Açılış bölümü, "Buzlar Eriyor", s. 5-9
Dürüst olmak gerekirse Sınav esnasında ve öncesinde başıma neler geldiğini net olarak hatırlamıyorum sanırım; bundan dolayı da gerekli olan yerleri olasılıklarla –ya da yalanlarla diyelim isterseniz– doldurdum.
Hiç şüphesiz, daha önce hiçbir şeyi burada yazdıklarımın yarısı kadar bile açık söylemedim; hiç kimse de söylememiştir. Olayların bazıları tamamen uydurma. Gerçi, önemli de değil. Buradaki her şey olanlara oldukça yakın ve bu hikâyenin önemli tarafı, olaylardan çok, yedi sene önce bende başlayan değişiklikler. Gözünüzü ayırmamanız gereken şeyler bu değişiklikler. Onlar olmasa, düzenleyici olmak için eğitim görmeyecek, aynı adamla evlenmeyecek ve belki de hayatta bile olmayacaktım. Değişiklikler aynen –yalansız– anlatılmıştır.
Büyümemden öncesini hatırlayarak başlıyorum. Bu benim için önemliydi. On ikimdeyken kısa siyah saçlı, kısa boylu, küçük, siyah gözlü bir kızdım; gelecek vaat eden bir görüntüm bile yoktu. Ben hâlâ eskisi gibi olmaya devam ederken arkadaşlarım değişmeye başlamıştı; bense umudumu kaybetmeye. Babama göre bu halimle dondurulmuştum. Bunu, ben on yaşındayken, alaycı bir gününde rasgele söylemişti.
"Mia," dedi. "Ben seni bu halinle seviyorum. Eğer büyüyüp değişirsen gerçekten yazık olacak."
"Ama ben büyümek istiyorum," dedim.
"Hayır," dedi babam düşünceli bir tavırla. "Sanırım seni hemen bu halinde donduracağım." Büyü yaparmış gibi elini salladı. "Kendini donmuş kabul et."
Babamın bu oyunu oynamaya devam etmesinden açıkça çok sıkılıyordum. On iki yaşıma geldiğimde oyunu önemsememek için elimden geleni yapıyorsam da işim zordu, çünkü on yaşımdan beri neredeyse hiç büyümemiştim. Küçük olduğum kadar kısa ve bir o kadar da dümdüzdüm. Benimle ne zaman gırgır geçmeye başlasa tek söyleyebildiğim hiç de donmuş olmadığımdı. Bir süre sonra da hiçbir şey söylememeye başladım. Alfing Çeyreği'ni terk etmeden önce mor bir gözle eve girdim. Babam bana baktı ve söylediği tek şey, "Kazandın mı, kaybettin mi?" oldu.
"Kazandım," dedim.
"Bu durumda," dedi, "senin buzlarını çözmem gerekmiyor sanırım. Kendi kendini idare ettiğin sürece de çözmeyeceğim."
O zaman on iki yaşındaydım. Karşılık veremedim, çünkü söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Bununla beraber babama gene de çok kızmıştım.
Problemimin önemli yanı büyümek değildi. Diğer yanı da yerden çok yukarıda bir cambaz ipinin üzerinde duruyor olmamdı. İleri gitmek istiyordum – ama orada gördüklerimden hoşlanmamıştım. Geriye gidemiyordum çünkü denemiştim, olmamıştı. Bütün hayatınızı ip üzerinde geçiremezsiniz ki! Kısacası ne yapacağımı bilmiyordum.
Gemi'de üç büyük, bir yığın da küçük tatil vardır. Ağustos'un 14'ünde Gemi'nin fırlatılışını kutlarız. Geçen Ağustos 164. yılıydı. Daha sonra 30 Aralık ve 1 Ocak arası Yıl Sonu' nu kutlarız. Okulsuz, özel derssiz, çalışmadan beş gün. Her yere asılı süsler, misafirliğe gelen arkadaşlar, hediyeler, ziyafetler, partiler. Her dört yılda bir buna bir gün ekleriz. Bunlar iki eğlenceli tatilimizdir.
Mart'ın 9'u daha farklıdır. Bu, Dünya'nın yok edildiği gündür ve tabii ki kutlanacak bir şey değil. Ama hatırlayacağımız bir şey.
Okulda öğrendiklerime göre nüfus artışının etkisi, tüm savaşların en önemli nedeniydi. 2041 yılında sadece Dünya'da sekiz milyar insan vardı ve hiç kimsenin hapşırmaya yetecek yeri bile yoktu. Yeteri kadar ev, yeteri kadar okul ve öğretmen yoktu; yollar yetersizdi, trafik çekilmezdi; doğal kaynaklar ya bitiyordu ya da bitmişti, herkes her zaman biraz açtı, ama hiç kimse de açlıktan ölmüyordu. Hiç kimse sesini yükseltmeye kalkamıyordu, çünkü, eğer denese diğer yüz kişiyi rahatsız edebilirdi. Bunu yapmamaları için gerekli yasalar konulmuştu. Bu, kibirli kütüphanecilerle dolu bir kütüphanede günün 24 saatini geçirmek gibi bir şeydi. Ve nüfus artmaya devam etti. Bunun da bir sınırı vardı, 164 yıl önce o sınıra varıldı.
Hayatta olduğum için şanslı olduğumu biliyorum. Benim dedemin dedeleri bu durumun geleceğini gördükleri için ben hâlâ buradayım.
Bu, Güneş Sistemi'nde herhangi bir yere gitmeye benzemiyordu. Çünkü etraftaki en iyi toprak parçası zaten Arz'dı. Arz yok edildiğinde, sistemdeki bütün diğer koloniler de yok edilmişti. İlk Büyük Gemi 2025'te bitti. Sekiz gemiden biri ve bitmemiş gemilerden ikisi her şeyle beraber 2041'de yok oldu. O iki yıl içinde bizim Gemiler birçok yıldız sisteminde 112 koloni kurdu. (Başlangıçta 112'ydi, ama bir kısmı başaramadı, yedi tanesi kötü davrandıklarından cezalandırıldılar ve şimdi geriye 90 kadarı kaldı.)
Biz Gemilerdekiler dersimizi aldık. Gemilerimizin nüfusu az ve sınırlı; dejenere olmak, kalabalıklaşmak istemiyoruz. Bir emniyet supabımız var. On dört yaşınıza bastıktan sonraki üç ay içinde sizi gemiden alırlar ve koloni gezegenlerinden birine otuz gün hayatta kalma mücadelesi vermek üzere bırakırlar. Herkes her koşulda katılmak zorundadır, hiçbir istisna yoktur ve ölüm oranı oldukça yüksektir. Eğer salaksanız, aptalsanız, gelişmemişseniz ya da sadece şanssızsanız bir ayı çıkaramazsınız. Eğer eve geri dönerseniz de artık yetişkin biri sayılırsınız. Ben on ikimdeyken sorunum ölümden korkmak değildi. Ben Gemi'yi terk etmekten korkuyordum. Onu bırakın, yaşadığım çeyreği terk etmenin bile lafını duymak istemezdim.
Bu bir aylık hayatta kalma mücadelesine "Sınav" diyoruz. Ve on birimden sonra "Sınav"ı en az bir defa düşünmediğim bir gün bile olduğunu sanmıyorum. On birimdeyken Chatterji isimli bir adamın oğlu Sınav'a gitmek üzereydi ve adamın çocuğunun başaramayacağı konusunda ciddi şüpheleri vardı. Çocuğun işini kolaylaştırmak için kendini büyük risklere soktu. Oğlunun hangi gezegene bırakılacağını buldu ve gezegende karşılaşacağını bildiği bütün tehlikelere karşı onu yetiştirdi. Sonra da çocuk daha gitmeden Sınav'da taşınmasına izin verilmeyen bir yığın silahı oğluna gizlice verdi ve çocuğun şansını artıracağını düşünerek yere konar konmaz emniyetli bir yer bulup etrafta hiç dolaşmadan bir ay orada saklanmasını tavsiye etti.
Çocuk gene de başaramadı. Pek uyanık değildi. Nasıl öldüğünü bilmiyorum – orada karşılaştığı tehlikelerden biriyle başa çıkamamış olabilir; hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmış olabilir; yanında olmaması gereken silahlardan biriyle beynini parçalamış olabilir; belki de kendi ayağına takılıp düşmüş ve boynunu kırmıştır – ama eve dönecek kadar yaşamadı.
Bay Chatterji Gemi'den kovuldu. O da ölmüş olabilir.
Bu size sert görünebilir – ama bunu ben yargılayamam. Zaten acımasız olup olmaması önemli değil, çünkü bu gerekli ve ben daha on bir yaşıma gelmeden çok önce bile gerekli olduğunu biliyordum. Her şeye rağmen, o zaman bu olay üzerimde büyük bir iz bıraktı. Ve yaşadığım çeyreğin sınırlarının dışındaki şeylerle yüzleşmeye kendimi zorlayacak gücüm olsaydı çok daha rahat uyuyabilecektim.
Belki başka sebepler de vardı; ama bence Babam Gemi Meclisi Başkanı olduğunda, tam da bu nedenle, taşınmamıza karar verdi.
Gemi'deki bütün kız ve oğlan çocuklar futbol oynayarak büyürler. Eminim dört ya da beş yaşındayken nasıl oynanacağını biliyordum ve kesinlikle daha da ufakken topa vurmaya başlamıştım. Ne zaman fırsatımız olsa top oynardık. Bu yüzden çeyreğin avlusunda –Alfing Çeyreği, Dördüncü Düzey – eve gitme çağrısını duyduğumda futbol oynuyor olmam sürpriz değildi. Avlu üç kat yüksekliğinde ve her iki yönde de iki yüzer metre uzunluğundaydı. Avluda yeşil ve güzel korunmuş, nizami bir futbol sahası vardı; fakat Sınav ayından yeni dönen bizden büyük çocuklar bu ayrıcalıklarından dolayı kendilerini iki misli büyük hissettiklerinden, sahayı kendilerine ayırmışlardı. Biz de en uzak köşedeki ufak sahaya gitmiş orada oynuyorduk.
Futbolda ileride beş forvet, ortada defansın ilk çizgisini oluşturan ve gol atmaları için topu ileriye taşıyan üç haf, geride defans yapan iki bek ve ağları koruyan bir de kaleci vardır. Futbol sadece faul yapıldığında, top saha çizgilerinin dışına çıktığında ya da gol olduğunda bir an için duran sürekli hareketli bir oyundur.
Sol ayağımla kuvvetli vurduğumdan, ileride sol iç pozisyonunda oynuyordum. Doğal olarak solaktım.
Sıkı bir depardan sonra orta sahada nefes nefese, kalecimizin sert bir şutu yakalamak için uçtuğunu gördüm. Anında ayaktaydı, topu bir defa yerde sektirdi ve yüksek, uzun bir degaj yaptı. Kaleciler, topa elle dokunmalarına izin verilen yegâne oyunculardır. Geri kalanımız ayaklarımızı, dizlerimizi, dirseklerimizi ve kafalarımızı kullanmak zorundayız. Oyunu ilginç yapan da budur zaten.
Orta sahanın sağındaki oyuncu topu yakaladı. Topu bir anda kontrol edip orta sahanın ortasında oynayan Mary Carpentier'e pas verdi ve hep beraber gol için hücuma geçtik.