ISBN13 979-975-342-225-2
13X19,5 cm, 224 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Açılış bölümü, s. 5-12

Mixing memory and desire – T.S. Eliot

Kapıyı yavaşça kapadı ardından ve gecenin bir yarısında ancak uykuya dalan bir hastanın yanından ayrılır gibi usulca dışarıya kaydı. Koridorda ağır adımlarını dinledim, yüreğimde bir korku ya da dilek: ya son dakikada geri döner, bavulunu yatağın dibine bırakır, o geceye değin hiç çıkamadığı yolculuktan sanki geri dönüyormuşçasına bir teslimiyet ya da yorgunlukla ayak ucuma oturursa. Kapı kapanınca oda gölgelere gömüldü, artık balkondan içeri yatağın ayakucuna kadar süzülen keskin ışık çizgisinden başka aydınlık kalmadı, ama koyu lacivert bir gece var penceremde ve açık panjurlardan giren ilkyaz meltemi ta uzaklarda, ayışığında Guadalquivir'in karanlık vadisinde ilerleyen, sonra Mágina yamaçlarını tırmanarak istasyona yönelen ekspreslerin düdüklerini taşıyor; şu anda istasyonda o, yani Minaya, onu bekliyordur, ama Inés'in cılız, yapayalnız, kısacık pembe eteği, atkuyruğu saçıyla peronun ucunda belirmesini dilemeye bile cesareti yoktur herhalde. Yalnızdır Minaya, bir banka oturmuştur, kırmızı ışıkları, rayları, istasyonun ve gecenin eşiğinde duran vagonları seyrederken bir sigara tellendirmiş de olabilir. Şimdi, kapı kapandı ya, keyfim isterse hepsini bir bir kendim için –yani hiç kimse için– düşleyebilirim; yüzümü Inés'in gitmeden önce gizli bir sevecenlikle düzelttiği yorganın altına gömebilir, oracıkta loşluğa ve çarşafların altında bedenimin sıcaklığına sığınmış, olup biteni düşümde canlandırabilir ya da anlatabilirim; ikisinin, Inés'in ve Minaya'nın adımlarını yönlendirebilirim: yolun sonunda karşılaşır, boş peronda birbirlerini fark ederler; sanki onları o anda ben icat etmişim de, varlıklarını, arzularını, suçlarını resimliyormuşum gibi.

Kapıyı kapadı ve bir daha dönüp bakmadı bana, çünkü ben sakın yapma bunu demiştim; o yüzden son gördüğüm yalnız o narin boynu, saçlarının başladığı nokta oldu; sonra koridorun sonuna doğru hafifleyen ayak seslerini işittim, ve adımları orada bir an duraladı. Bavulu yere bırakmış, kapatıp çıktığı kapıya dönüp bakıyor olmalıydı; işte o zaman korktum –ama belki de istemişimdir– öylece çekip gitmesin diye; oysa adımlar yeniden işitildi, daha uzakta, merdivenin derinliklerinde; ve, biliyorum, avluya vardığında bir daha durdu Inés, gözlerini pencereye dikti, ama ben gidip bakmak istemedim, yararı olmazdı artık. Benim bilincim ve yalnızlık ve alçak sesle söylediğim sözcükler, Minaya'nın kendisini ister istemez beklediği istasyona doğru ilerlerken ona rehberlik etmeye yetecektir. Olacakları tahmin etmek ya da kurgulamak için yazmak da artık şart değil. Ne var ki o, yani Minaya daha bunu bilmiyor, ve sanırım günün birinde yazı denen boş inanışa teslim olacak, ne sessizliğin ne de beyaz sayfaların değerini biliyor çünkü. Şimdi, bu gece bitip de Madrid'e vardığında, kendisini Mágina'dan sonsuza değin koparacak olan treni beklerken, ıssız yollara, bostan duvarlarının ardında zeytinlerin gölgelerine bakıyor; ama gözleriyle dünya arasında Inés var, onu tanıdığı konak var, Mariana'nın gelinlik resmi, Jacinto Solana'nın, kısaca Çağrı diye adlandırdığı şiiri yazarken baktığı ayna ayak diriyorlar hâlâ orada. İstasyonda, Minaya, en berbat gece trenlerinden yeni inmiş konukların o gamlı yıpranmış haliyle konakta belirdiği ilk günkü gibi, yine bembeyaz cepheyi seyrediyor çeşmenin öte yanından: ilkin yükselen, sonra taş kurnaya dökülerek kenarlarından taşan, kimi kez akasyaların yuvarlak tepelerinden daha da yukarılara ulaşan suyun buğusu yüksek yapıyı kısmen gizlemekte. Konağa bakıyor Minaya ve ardında binaya yönelen daha başka bakışların varlığını duyumsuyor; yapıldığından bu yana geçen onca yılın uzaklığını da ekleyerek konağın imgesine heybet katan bakışlar; şimdi konağı anımsayan kendisi mi, yoksa daha kendisi doğmadan çok önceleri ona bakmış, içinde yaşamış olan bütün insanların katmanlaşmış anısı mı gözlerinin önünde yükselen, bilemiyor artık. Kuşku götürmez algılayış, bellek yitimi ancak aynalara bağışlanan edinilmiş yetilerdir diye düşünüyor olmalı, çünkü eğer anımsayabilen bir ayna var olsaydı bu konağın önüne yerleştirilmiş dururdu; kıpırtısızlığın akışını, konağın kapalı balkonlarıyla, zaman içinde süregelen dingin varlığının altında saklı masalı bir o yakalayabilirdi.

Gece bastırdığında sarı ışıklar yanıyor köşe başlarında, meydanı aydınlatmaya yetmiyorlar ama karanlıkta bir sokağın ağzını çiziyor, bir kireç lekesini ya da bir demir parmaklığı aydınlatıyor, bir kilisenin kapısını sezinletiyorlar. Kilisenin tepesinde bir oyukta, bir başka çağın öfkesiyle kellesinden olmuş, ancak tanınabilen bir Aziz Petrus heykeli duruyor. Meydan adını 1936'dan beri kapalı duran kilise ile, koparılmış kolu hâlâ havaya kalkmış çevreyi kutsayan başsız azizden alıyor; ama otomobillerin kırk yılda bir bozduğu gepgeniş dinginliğini veren yapı, konak. Akasyalardan da, çitlerden de daha eski konak; ama dört yüzyıl önce Michelangelo hayranı bir dükün İtalya'dan taşıyıp getirdiği çeşme ev yapıldığı sıralarda çoktan oradaydı; yağmur yağdığında suyu sokağa kusar gibi boca eden yosundan kararmış saçak oluklarıyla kilise de oradaydı elbette. Minaya meydandan, ağaçların gerisinden, rasgele bir yolcu gibi konağın mimarisini seyrediyor, bronz tokmakların karşısında bir daha duraksıyor; o bir çift pırıl pırıl el koyu renk tahtaya vurduklarında, avluda, cam kubbenin altında neden sonra tok bir ses çınlıyor. Mermer levhalar kalmış aklında, camlı galeriyi taşıyan beyaz sütunlar, adımların bir gemi kamarasındaymış gibi tıkırdadığı tahta döşemeli odalar; o günün, o bir tek günün anısı: altı yaşındaydı, kendisini o konağa getirmişlerdi de, gizemli parke döşemeyi nihayet düşlerine layık bir maddeye ve bir mekâna ayak basıyormuşçasına adımlıyordu. O akşamdan önceleri, Santa María Kilisesi'ne giderken meydandan geçtiklerinde, annesi elini sımsıkı kavrar, adımlarını çabuklaştırırdı: çocuk o yüksek mi yüksek kapının, balkonların, en üst katın geceleri denizaltı lombozları gibi ışıldayan yuvarlak camlarının ardında ne olacağını düşleme isteğine kapılıp, kaldırımda öylece durup konağa bakakalmasın diye. O zamanlar çevresindeki şeyleri şaşkınlığı andıran bir berraklıkla algılardı Minaya, nesnelerin arasında hep gizemli birtakım ilintiler icat eder, onlar da kendisine dünyayı açıklamak yerine masallar ya da tehditlerle doldururlardı. Annesinin konağa düşmanlığını sezinlediğinden, orada kim oturuyor diye hiç sormamıştı; ne var ki bir kez, babasıyla bir ziyarete gidiyorlardı da, adam çeşmenin yanında duraklamış ve Minaya'nın uzun yıllar sonra anlayacağı üzere, bozgunun umarsızlığına karşı sarıldığı tek silah olan acı alaycılığıyla şöyle demişti:

"Şu koskocaman konağı görüyorsun, değil mi? İşte kuzenim Manuel orada oturuyor, senin amcan yani."

O günden sonra, konak da, efsanevi sahibi de çocuğun gözünde sinemalarda gördüğü serüvenlerin kahramanlık boyutlarına ulaştı. Konakta yanına varılmaz, ama yine de özbeöz amcası olan birinin oturduğunu bilmek Minaya'nın yüreğini gururla dolduruyordu: ara sıra gerçek babasının her akşam gazetesinin kenarlarına sonu gelmez hesaplar yaptıktan sonra masada uyuyakalan o iç karartıcı adam değil de, Çakal, ya da Yıldırım Yüzbaşı ya da Maskeli Savaşçı olduğunu düşlediğindeki gibi tıpkı: karalar giymiş, yüzü hemen hep maskeli biri yani, günün birinde Kaf Dağı'nın ardından gelip kendisini alıp götürecek, gerçek yaşamına, adının layık olduğu onurlara iletecekti, elini çabuk tutsa bari diyordu Minaya. Çocuğun gözünde olsa olsa bir gölge ya da o kahramanın yerini almış iç karartıcı bir sahtekâr olan babası, yani öteki, yatak odasındaki kırmızı koltuklardan birinde otururdu. Perdelerden süzülen ışık kırmızımsı bir renk alırdı ve pembe fonun üzerinde, damda, sıcak bir loşlukta, bir fotoğraf makinesinin merceğinden görünürcesine tersyüz olmuş minik siluetler belirirdi: lacivert önlüklü bir çocuk, ata binmiş bir adam, ağır ağır ilerleyen bir bisikletli, bir kitabın resimleri gibi ufacık, duvarın bir köşesine doğru başaşağı kayar, önceki mavili çocukla gölgemsi atlının ardından dağılıp giderlerdi.

O akşam bir şeyler olacağını sezinlemişti Minaya. Kapıya bir kamyon dayanmıştı, tanımadığı, ter kokulu, ürkütücü birtakım adamlar umursamazlıkla odalarında dolaşıyorlar, kollarını sıvamış eşyaları kaldırıyorlar, annesinin giysilerinin konduğu bavulu sokağa sürüklüyor, altüst ediyor, birbirlerine onun anlamadığı, içine korku salan sözcükler haykırıyorlardı. Çatıya bir çengel takıp bir tekerlek yerleştirdiler, içinden bir urgan geçirip onun en sevdiği mobilyaları balkondan sarkıtmaya başladılar: Minaya bir perdenin ardına saklanmış, o adamların sanki parçalamaya niyetlendikleri bir gardrobu, üzerinde hep alçıdan bir köpek duran kıvrık bacaklı bir masayı, şiltesiz bir yatağı, kendi yatağını, sokağa sallayışlarını seyrediyordu; istilacıların kahkahaları arasında düşüp bin parça olacaklardı sanki. O akşam hiçbir işkence eksik kalmasın diye, üstüne üstlük annesi ona yalnız sıkıcı birtakım akrabalarını ziyarete gittiklerinde dolaptan çıkardığı denizci elbisesini giydirmişti. Adamlardan korkusu bir yana, gözlerden gizlenmesi bir de o yüzdendi: göğsünde o mavi kordele, omuzunda rahip çömezini andırır pelerin yakasıyla, sokak çocukları onu o halde görseler hep birlikte insafsızca tefe koyup çalar, gülmekten yerlere yatarlardı, çünkü onlar da tıpkı evini yerle bir eden adamlardan farksızdılar; pasaklı, iri yarı, ne yaptıkları belirsiz ve kötü yürekliydiler.

"Tanrı yardımcımız olsun," demişti sonra annesi, boşalmış yemek odasında; çıplak duvarlara, tabloların yerlerinde kalan açık renk lekelere bakarken boyalı dudaklarını ısırıyordu, soyulmuş evde sesi eskisinden farklı çınlıyordu. Kapıyı çekmişler, onu elinden tutmuş konuşmadan yürüyorlardı. "Nereye gidiyoruz?" diye sorduğunda yanıtlamadılar, ama o, birden o beklenmedik kargaşanın keskinleştirdiği zekâsıyla, daha San Pedro Meydanı'nın köşesini dönmeden kavradı; kadın eli biçiminde bronz tokmakları olan kapının önünde durdular. Babası kravatının düğümünü düzeltti, pazarlık giysilerinin içinde boylu boyunca doğruldu, beklenmedik bir heybete büründü. "Haydi, sen çal kapıyı," dedi annesine, ama kadın yüzünü ekşiterek geri çekildi. "Hanım, kuzenime bir allahaısmarladık demeden Mágina'dan gitmemizi istemiyorsun herhalde."

Beyaz sütunlar, kırmızı, sarı, mavi camlarla kaplı yüksek bir kubbe, film kahramanlarına benzemeyen ağarmış saçlı bir adam onu elinden tuttu, parke döşemeli kocaman bir salona götürdü; akşamın son aydınlığı soğuk bir ay gibi ışıyordu, gerçeklikten uzak, belleğin yapıp yakıştırmalarının ürünü gepgeniş bir gölge, dünyanın tüm kitaplarıyla akıl almaz biçimde kaplanmış duvarları sarmaktaydı. Çocuk ilkin kıpırdamadan durdu, iliştiği iskemle öylesine yüksekti ki ayakları yere değmiyordu: her şeye, raflara, meydana açılan pencerelere, başının üstündeki geniş boşluğun boyutlarına şaşmış kalmıştı. Ağır devinimli, yas giysili bir kadın gelip dumanı tüten ufak fincanlarda bir şeyler ikram etti, ona da bir şey sundu, şeker ya da galeta. Sizli bizli konuşuyordu, bu onu büsbütün şaşırttı; o yüksek mi yüksek, karanlık, üstü cam kaplı kutunun bir saat olduğunu keşfetmek de cabası. Onlar, anne-babasıyla amcası dedikleri adam, alçak sesle konuşuyorlardı; o uzak, renksiz ses tonu Minaya'nın uykusunu getiriyordu, heyecanını yatıştırıyor, kitaplıkta sanki yalnız başınaymış gibi her şeyleri bir güzel seyretmenin gizli keyfini bağışlıyordu.

"Madrid'e gidiyoruz, Manuel," dedi babası. "Orada her şeyi sil baştan edip sıfırdan başlayacağız. Mágina'da girişimci bir insanı özendirecek bir şey yok, dinamizm yok, pazar yok."

Bu sırada, onun yanında kaskatı kesilmiş duran annesi yüzünü elleriyle örttü, Minaya annesinden çıkan o garip, o kuru sesin hıçkırık olduğunu neden sonra anladı, o akşama değin onu hiç ağlarken görmemişti çünkü. Uzun yıllar boyunca tanımayı, fark etmeyi öğreneceği o gözyaşı akıtmadan ağlayışı ilk kez duyuyordu: annesiyle babası öldükten çok sonraları anlayacaktı ki, her türlü felaket ya da yıkım bir yana, o ağlama annesinde yaşama karşı, yanında hep öyle zengin olmaya, sonuçta kendisinin de hakkı olan katılımı ya da fırsatı yakalamaya, talihsizliğin çemberini kırmaya, bir kez de ufak bir dolandırıcılıktan ötürü hapse girmeye hazırlanan adama karşı inatçı ve yararsız bir hıncın dışavurumuydu.

"Ah oğlum, bizim felaketimiz ilkin Cristina ninenden gelmiş, çünkü eğer kalkıp da aptal gibi babama âşık olmasaydı, ille de ona varacağım diye bütün ailesine sırt çevirmeseydi şimdi o kuzenimin konağında biz oturuyor olacaktık, ben de başarılı bir işadamı olacak kadar sermaye bulacaktım. Ama efendim neymiş, büyükannen öyle şiirden romantizmden falan hoşlanırmış, Allahın gücüne gitmesin, babam olacak o biçare de, nur içinde yatsın, tutup ona o şiirleri yazmış, efendim yok aşkmış yok alacakaranlıkmış, üç beş zevzeklik söylemiş, kızın aklına bile gelmemiş ki bu eni sonu bir nüfus memuru parçasıdır, sonra babası Don Apolonio mirasımdan reddederim diye tehdit etmiş ama kulak bile asmamış. Adam da reddetmiş tabii, tıpkı ucuz romanlardaki gibi, ondan sonra da ömür boyu yüzüne bakmamış, adını ağzına almamış, zaten çok yaşamamış ya o kadar üzüntüyle, onun da benim de felaketimiz olmuş, hem senin de, sen çocuk yaparsan senin çocuklarının da felaketi olacak, çünkü öyle ya, ben daha doğmadan gelip çatan bu kısmetsizlikle ben nasıl belimi doğrultur da sana bir gelecek hazırlayabilirim ki."

"Ama bu yakınmaların çok saçma. Cristina nine babanla evlenmeseydi sen doğmazdın ki zaten."

"Ne yani, daha iyi olmaz mıydı?"

Ölürken kendisine miras olarak birkaç aile resmiyle, bozgunun yakınlığını sezinleme açısından ender bir içgüdü bırakan anne-babasının cenazesinden birkaç gün sonra Minaya, Manuel amcasından bir başsağlığı mektubu aldı; o harfleri iyice yatık, sivri köşeli elyazısını dört yıl sonraki kısa davet mektubunda da tanıyacaktı: Minaya'nın doktora tezine konu seçtiği Jacinto Solana'nın, şu hemen hiç yayımlanmamış Cumhuriyet Kuşağı şairinin yaşamını ve yapıtını araştırması için şubat ayında birkaç haftalığına onu Mágina'ya çağırıyor ve kendisine hem evini, hem kitaplığını, hem de verebileceği tüm yardımı sunuyordu.

"Kuzenime kalsa İngiliz olurdu," derdi babası. "Akşam çayını eksik etmez, meşin koltuğa gömülüp piposunu tüttürür, üstelik bir de cumhuriyetçidir, amele gibi."

Minaya, tokmağa el atmaya cesaret edemeden, sanki kapıyı açtıklarında göstermesi gereken bir pasoymuş gibi, paltosunun cebinde amcasının mektubunu araştırıyor. Şimdi tabanı çinili kapıdan geçip, o akşam annesiyle babasının kitaplıktan çıkmalarını beklerken kendini kaybeder gibi dolaştığı avluya varacak: çünkü kendisine siz diyen hizmetçi, annesi hıçkırmaya başladığında onu alıp götürmüştü, çocuk da duvarlardaki tablolardan ona bakan gölgeli çehrelerin, ışığın, kubbenin camlarındaki kocaman çiçek ya da kuş resimlerinin bitmeyen büyüsüne dalıp gitmişti. İlkin bir sütundan öbürüne düz bir çizgi izleyerek yürümekle yetindi, kendi düzenli adımlarının sesi hoşuna gidiyordu ve yine o yalnız kendinin bildiği oyunlardan birini icat eder gibiydi, ama sonra, bir cesaret, galeriye giden ilk basamakları usulca çıktı ve merdiven sahanlığındaki aynada gördüğü kendi hayali onu durdurdu: dosdoğru karşısına dikilen o bekçi ya da düşman, üst katlardaki odalara doğru ilerlemesini ya da camın öte yanında uzanan hayali koridora dalmasını yasakladı. Kimbilir, Mariana'nın birbiriyle tıpatıp örtüşmeyen değişik çehreleri, sırtında teğmen üniformasıyla onun ardından merdivenleri çıkan Manuel'in resmi, Jacinto Solana'nın 21 Mayıs 1937 gününün şafağında, cinayetin bilinmeyen arifesinde, okşamalar ve gözyaşlarıyla bahçenin çimenleri üstüne devrildikten, düşlerine kavuşmanın mutluluğa ihanet anlamına geleceği o gece ne suçluluk duygusunun ne savaşın hiç önemi olmadığını söyledikten sonra gözlerinde bir tek kez beliren ifade belki de oracıkta unutulmaya terk edilmişti.

Inés'in artık bir daha durup hayaline bakmayacağı o aynada, Minaya yirmi yıl önce, bir ses, babasının sesi, aşağı inmesini buyurduğunda duraklayan denizci giysili bir çocuğun olanaksız izini arayacağını biliyor. Babası avluda duruyordu, kuzeninden daha uzun boyluydu, kırışıksız ceketini, pırıl pırıl botlarını, yaldızlı kösteği yeleğinden sarkan saatine bakışındaki tafrayı gören, konağın sahibinin o olduğunu sanırdı. "Eğer kuzenimin doğduğundan beri eline geçen fırsatların yarısı olsun benim elime geçseydi!" derdi hep, bir yandan hınçla, öte yandan dile getirmediği bir aile gururuyla dolu, öyle ya, o da konağı yaptırmış olan adamın torunuydu sonuçta. Manuel'in çığrından çıktığından, yeni nikâhlandığı karısı bir serseri kurşuna kurban gittiği günden beri uyuşup kaldığından söz ederdi, ama zehirli alaycılığı asıl kuzeninin siyasal görüşlerini ve o görüşlerin Madrid'in solcu gazetelerine yazı yazarak geçinen şu Jacinto Solana'dan nasıl etkilendiğini anlatırken kendini duyururdu: adam bir kez Mágina arenasında Halk Cephesi'nin bir mitinginde konuşma yapmış, savaştan sonra idama hüküm giymiş, derken aftan yararlanmış, mahpushaneden çıktığında da Sivil Muhafızlarla silahlı çatışma sırasında hak ettiği sonu bulmuştu. Böylece, aklı ermeye başladığından, ve babasının birtakım abuk sabuk kazançlar üstüne tahminler yürütüp gazetesinin kenarına upuzun aritmetik işlemler yaptığı, feleğin kahpeliğine ve kuzeninin yüzkızartıcı talihine ve zenginliğine verip veriştirdiği o yemek sonralarını belleğinde tutabildiğinden beri, Minaya, kafasında Manuel üstüne hem pek belirsiz hem pek belirli bir imge oluşturdu: çocukluğunun o biricik gecesiyle, aynı zamanda biraz eski tarz bir kahramanlık ve huzurlu bir inziva kavramıyla karışık bir imge. Şimdi Manuel ölmüş, gerçek öyküsü Minaya'nın düşleminde yirmi yıl ayak direyen kır saçlı adamın gizinin yerini almışken, ben burada bu geceki kaçışını değil, dönüşünü, Madrid'deyken aldığı mektup elinde, kapıyı çalmaya hazırlandığı ve gelip açmalarından korktuğu anı hatırlatmayı istiyorum. Geri dönmekle kaçmanın aynı şey olduğunu bilmiyor o, çünkü bu akşam da, artık çekmiş gidiyorken, yine durup konağın beyaz cephesini ve son kattaki yuvarlak pencereleri seyretti: orada bir ışık yanıyordu ama hiç kimseye aydınlık vermiyordu, küçüklüğünde içinde olmayı dilediği denizaltı terk edilmiş de, bir karanlıklar okyanusunda başıboş dolaşıyordu sanki. Asla geri dönmeyeceğim, diye düşünüyor, acısına, kaçışına, Inés'in anısına gırtlağına değin gömülerek, çünkü aslında bir edebiyat hastası o, ve sonsuza değin ayrılışlar yalnız edebiyatta olur. Daracık yokuşları başı önünde tırmanıyor, havaya saldırırcasına, General Orduña Meydanı'na varıyor, orada kendisini istasyona götürecek bir taksi var; belki de üç ay önce, Mágina'ya, korkudan korunacağı bir sığınak bulma umuduyla Manuel'in evine geldiğinde bindiğinin aynısı. Jacinto Solana hakkındaki araştırmalarında sana elimden geldiğince yardımcı olmak benim için bir zevk olacaktır; herhalde biliyorsundur, kendisi 1947'de tutukevinden çıktıktan sonra bir süre bu evde oturmuştu, diye yazıyordu mektupta, ancak korkarım burada yapıtından hiçbir iz bulamayacaksın, çünkü ölmeden önce yazmış olduğu her şey hiç kuşkusuz tahmin edebileceğin koşullar altında yok edilmiştir.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X