Birinci ve ikinci bölüm, s. 9-17
I
Belleville'de kış. Beş kişi vardı. Buz tabakasını da sayarsak altı. Hatta Ufaklık ile beraber fırına giden köpeği de sayarsak yedi. Saralı bir köpekti, dili de yandan sarkıyordu.
Buz tabakası Afrika haritasına benziyordu, yaşlı hanımın geçmeye başladığı yolun üstünü tamamen kaplıyordu. Evet, buz tabakasının üstünde bir kadın vardı; ayakta, çok yaşlı, sarsak. Milimetrik bir dikkatle sürüdüğü terlikleriyle ilerliyordu. Kulağında bir işitme aleti, omuzlarında eski bir şal vardı, içinden pörsük bir pırasanın çıktığı bir sepet taşıyordu. Terliklerini sürüye sürüye ilerleyerek, Afrika şeklindeki tabakada Sahra çölünün ortasına kadar varmıştı. Daha bütün güneyi, Apartheid ülkesini falan geçmesi gerekiyordu. Tabii, kestirmeden Eritre veya Somali'den de geçebilirdi ama su oluğunun içine denk gelen Kızıl Deniz fena halde donmuştu. Bu düşünceler, bulunduğu kaldırımdan yaşlı kadını seyreden yeşil kabanlı sarışının kafasından geçmekteydi. Sarışının güzel bir hayal gücü vardı. Birden, yaşlı kadının şalı bir yarasa kanadı gibi açıldı ve her şey hareketsizleşti. Dengesini kaybetmişti; yeniden kazandı. Hayal kırıklığına uğrayan sarışın dişlerinin arasından bir küfür savurdu. Birinin düştüğünü görmek onu hep eğlendirmişti. Bu onun sarı kafasındaki karmaşanın bir parçasıydı. Fakat dışarıdan bakıldığında bu küçük kafa mükemmel görünüyordu. Fırça gibi saçlarının arasında diğerlerinden daha uzun tek bir tel bile yoktu. Ama yaşlıları fazla sevmezdi. Onları biraz pis bulurdu. Tabiri caizse yaşlıları düşündüğünde aklına gelen ilk şey onların kirli çamaşırlarıydı. Tam yaşlı kadının bu Afrika buzulu üstünde düşüp düşmeyeceğini düşünmekteydi ki karşı kaldırımda iki kişi gördü, onlar da zaten Afrika ile ilgiliydiler: iki Arap. Kuzey Afrikalı yani, ya da Mağripli, nasıl tercih ederseniz. Irkçı görünmemek için onlara ne demesi gerektiğini bilemiyordu sarışın. Onun fikirleri açısından ırkçı görünmemek çok önemliydi. Cepheden milliyetçiydi, Ulusal Cephe taraftarıydı ve bunu saklamıyordu da. Ama harekete ırkçı olduğu için üye olduğunun söylenmesini istemiyordu. Hayır, hayır, bir zamanlar ona dilbilgisi dersinde öğrettikleri gibi, bu bir neden değil, bir sonuçtu. Sarışın, Ulusal Cephe'ye bağlıydı, yani vahşi göçün tehlikeleri hakkında tarafsız olarak düşünmüş ve önce Fransız ırkının saflığı, sonra işsizlik, son olarak da güvenlik açısından bunlardan, bu pisliklerden bir an önce kurtulmak gerektiği sonucuna varmıştı. (Sağlam bir siyasi görüş sahibi olmak için ortada bu kadar iyi neden varken bu görüşün ırkçılık ithamlarıyla kirletilmesine izin vermemek gerekir.)
Kısacası, yaşlı kadın, Afrika şeklindeki buz tabakası, karşı kaldırımdaki iki Arap, Ufaklık ile saralı köpeği ve sarışın... Adı Vanini'ydi, polis müfettişiydi ve özellikle Güvenlik sorunlarıyla ilgileniyordu. Bu yüzden o ve Belleville'deki diğer sivil müfettişler burada bulunuyorlardı. Bu yüzden kıçının sağ tarafından kromlu kelepçeler sarkıyordu. Bu yüzden koltuğunun altında, kılıfının içinde sıkı sıkıya yerleşmiş olan beylik tabancası vardı. Bu yüzden cebinde muşta ve kabanının yeninin içinde bayıltıcı sprey vardı, nizami silahlara kendi yaptığı katkılardı bunlar. Önce birini kullanıp sonra diğeriyle rahatça vurmak; bunu kendi bulmuştu ve işe yaradığı tecrübeyle sabitti. Çünkü ne de olsa ortada bir Güvenlik sorunu vardı! Bir aydan daha kısa bir süre içinde Belleville'de boğazlanan dört yaşlı kadın herhalde kendi kendilerini doğramamışlardı.
Şiddet...
Evet, şiddet...
Sarışın Vanini Araplar'a doğru düşünceli bir bakış attı. Yaşlılarımızı keçi gibi boğazlamalarına izin veremeyiz değil mi? Sarışın adam birden gerçek bir kurtarıcı heyecanı duydu; karşıki kaldırımda hiçbir şeye metelik vermiyormuş havasıyla, kendi garip dillerinde bir şeyler konuşan iki Arap ve bu kaldırımda, boğulurken imdat isteyen ele doğru Seine nehrine atlamak üzereyken içinizi ısıtan o güzel hissi kalbinde duyarak duran kendisi, sarışın müfettiş Vanini vardı. İhtiyara onlardan önce yetişmek! Caydırıcı güç. Hemen uygulamaya geçti. Ve işte genç polis bir ayağını Afrika'ya koyuyor. (Eğer günün birinde ona böyle bir yolculuk yapacağını söyleselerdi...) Yaşlı kadına doğru büyük ve güvenli adımlarla ilerliyor. O, buzun üstünde kaymıyor. Ayağında, Yüksek Askeri Hazırlık döneminden beri çıkarmadığı çivili postalları var. Orada, karşıda duran Araplar'ı gözden kaybetmeden, buzun üstünde yürüyerek yaşlı kadının yardımına gidiyor. İyilik. İçinde hissettiği tek şey iyilik şimdi. Çünkü yaşlı kadının narin omuzları, birdenbire, Vanini'nin çok sevmiş olduğu büyükannesininkileri hatırlatıyor ona. Ne yazık ki öldükten sonra sevdiği! Evet, yaşlılar genellikle çok çabuk ölürler, bizim sevgimizin gelmesini beklemezler. Vanini hayattayken kendisini sevme fırsatı vermediği için büyükannesine çok kızmıştı. Ama neyse, bir ölüyü sevmek hiç sevmemekten daha iyidir. En azından, titrek ihtiyara yaklaşan Vanini böyle düşünüyordu. Sepeti bile dokunaklıydı. Hele işitme aleti... Vanini'nin büyükannesi de hayatının son yıllarında sağırlaşmıştı ve bu yaşlı hanımın şimdi yaptığı hareketlerin aynısını yapıyordu, yani kulağı ile yaşlı kafatasının saçları azalmış bölgesi arasında bulunan küçük düğmeyi çevirerek sürekli olarak aletinin sesini ayarlamak... İşaret parmağının bu bildik hareketi, evet tam tamına Vanini'nin büyükannesini hatırlatıyordu. Sarışın adam şimdi sevgiden erimiş gibiydi. Neredeyse Araplar'ı unutmuştu. Söyleyeceği cümleyi kafasında tasarlıyordu: "İzin verin de size yardım edeyim, büyükanne"; işitme aletine giden bu ani sesle yaşlı kadını korkutmamak için, cümleyi bir torun yumuşaklığıyla, neredeyse mırıldanarak söyleyecekti. Artık sırf sevgi hissederek, ona sadece bir adımlık bir mesafeye gelmişti ki, yaşlı kadın ona doğru döndü. Aniden. Parmağıyla onu işaret ediyormuş gibi, kolunu ona doğru uzatıyordu. Yalnız, yaşlı kadının işaret parmağının yerinde, Alman harbinden kalma, bir yüzyıldan beri modası hiç geçmemiş, her zaman modern bir antika, hipnotize edici bir namlu ağzına sahip, geleneksel olarak öldürücü bir silah olan bir P.38 uzanıyordu.
Ve yaşlı kadın tetiği çekti.
Sarışın adamın tüm fikirleri dağılıp kış havasında güzel bir çiçek oluşturdular. İlk yaprak yere düşmeden önce yaşlı kadın silahını sepetine koymuş ve yola koyulmuştu bile. Patlamanın hızıyla kayarak buz üzerinde bir metre kadar mesafe kazanmıştı.
II
Demek ki bir cinayet ve üç şahit. Yalnız, Araplar bir şey görmek istemedikleri zaman, hiçbir şey görmezler. Bu onların garip bir alışkanlığıdır. Kültürel bir şey olmalı. Ya da bizim kültürün çok iyi anladıkları bir parçası. Yani Araplar hiçbir şey görmediler. Belki de "Bam!" sesini bile duymadılar.
Geriye çocuk ve köpek kalıyor. Ama Ufaklığın pembe çerçeveli gözlüğünün ardından gördüğü tek şey, sarışın kafanın müthiş bir çiçeğe dönüşmesiydi. Ve bu da onu o kadar hayran bıraktı ki olanları bana, yani Benjamin Malaussène'e, erkek ve kız kardeşlerime, dört büyükbabaya, anneme ve beni satrançta mahvetmek üzere olan eski dostum Stojilkoviç'e anlatmak için koşa koşa eve geldi.
Bize ev işlevi gören eski hırdavatçının kapısı hızla açılıyor ve Ufaklık bağırmaya başlıyor:
"Hey! Ben bir peri gördüm!"
Bunu söyledi diye evdeki hayat durmuyor tabii. Bizlere Montalban usulü bir kuzu kolu hazırlamakta olan kız kardeşim Clara kadife gibi sesiyle soruyor:
"Öyle mi Ufaklık? Haydi anlat..."
Köpek Julius doğruca mama kabına bakmaya gidiyor.
"Gerçek bir peri, çok yaşlı ve çok sempatik!"
Erkek kardeşim Jérémy fırsattan yararlanarak ona taş atıyor:
"Ev ödevlerini mi yaptı?"
"Hayır, bir adamı çiçek yaptı!" diyor Ufaklık.
Kimseden bir tepki gelmediği için Ufaklık, Stojilkoviç ile bana yaklaşıyor.
"Gerçekten bir peri gördüm Stojil Amca, bir adamı çiçeğe dönüştürdü."
"Tersini yapmasından iyidir," diye cevap veriyor Stojil, gözlerini satranç tahtasından ayırmadan.
"Neden?"
"Çünkü periler çiçekleri adama dönüştürmeye başlarlarsa artık kırlara gidemeyiz."
Stojil'in sesi Londra filmlerinde gördüğünüz sisler içindeki Big Ben' in sesi gibi. O kadar kalın ki çevrenizdeki hava titreşiyor sanırsınız.
"Şah ve mat Benjamin, açıkça mat. Seni bu akşam çok dalgın görüyorum..."
*
Bu dalgınlık değil tedirginlik. Gözüm satranç tahtasında değil büyükbabaların üstünde. Günbatımı onlar için kötü bir saat. Uyuşturucu şeytanı tam bu saatlerde onları rahatsız etmeye başlıyor. Beyinleri o pis iğneyi istiyor. Dozlarını almaları lazım. Gözden kaybolmamaları gerek. Çocuklar da en az benim kadar durumun farkında ve her biri sahiplendiği kendi büyükbabasını oyalamak için elinden geleni yapıyor. Clara Montalban usulü kuzu kolu hakkında (eskiden Tlemcen'de kasap olan) Homurtu Dede'ye daha fazla ayrıntı soruyor. Orta ikiyi ikinci kez okuyan Jérémy, Molière hakkında her şeyi bilmek istediğini iddia ediyor ve onun büyükbabası yaşlı Risson (emekli bir kitapçı) biyografik ayrıntıları sıralıyor. Hamile kadın koltuğunda hareketsiz duran annemin saçları, eski bir kuaför olan Berber Dede tarafından sürekli olarak yapılıp bozuluyor, Ufaklık ise (dört büyükbabanın en yaşlısı, 92 yaşındaki) Verdun'den güzel yazı sayfasını doldurmasına yardım etmesini istiyor.
Her akşam aynı şey: Verdun'ün elleri yaprak gibi titriyor ama küçüğünkiler onu dengeliyor ve ihtiyar, el yazısı harflerini Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki kadar güzel yazdığına yürekten inanıyor. Aslında Verdun kederli, defterine tek bir isim yazdırıyor Ufaklığa: Camille, Camille, Camille, Camille... Bütün satırlarda bu var. Bu 67 yıl önce, insanların sonuncu zannettikleri bu savaşın sonunda, en son yaylım ateşte yani İspanyol gribi saldırısında altı yaşında ölen kızının adı. Verdun kendine iğne yapmaya başladığı zaman titreyen ellerini Camille'in hayaline doğru uzatıyordu. Siperinden dışarı atladığını, kurşunların arasından zigzag çizdiğini, dikenli telleri kestiğini, mayınlardan kurtulduğunu, silahsız ve kollarını açarak Camille'ine doğru koştuğunu hayal ediyordu. Böylece bütün Büyük Savaş'ı sağ salim geçtikten sonra, altı yaşındayken ölmüş, mumyalaşmış ve kendisinin bugünkü halinden daha fazla buruşup kırışmış küçük bir Camille buluyordu. Şırıngaya çifte doz.
Onu bizim eve aldığımdan beri iğne kullanmıyor Verdun. Geçmiş günler gelip de boğazına düğümlendiği zaman, gözleri yaşlı bir halde Ufaklığa bakıp mırıldanıyor yalnızca: "Neden sen benim küçük Camille'im değilsin ki?" Bazen yazı defterinin üstüne bir damla yaş akıtıyor ve Ufaklık "Yine leke yaptın Verdun..." diyor.
Bu o kadar yürek parçalayıcı ki, eski papaz, eski devrimci, işbirlikçi Vlassov ordularının ve Nazi takımının eski galibi Stojilkoviç, şimdi ise Sovyetler Birliği'nden gelen turistler ve cumartesi pazar günleri yaşlı yalnız hanımlar için turistik otobüs şoförlüğü yapan Stojil, yani Stojil diyorum, boğazını temizleyip homurdanıyor:
"Eğer Tanrı varsa umarım iyi bir özürü de vardır."
*
Ama bu kritik akşam saatinde en büyük işi gören kişi kız kardeşim Thérèse oluyor.
Thérèse şu anda büyücü köşesinde oturmuş Kösele Dede'nin moralini düzeltmekle meşgul. İhtiyar Kösele bizde kalmıyor. O bizim Folie Régnault Sokağı'nın eski ayakkabıcısı. Evi bizimkine bitişik. O hiç bulaşmamış. Onunla koruyucu çalışma yapıyoruz. Çünkü o yaşlı, dul, çocuksuz ve emeklilik onu deli ediyor, yani şırıngacılar için mükemmel bir av. Bir dakika gözden kaçırırsak, ihtiyar Kösele hedef tahtasına döner. Eski pabuçların arasında çalışarak elli sene geçirdikten sonra herkes tarafından unutulan Kösele, depresyonun diplerinde geziniyordu. Çok şükür ki Jérémy alarm düğmesine bastı. "Dikkat!" Ve Jérémy hemen Başkanların Başkanı'na (Kösele'nin titrek yazısını mükemmel taklit ederek) bir mektup yolladı ve aynı dükkânda elli sene çalışmasının ödülü olarak Şehir Madalyası'nı istedi. (Evet, Paris'te bunun için size nişan takarlar.) Başkanların Başkanı O.K.! cevabı verdiği zaman Kösele'nin sevincini görecektiniz... Başkanların Başkanı ihtiyar Kösele'yi bizzat hatırlıyordu! Kösele, Başkanların Başkanı'nın hafızasında bir yere sahipti! Kösele Paris'in kutsal kaldırım taşlarından biriydi. Ne Şeref! Ne Mutluluk!
Ama bu akşam, büyük günün arifesinde Kösele zor dayanıyor. Seremoni esnasında yeteri kadar iyi olmamaktan korkuyor.
Thérèse, ihtiyarın, önünde açılı duran elini tutarak güven veriyor:
"Her şey yolunda gidecek."
"Bir aptallık yapmayacağımdan emin misin?"
"Söylüyorum ya. Hiç söylediğimin yanlış çıktığı oldu mu?"
Kız kardeşim Thérese Bilgi kadar katı. Derisi kuru, kemikli uzun bir vücudu ve pedagojik bir sesi var. Çekicilik sıfır noktasında. Onaylamadığım bir büyüyle uğraşıyor ama onu çalışırken görmekten de hiç sıkılmıyorum. Bizim eve ne zaman içi tamamen yıkılmış, hayattayken bile artık hiçbir değerinin olmadığına inanan bir ihtiyar gelse, Thérèse onu köşesine çekiyor, yetkisini kullanarak yaşlı eli kendi ellerinin arasına alıyor, paslanmış parmakları bir bir açıyor, buruşuk kâğıtlara yapıldığı gibi avuç içini uzun uzun düzeltiyor ve elin (yıllardır gerçekten açılmayan eller bunlar!) artık tamamen gevşediğini hissettiği zaman konuşmaya başlıyor. Gülümsemiyor, pohpohlamıyor, onlara gelecekten bahsetmekle yetiniyor. Ve bu da onların başlarına gelebilecek en garip şey: Gelecek! Thérèse'in yıldız kümeleri de bütün kalpleriyle katılıyorlar bu işe: Satürn, Apollon, Venüs, Jüpiter ve Merkür küçük duygusal karşılaşmalar ayarlıyorlar, son dakika başarıları yaratıyorlar, yeni ufuklar açıyorlar, kısacası, onlara daha yolun sonuna gelmediklerini ispat ederek bu yaşlı gövdeleri yeniden canlandırıyorlar. Thérèse'in ellerinden her seferinde genç birisi ayrılıyor. O zaman Clara fotoğraf makinesini çıkartıp bu değişimi tespit ediyor. Ve bu yeni doğmuş çocukların fotoğrafları bizim dairenin duvarlarını süslüyor. Evet, benim yaşı belli olmayan Thérèse'im bir gençlik kaynağıdır.
"Bir kadın mı! Emin misin?" diye bağırıyor ihtiyar Kösele.
"Genç, esmer, mavi gözlü," diye ekliyor Thérèse.
Kösele 3000 watt'lık bir gülümsemeyle bize dönüyor:
"Duydunuz mu? Thérèse yarın madalya töreninde hayatımı değiştirecek genç bir hanımla karşılaşacağımı söylüyor!"
"Yalnızca sizin hayatınızı değil," diye düzeltiyor Thérèse, "o hepimizin hayatını değiştirecek."
*
Thérèse'in sesindeki tedirginliğin üstünde muhakkak dururdum ama telefon çaldı ve üçüncü kız kardeşim Louna'nın sesini duydum:
"Eee?"
Annem (yedinci kez ve yedinci kez belirsiz bir babadan) hamile kaldığından beri Louna "Alo?" demiyor "Eee?" diyor.
"Eee?"
Anneme kaçamak bir bakış atıyorum. Koltuğunda oturuyor, karnıyla beraber, hareketsiz ve sakin.
"Bir şey yok."
"Bu çocuk daha ne bekliyor allahaşkına?"
"Diplomalı hemşire ben değilim, sensin Louna."
"Ama neredeyse on ay olacak Ben!"
Gerçekten de yedinci ufaklık, uzatmaları da fazlasıyla oynadı.
"Belki içerde televizyon seyrediyordur ve dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu gördüğü için acele etmiyordur."
Louna'dan kuvvetli bir kahkaha. Sonra yine soruyor:
"Ya büyükbabalar?"
"Dibe vurdular."
"Laurent, gerekirse Valyum dozunu iki misline çıkarabileceğini söylüyor."
(Laurent, hastabakıcı kız kardeşimin doktor kocası. Her akşam aynı saatte telefonumuzu çaldırıyorlar. Meteoroloji gibi.)
"Louna, bundan böyle onların Valyum'unun biz olduğumuzu Laurent'e söyledim."
"Nasıl istersen Ben, sırat köprüsünün üstünde olan sensin."
*
Tam kapatmıştım ki, telefon postacı gibi (yoksa tren miydi unuttum) ikinci kez çalıyor.
"Benimle dalga mı geçiyorsunuz Malaussène?"
Aman! Bu kızgın kaynana zırıltısını tanıyorum. Bu Kraliçe Zabo, Talion Yayınevi'nin büyük başı, patronum.
"İki gün önce işe başlamış olmanız gerekiyordu!"
Bu tamamen doğru. Uyuşturucu bağımlısı büyükbabalar hikâyesi yüzünden, bulaşıcı sarılık bahanesiyle Kraliçe Zabo'dan iki ay izin kopardım.
"İyi ki aradınız Haşmetmeap, ben de tam sizden bir ay daha izin isteyecektim."
"Lafını bile açma. Yarın sabah tam sekizde bekliyorum."
"Sabah sekizde mi? Bir ay beklemek için fazla erken kalkmış olacaksınız!"
"Bir ay beklemeyeceğim. Yarın sabah sekizde burada olmazsanız, işsiz kaldınız demektir."
"Bunu yapamazsınız."
"Ya, öyle mi! Kendinizi bu kadar vazgeçilmez mi görüyorsunuz Malaussène?"
"Hiç de değil. Talion Yayınevi'nde vazgeçilmez olan bir tek siz varsınız Haşmetmeap! Ama eğer beni kovarsanız kız kardeşlerimi ve en küçük erkek kardeşimi, pembe gözlükler takan çok tatlı bir çocuğu, sokakta orospuluk yapmaya göndermek zorunda kalacağım. Böyle bir kötülük yaparsanız kendinizi affedemezsiniz."
Bana kahkahasını sunuyor. (Bir gaz kaçağı gibi tehditkâr bir gülüş.) Sonra ara taksimi yapmadan:
"Malaussène, sizi günah keçisi olarak işe aldım. Benim yerime azar işitmek için para alıyorsunuz. Sizi çok arıyorum."
(Keçilik, evet benim işim bu. Resmen "edebiyat direktörü" ama aslında günah keçisi.) Hoyratça devam ediyor:
"Bu ek izni niye istiyorsunuz?"
Bir bakışla ocağın başındaki Clara'yı, Verdun'ün elindeki Ufaklığı, Jérémy'yi, Thérèse'i, büyükbabaları ve annemi, İtalyan üstatların elinden çıkma Meryem heykelleri gibi pürüzsüz ve parıltılı olan annemi kucaklıyorum.
"Ailemin şu anda bana çok ihtiyacı var diyelim."
"Ne biçim bir aileniz var, Malaussène?"
Annemin ayaklarının dibinde yatan Köpek Julius, sarkık diliyle inek ve eşek işlevini gayet güzel yerine getiriyor. Güzel çerçevelerinin içindeki büyükbaba fotoğrafları geleceğe oynuyor gibiler: hakiki birer büyücü kral!
"Kutsal Aile gibi bir şey, Haşmetmeap..."
Telefonun ucunda kısa bir sessizlik oluyor, sonra gıcırtılı bir ses:
"Size on beş gün daha veriyorum, bir dakika fazlası olmaz."
Kısa bir ara.
"Ama beni iyi dinleyin Malaussène: İzin aldığınız için Günah Keçisi olmaktan kurtulduğunuzu hiç sanmayın! Günah keçiliği iliklerinize işlemiş. Şimdi, şu anda şehirde işlenen büyük bir suça sorumlu aranırsa büyük bir olasılıkla bu siz olursunuz!"