya başka bir hayat tarzı krizinin pençesindeyken.
Cemaatinin hepsi hayat tarzı krizi içindeydi zaten.
Formlarda her biri kişisel bir sorunu basit bir dille özetleyen bir dizi rapor bulunuyordu, arkasından da kilisenin kayıtlı üyelerini bir çözüm sunmaya davet eden bir cevap boşluğu. Bugün sadece dokuz madde vardı – formun arka sayfasına devam etmek zorunda kaldığı o muhteşem bahar günlerine kıyasla acı bir tezat. Şimdi bu haber ağızdan ağıza yayılıyor olmalıydı: "Geçen sefer çözümlenecek sadece dokuz madde verdiler, demek ki gelecek pazar..."
Çığ gibi büyümenin tersi nedir? Çığ gibi erime mi?
Eski yüksek umutları kırıldığı halde, işini layıkıyla yapmaya karar verdi. Bunu hem kendine, hem ayinlerine düzenli olarak gelenlere, hepsinden çok da bugün kendi ıstırap çığlıklarına kulak misafiri olan kişilere borçluydu.
Listedeki Madde A'yı es geçti. Bunu cazip bir yem olarak kendi uydurmuştu. İnsanların dikkatini çekmek için, sonunda basına yansıyacak tipte bir skandal gibisi yoktu. Yem, çok yakında bir gün bir haber bülteni duyabilecekleri ve birbirlerine şöyle diyebilecekleri umuduydu: "Hani şu kızıyla uğraştığı için vurulan herif vardı ya – hani kilisede yapmıştık, hatırladın mı?"
Dünle kurulan bir bağ, zayıf ama değerli.
Hayalinde uydurduğu şeyi ekşi bir ifadeyle tekrar okudu: On dört yaşında bir kızım. Babam her zaman sarhoş ve bana fişi takmak istiyor, içkiye o kadar çok para krediliyor ki dışarı çıkınca bana harcayacak bir şey kalmıyor, onun için el koydular...
Cevapların basmakalıplığı iç karartıcıydı. Kız mahkemeye başvurmalı ve rüştünü ispat ettirmeli, durumu derhal annesine bildirmeli, babasını kendi ismini vermeden ihbar etmeli, kredisini bloke ettirmeli, evden kaçıp bir yeniyetme yurduna sığınmalı – vesaire.
"Tanrım!" dedi havaya. "Günah çıkartma odacığıma bir bilgisayar programlayıp yerleştirsem, insanlara bundan daha iyi akıl verirdi!"
Bu projeyle ilgili hiçbir şey umduğu gibi gitmiyordu.
Üstelik, bir sonraki madde gerçek bir trajediyi yansıtıyordu. Hâlâ genç, otuz yaşlarında, diplomalı bir elektronik mühendisi olan ve altı aylık bir kontratla yörüngeye giden ve osteokalkolize –sıfırın altında şartlarda kalsiyum ve diğer minerallerin iskeletten kaybolması– maruz kalmış olduğunu çok geç fark eden, işinden ayrılmak zorunda kalan ve şu anda, ayağı takılıp düşse bile kemiklerini kırma tehlikesi içinde olan bir kadına nasıl yardım edilebilirdi? Loncası, temyiz hakkı olmaksızın, kontratını ihlal ettiğine karar vermişti. Avukata ödenecek parayı kazanmak için çalışmadıkça mevkiini geri almak üzere dava açamazdı, lonca izin vermedikçe de çalışamazdı... Yani kısır bir döngü.
Yeni, cesur dünyamızda birçok yeni, cesur dert var!
İçini çekerek formları topladı ve masa bilgisayarının okuma merceğinin altına yığdı, bilgisayar bunları birleştirecek ve bir hüküm verecekti. Bu kadar az form için halka açık ağda zaman kiralamaya değmezdi bile. Hava kompresörünün mırıltısına kâğıt ayırıcının plastik parmaklarının hışırtısı karışmıştı.
Bilgisayar elden düşme ve neredeyse Nuh Nebi'den kalmaydı, ama genelde işe yarardı. Onun için, utangaç çocuklar ve kaygılı ebeveynleri, sağlıklı fakat tarifsiz derecede mutsuz orta yaşlılar ve kederli ihtiyarlar ruhsal güven tazelemeden paylarını almak için geri geldiklerinde, her biri ellerinde kâğıt bir kamışla, yani eski moda mutlak otorite kokan bir sertifikayla evlerine dönerlerdi: başlıkları ahte altın rengiyle basılmış ve en az .....* yüz danışmanın katkılarına dayalı hakiki ve yasal bir Delfi değerlendirmesi olduğunu beyan eden (* rakamı yaz; toplam 99'u geçmezse belge geçersizdir) ve eşit tanıklar/noter tasdiki** (** ikisinden birini seç ve diğerini sil) huzurunda yeminle ..... (gün) ..... (ay) 20 ..... (yıl) tarihinde takdim edilmiş bir sertifika.
Bu iğreti, pespaye şey, cemaati kendine ait ehil bir CIMA bahsine çevirme ve kendine, üzerinde durup dünyayı yerinden oynatacak bir yer açma planlarının çöküşünün abidesiydi. Yanlış bir taktik seçmiş olduğunu artık anlamıştı, ama Ohio'ya ilk geldiği zamanları düşündükçe hâlâ içi sızlıyordu biraz.
Gerçi hiç değilse yaptıkları birkaç kişiyi uyuşturucudan, intihardan veya cinayetten kurtarmış olabilirdi. Başka bir işe yaramamış olsa da, bir Delfi sertifikası şu bilinçaltı izlenimi yansıtıyordu: Demek ki bir önemim var, çünkü burada diyor ki yüzlerce kişi benim sorunlarım üzerinde kafa yormuş!
Ayrıca, topluluğun bilmeden yaptığı tavsiyeleri kullanarak halka açık panolarda bir-iki vurgun vurmuştu.
Bugünlük işi bitmişti. Ama karavanın yaşama bölgesine gidince hiç de uykusu olmadığını fark etti. Birine telefon edip bir çitleme oyunu oynamayı düşündü, ama buraya ilk geldiği zaman bağlantı kurduğu yerel rakip oyuncuların sonuncusunun da taşınmış olduğunu sonradan hatırladı ve saat 23.00, Ohio Eyalet Çitleme Komitesi'ni arayıp başka bir oyuncu bulmak için çok geçti.
Onun için çitleme ekranı, ışıklı kalemi ve skor yazıcısıyla beraber tüpünün içinde katlı kaldı. Kendini bir saat boyunca üçbevizyon seyretmeye adadı.
Kilisesine ilk katılanlardan biri, aşırı bir cömertlik göstererek acayip pahalı bir hediye, zevkine göre programlayabileceği ve uygun bir yayın gösteren kanalı otomatik olarak seçecek bir monitör vermişti ona. Bir koltuğa yerleşti ve monitörü açtı. Ekran hemen aydınlandı ve Jamaika'daki muhalefet partisine gelecek seçimlerde hükümeti devirmek üzere adadaki yaygın kıtlık problemi konusunda ne yapılabileceğine dair akıl vermesinin istendiğini gördü. Şu anda fikirlerin çoğunluğu, bir hava gemisi satın alıp kıtlığın en fazla olduğu bölgelere havadan sentetik gıda paketleri atmaları önerisi etrafında yoğunlaşmıştı. Bu işe uygun bir hava gemisinin maliyetinin yedi sıfırlı rakamlara ulaşacağını, oysa Jamaika'nın her zamanki gibi topu atmış durumda olduğunu şu ana kadar hiç kimse kaale almışa benzemiyordu.
Bu gece olmaz! Daha fazla aptallığa katlanamayacağım!
Ama bu kanalı reddedince ekran karardı...