Açılış Bölümü, s. 5-12
Dev yazar Prétextat Tach'ın iki ay içinde öleceği cümle âlemin malumu olunca, dünyanın dört bir yanından gazeteciler seksenlik ihtiyarla özel söyleşiler yapmak için seferber oldular. Şüphesiz ihtiyar, kayda değer bir itibara sahipti; yine de (isimlerini tercüme etmekte sakınca görmediğimiz) Nankin'in Sesi ve The Bangladesh Observer kadar tanınmış günlük gazetelerin muhabirlerinin Fransız yazarın başucuna koşmaları şaşkınlık yaratmadı değil. Böylece, vefatından iki ay önce Bay Tach, ününün büyüklüğü konusunda bir fikir sahibi oldu.
Sekreteri bu teklifleri katı bir elemeden geçirme görevini üstlendi: Ölecek olan adam Fransızca'dan başka dil konuşmadığından ve hiçbir tercümana da güvenmediğinden, yabancı dildeki bütün gazeteleri bu seçmenin dışında bıraktı; siyahi muhabirleri geri çevirdi, çünkü yazar, yaşlandıkça, ırkçı laflar etmeye başlamıştı, gerçi bunlar derin görüşleriyle uyuşmuyordu ama Tach uzmanları, ne yapacaklarını şaşırdıklarından, bunda, yaşlılığa özgü bir skandal yaratma arzusunun ifadesini görüyorlardı; son olarak sekreter, televizyon kanallarının, kadın dergilerinin, fazla siyasi olduğuna hükmedilen gazetelerin ve özellikle de, koca adamın bu kadar ender görülen bir kansere nasıl olup da yakalandığını öğrenmek isteyen tıp dergilerinin taleplerini kibarca reddetti.
Bay Tach, amiyane tabiriyle "kıkırdak kanseri" denen ve hastalığa adını veren bilginin 19. yüzyılda Cayenne'de, ırza tecavüz edip ardından öldürme suçundan hapis yatan on kadar kürek mahkûmunda izine rastladığı ve o zamandan beri bir daha hiç görülmemiş olan korkutucu Elzenveiverplatz Sendromu'na yakalandığını öğrenmekten gurur duymuştu. Bu teşhisi, kendisine verilen beklenmedik bir asalet unvanı olarak minnetle andı: Sesi hariç bir harem ağasından farkı olmayan köse şişman fiziği yüzünden, aptal bir kalp-damar hastalığından ölmekten korkuyordu. Mezar taşına yazılacak yazıyı hazırlarken, sayesinde öbür dünyaya çok parlak bir şekilde göçeceği Alman hekimin yüce adını anmayı da ihmal etmedi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yağ bağlamış bu yerleşik adamın seksen üç yaşına kadar hayatta kalmış olması, modern tıbbı şaşkına çeviriyordu. Bu adam öyle yağlıydı ki yıllardır yürüyemediğini itiraf etmişti; diyet uzmanlarının tavsiyelerine kulak asmıyor ve korkunç bir şekilde besleniyordu. Üstelik günde yirmi tane Havana purosu tüttürüyordu. Fakat son derece ölçülü içki içiyor ve bilinmeyen zamanlardan bu yana iffetini koruyordu: Hekimler yağın altında nefes alamayan kalbinin tıkır tıkır işleyişine başka bir açıklama bulamıyorlardı. Yine de hâlâ hayatta olması ve aynı şekilde, hayatına son verecek sendromun kökeni esrarını koruyordu.
Dünyada, yakın gelecekteki bu ölümün medyaya düşmesine bozulmayan tek bir basın organı yoktu. Bu özeleştiriler okuyucu mektuplarında geniş çapta karşılık buldu. Seçilmiş olan tek tük gazetecinin röportajları, modern habercilik yasalarına uygun olarak, daha da bir beklenir oldu.
Yaşamöyküsü yazarları şimdiden fırsat kolluyorlardı. Yazı işleri müdürleri bölüklerini silahlandırıyorlardı. Bu inanılmaz başarı abartılmıyor mu diye düşünen birkaç aydın da oldu pek tabii: Prétextat Tach gerçekten keşfedilmiş miydi? Değeri bilinmemiş yaratıcıların işbilir mirasçısı olmaktan öteye gidiyor muydu? Sözlerini desteklemek için de, kendilerinin bile eserlerini okumadıkları, bu yüzden de haklarında ferasetle konuşabildikleri, derin manalı isimleri olan yazarlardan örnekler veriyorlardı.
Tüm bu etkenler, bu can çekişmenin olağanüstü ses getirmesini sağlamakta yardımcı oldular. Hiç şüphe yok ki bu bir başarıydı.
Yirmi iki romana sahip olan yazar, mütevazı bir binanın giriş katında oturuyordu: Bir yerden bir yere tekerlekli sandalyeyle gittiğinden, her tarafın düz ayak olduğu bir eve ihtiyacı vardı. Tek başına ve yanında hiçbir evcil hayvan olmaksızın yaşıyordu. Çok cesur bir hemşire her gün saat 17'ye doğru gelip onu yıkıyordu. Alışverişini başkasının yapmasına dayanamadığından, mahalledeki bakkallardan erzak almaya kendi gidiyordu. Sekreteri Ernest Gravelin dört kat üstünde oturuyordu ama onu görmekten mümkün olduğunca kaçınıyordu; düzenli olarak ona telefon ediyordu ve Tach konuşmaya şöyle başlamayı asla ihmal etmiyordu: "Kusura bakma sevgili Ernest, henüz ölmedim."
Bununla beraber Gravelin, seçilmiş olan gazetecilere, ihtiyarın temelde ne kadar iyi bir insan olduğunu söyleyip duruyordu: Her sene gelirinin yarısını bir hayır kurumuna vermiyor muydu? Bu gizli cömertliğin, romanlarındaki bazı kişilerde su yüzüne çıktığı sezilmiyor muydu? "Elbette, hepimize dehşet salıyor, en başta da bana, ancak bu saldırgan maskenin arkasında kendini naza çekmek isteyen birinin olduğuna yürekten inanıyorum: Aşırı hassasiyetini gizlemek için serinkanlı ve zalim şişmanı oynamak hoşuna gidiyor." Bu sözler gazetecilerin içini rahatlatmıyordu, zaten herkesin onlara gıpta etmesine neden olan bu korkuyu üstlerinden atmayı da istemiyorlardı: Bu korku onlara bir savaş muhabiri havası veriyordu.
Yaklaşmakta olan vefatın haberi bir 10 Ocak gününe denk düşmüştü. İlk gazetecinin yazarla karşılaşması ayın 14'ünde oldu. Daireye girdiğinde etraf öyle karanlıktı ki, salonun ortasında tekerlekli sandalyede oturan dev silueti seçmesi zaman aldı. Seksenlik ihtiyarın mezardan gelir gibi duyulan sesi, gazeteciyi rahatlatmak için ifadesiz bir "Günaydın bayım"la yetindi, ki bu zavallıyı daha da gerdi.
"Sizinle tanıştığıma memnun oldum Bay Tach, bu benim için büyük bir onur."
Teyp çalışıyor, susmakta olan ihtiyarın sözlerini kolluyordu.
"Afedersiniz Bay Tach, ışığı yakabilir miyim? Yüzünüzü göremiyorum da."
"Saat sabahın 10'u bayım, bu saatte ışık yakmam. Zaten çok geçmeden, gözleriniz karanlığa alışır alışmaz beni göreceksiniz. O halde size bahşedilen rahatlıktan faydalanın ve sesimle yetinin, sahip olduğum en güzel şeydir."
"Gerçekten de çok güzel bir sesiniz var."
"Evet."
Sessizlik, istenmeyen misafiri zor durumda bırakmıştı, not defterine şöyle yazdı: "T.'nin sessizliği zehir gibi. Mümkün olduğunca kaçınmalı."
"Bay Tach, hekimlerin kesin emirlerine rağmen hastaneye yatmayı reddetmedeki kararlılığınıza bütün dünya hayran oldu. Bu yüzden de ilk sorum şu olacak: Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"
"Yirmi yıldır kendimi nasıl hissediyorsam öyle."
"Yani?"
"Kendimi biraz hissediyorum."
"Biraz ne?"
"Biraz."
"Evet, anlıyorum."
"Size hayranım."
Hastanın dehşetli düz sesinde alayın zerresi yoktu. Gazeteci tekrar konuşmadan önce zoraki gülümsedi.
"Bay Tach, sizin gibi bir insanın karşısında, bizim meslekte revaçta olan dolambaçlı cümlelere başvurmayacağım. Bu yüzden de izin verirseniz size, ölmek üzere olduğunu bilen büyük bir yazarın duygu ve düşüncelerinin ne olduğunu sormak istiyorum."
Sessizlik. İç çekiş.
"Bilmiyorum bayım."
"Bilmiyor musunuz?"
"Ne düşündüğümü bilseydim, yazar olmazdım sanırım."
"Yani ne düşündüğünüzü nihayet bilmek için mi yazdığınızı söylemek istiyorsunuz?"
"Olabilir. Pek emin değilim, o kadar uzun zamandır yazmadım ki."
"Nasıl? Son romanınız yayımlanalı daha iki yıl bile olmadı..."
"Boşaltılan çekmeceler, bayım. Çekmecelerim öyle dolu ki, ölümümden sonraki on yıl boyunca her yıl yeni bir romanımı yayımlayabilirler."
"Bu olağanüstü bir şey! Yazmayı ne zaman bıraktınız?"
"Elli dokuz yaşında."
"O halde yirmi dört yıldır çıkan romanlarınızın hepsi boşaltılan çekmeceler miydi?"
"İyi hesap yapıyorsunuz."
"Kaç yaşında yazmaya başladınız?"
"Tam bilemiyorum; defalarca başlayıp defalarca bıraktım. İlk defasında altı yaşındaydım, trajediler yazıyordum."
"Altı yaşında trajediler mi?"
"Evet, manzumdular. Zafiyet. Yedi yaşında bıraktım. Dokuz yaşında tekrar hasta düştüm, bu da bana birkaç ağıta mal oldu, bunlar da manzumdu. Nesiri hor görüyordum."
"Çağımızın en büyük nesircilerinden birinden bunu duymak şaşırtıcı."
"On bir yaşında yine bıraktım ve on sekiz yaşına kadar tek bir satır yazmadım."
Gazeteci defterine not aldı: "T. iltifatları hiç karşı çıkmadan kabul ediyor."
"Ya on sekiz yaşında?"
"Tekrar başladım. Önceleri oldukça az yazıyordum, sonra giderek daha çok. Yirmi üç yaşında uzun mesafe hızıma ulaştım ve bunu otuz altı yıl boyunca korudum."
"'Uzun mesafe hızım'la ne kastediyorsunuz?"
"Bundan başka bir şey yapmadım yani. Durmaksızın yazıyordum, yemek yemek, tütün içmek ve uyumak dışında hiçbir faaliyetim yoktu."
"Hiç sokağa çıkmaz mıydınız?"
"Sadece mecbur kaldığım zaman."
"Aslında kimse savaş sırasında ne yaptığınızı hiçbir zaman öğrenemedi."
"Ben de."
"Size inanmamı nasıl beklersiniz?"
"Hakikat bu. Yirmi üç yaşından elli dokuz yaşına kadar günler birbirine öyle benziyordu ki. Bu otuz altı yılı olaylardan hemen hemen yoksun ve homojen, uzun bir yaşantı olarak hatırlıyorum; uyanıp yazıyordum, yazmayı bitirdiğimde yatmaya gidiyordum."
"Ama yine de herkes gibi siz de savaşın etkilerine maruz kaldınız. Mesela yiyecek-içeceğinizi nasıl temin ediyordunuz?"
Gazeteci, şişman adamın hayatındaki temel bir konuya değindiğini biliyordu.
"Evet, o yıllar kötü yemek yediğimi hatırlıyorum."
"Gördünüz mü!"
"Bu bana dokunmadı. O dönemde oburdum ama damak tadım gelişmemişti. Ayrıca çok büyük miktarda puro yedeğim vardı."
"Damak tadınız ne zaman gelişti?"
"Yazmayı bıraktığımda. Eskiden buna vaktim yoktu."
"Peki yazmayı neden bıraktınız?"
"Elli dokuz yaşına girdiğimde bunun bittiğini hissettim."
"Nasıl hissettiniz?"
"Bilmiyorum. Menopoz gibi geliverdi. Bir romanı bitirmeden bıraktım. Bu çok iyi bir şeydir: Başarılı bir meslek hayatında, inanılır olmak için bitmemiş bir roman lazımdır. Yoksa size üçüncü sınıf yazar muamelesi yaparlar."
"Yani, otuz altı yılınızı hiç ara vermeksizin yazmakla geçirdiniz ve akşamdan sabaha tek bir satır yok, öyle mi?"
"Öyle."
"Ondan sonraki yirmi dört yıl bounca ne yaptınız peki?"
"Söyledim ya, damak tadımı geliştirdim."
"Tam gün mü?"
"Tam hız desek daha doğru olur."
"Bunun dışında?"
"Bu zaman alıyor biliyor musunuz? Bunun dışında, hemen hemen hiçbir şey. Klasikleri tekrar okudum. Ha, unutuyordum, televizyon aldım."
"Nasıl? Siz televizyondan hoşlanıyor musunuz?"
"Reklamlardan, sadece reklamlardan, buna bayılıyorum."
"O kadar mı?"
"Evet, reklamlar hariç televizyondan hoşlanmam."
"Olağanüstü bir şey bu: Demek yirmi dört yılınızı yemek yiyerek ve televizyon seyrederek geçirdiniz?"
"Hayır, ayrıca uyudum ve tütün içtim. Biraz da okudum."
"Halbuki sizden söz edildiğini duymadığımız bir an bile olmadı."
"Kabahat sekreterimin, şu mükemmel Ernest Gravelin'in. Çekmecelerimi boşaltmakla, yayıncılarımla görüşmekle, efsanemi oluşturmakla ve özellikle de beni rejime sokma umuduyla buraya hekim kafileleri getirmekle o ilgilenir."
"Boşuna."
"Allahtan öyle. Beni yemekten mahrum bırakmak için çok aptalca olurdu, çünkü, nihayetinde, kanserimin kökeninin beslenmeyle ilgisi yok."
"Kökeni nedir peki?"
"Esrarengiz, ama beslenmeyle ilgisi yok. Elzenviverplatz'a göre (şişman adam bu soyadını büyük bir zevkle telaffuz ediyordu) bunun nedenini doğumdan önce programlanmış genetik bir sapmada aramak gerekirmiş. Demek ki her şeyi yemekle hata etmemişim."
"Yani doğuştan mı buna mahkûmdunuz?"
"Evet bayım, gerçek bir trajedi kahramanı gibi. Bu yüzden de karşıma geçip insan özgürlüğünden bahsetmeye kalkmasınlar."
"Fakat yine de seksen üç yıllık bir tecilden yararlandınız."
"Tecil, evet çok doğru."
"Bu seksen üç yıl boyunca özgür olduğunuzu inkâr edecek değilsiniz ya? Mesela yazmayabilirdiniz..."
"Yoksa yazmış olduğum için bana sitemde mi bulunacaksınız?"
"Söylemek istediğim bu değildi."
"Ya. Yazık, sizi takdir etmeye başlayacaktım."
"Yazmış olduğunuz için pişman değilsiniz herhalde?"
"Pişman olmak mı? Ben pişman olmaktan acizim. Bir karamela ister misiniz?"
"Hayır, teşekkürler."
Romancı ağzına bir karamela attı ve gürültülü gürültülü çiğnedi.
"Bay Tach, ölmekten korkuyor musunuz?"
"Kesinlikle hayır. Ölüm pek büyük bir değişiklik olmasa gerek. Buna karşılık, acı çekmekten korkuyorum. Morfin stokladım, kendi kendime enjekte edebileceğim. Bu sayede korkmuyorum."
"Ölümden sonraki hayata inanıyor musunuz?"
"Hayır."
"Öyleyse ölümün bir yok oluş olduğuna inanıyorsunuz?"
"Daha önce yok olmuş bir şey nasıl yok edilebilir?"
"Müthiş bir cevap bu."
"Bu bir cevap değil."
"Anlıyorum."
"Size hayranım."
"Yani demek istiyordum ki... (gazeteci, ifade güçlüğü çekiyormuş gibi yaparak, ne demek istediğini uydurmaya çalıştı) romancı sorular soran kişidir, onlara cevap veren değil."
Ölüm sessizliği...