Turan Karataş, “Huma kuşu olup acıların ovasında uçuyorum”, Yeni Şafak Kitap Eki, 11 Ağustos 2010
Süreyya Berfe 70 Kuşağı şairlerindendir. Adı, o kuşağın öncü şairlerinin (İsmet Özel, Ataol Behramoğlu) hizasına yazılmasa da hemen arkadan anılır. İlk şiirlerinin birkaçını Süreyya Kanıpak imzasıyla yayımlamıştır. Asıl adı da Hikmet Süreyya Kanıpak’tır. Şimdilerde bir sahil kasabasında münzevi bir hayat yaşadığını bildiğimiz Berfe, gençliğinde tabir yerindeyse hızlı bir sosyalist devrimcidir. Büyük savrulmalar yaşadığı, olmayacak düşler peşinde gittiği o yıllarda yazdıklarından çıkarılabilir.
Şairin son çıkan kitabı Seferis ile Üvez üzerine yazmak niyetiyle başladığım yazı, alıp gerilere götürdü beni. Şairin, kitaplığımda bulunan; 1965, 1966’da yayımlanan ilk şiirlerinden başlayarak 1992’de çıkan Şiir Çalışmaları’na kadar çeyrek asrı aşkın bir süre içinde ortaya koyduğu ürünleri, zamandizimsel olarak okudum. Araştırınca fark ettim ki şairimiz son on yılda (1998-2008) altı kitap daha çıkarmış [Ruhumun (1998), Nâbiga (2001), Seni Seviyorum (2002), Eksik Alfabe (2003), Foklar Söyledi Ben Yazdım (2005), Çıkrık (2008)]. Şu kısacık sürede temin etme imkânım olmadığı için, bu kitapları maalesef okuyamadım. Aslına bakılırsa, bir şairin yirmi beş yıldan artık bir zamana yayılmış yazma serüveninde ortaya koyduğu ürünleri tanımak, o şairi tanımak için yeterli sayılabilir. Ne var, daha sağlıklı bir değerlendirme için elbette bütün yapıtların okunması gerekir(di). Şimdilik okuduklarım üzerine, onlardan yola çıkarak bazı değerlendirmeler yapacağım. Maksadımız şairi daha yakından tanımak ve tanıtmak, bu vesileyle yeni kitabını da söz konusu etmektir.
Süreyya Berfe’nin ilk birkaç şiirinde, ilk kitaplarına almayıp sonradan toplu şiirlerinde (Ufkun Dışında, “Kitaplarda Olmayan Şiirlerden Seçmeler 1965-1966”) yer verdiği şiirlerinde, İkinci Yeni şiirinin etkisini görmek mümkün. Kapalı ve iç bağıntısı zayıf dizelerle kurulan şiirler bunlar. Yalnızlık, hüzün, sonradan çokça meşgul olacağı dış âlemi yoklama denemeleri. Tabiatın ortasında duyarlı ve sorumlu bir bireyin kaygıları. Sonra topluma yönelme başlıyor. “Kasaba” ve “Kasabadan Uzakta” şiirlerinin ırası farklı. Çevresine dikkat kesilmiş bir bakış. Bu iki şiir, Gün Ola’daki şiirlerin habercisi.
İlk kitabı Gün Ola’da (1969), tutup şiirin elinden köyüne varır Berfe; bir nevi yeni biçimli türküler söyler, “çoban türküleri”. “Bir yerimde yorgun bir değirmen dönüyor” güzel, manidar ve kitaptaki şiirlerin maksadına muvafık bir dizedir. Ceyhun Atûf’tan, Cahit Külebi’den esintiler taşır bu şiirler. Onlarınkilerin daha dik seslisidir. Çünkü “emperyalizmin bağıra bağıra geberdiği” de bir kenara not edilmiştir. Ama şair daha çok durnalarla arasında bir yakınlık kurmuştur; yüreğinin ortasından da kağnılar geçer. Kısacası, Gün Ola’daki ürünler, tabir doğru ise, bir çeşit “köy şiirleri”dir. Halkı ve toprağı sevmenin semeresi olan bu kitaptan başka bir eser yayımlamamış olsaydı, Süreyya Berfe’ye rahatlıkla “köy şairi” diyebilirdik.
Berfe’nin ikinci kitabı Savrulan’da (1971), ilk yapıtındaki bir iki izlek, söz gelimi köy kaygısı, devam etmekle birlikte “devrimci” bir ozan vardır karşımızda. Kitaptaki ürünlerde dönemin toplumcu ve halkçı şiir tutumu hâkimdir. Basbayağı “devrimci şiirler” okuruz. Hem şiirlerin içeriği, hem de söyleniş biçimi bunu kolayca belli eder. Şairin kaygısı salt kendi ülkesiyle de sınırlı değildir, dünyanın değişik yerlerindeki “emekçi”lerin sözcüsü olacak şekilde büyümüştür. “İspanyol İşçileri”, “Salazar Nereye Gömülecek” şiirleri bu bağlamda ilginç örneklerdir. Şairin bahanesi hazırdır: “Dünyaya çeviriyorum gözlerimi// Dünyadan halkım geçer”. Beri yanda, aynı yıllarda yazılan ve yayımlanan (1969), fakat Savrulan’a alınmayan “Sierra Maestra’da” şiiri, adeta Sosyalist Küba’nın kurtuluş destanıdır. Okuru rahatsız edecek derecede bir ideolojik bağlanma söz konusudur şiirde. 60’ların sonundaki devrimci heyecanla söylenmiş bir militan şarkısı gibidir. Bir şairin, ideolojisini şiirinde bu kadar açık edişi elbette hoş değil.
Berfe’nin kırklı yaşlara yaklaştığı dönemin ürünü olan Hayat ile Şiir (1980), onun en oylumlu kitabıdır. Adeta, şair, şiir perisine “Beni uzun bir yolculuğa çağırıyorsun/ Geliyorum” demiş ve karmaşık bir çağın, kanlı bir dönemin yaşamalarına ayna tutacak metinler yazmıştır. Her çeşitten şiir bu kitapta yer bulacaktır. Ne var, Berfe çok zaman, “içindeki derdi söylemez, herkesin bildiğini söyler”. Bir bakıma güncelin gölgesi düşmüştür şiirinin üstüne. Şair, yazılmaması gereken şeyleri de yazar. Bu arada bütün “defolu” ruhlar/ insanlar ve durumlar şiire girer. Bu kitapta darmadağınık söylenmek istenen birçok şeyin hâsılası şu örnekten çıkarılabilir: “bitmek tükenmek bilmeyen geçim sıkıntısı/ çok hızlı büyüyen işsizlik/ mikrobu bilinen ama bulunamayan kentleşme/ sahiplerinden başka kimseyi dinlemeyen sanayileşme/ engeller, baskılar, yabancılaşma, sınıf değiştirme/ modern hayat, elektronik çağ, yoksulluk/ insanlararası soğukluklar/ kardeşlerarası düşmanlıklar/ sınıflararası uçurumlar/ uluslar arası hesaplar/ kel tepeler, yumuk yumuk evler/ tükenen doğa, kirlenen denizler/ yaralanan değerler, yıkanan beyinler/ başıboş gençlik, başıboş hayat, başıboş günler”.
Şiirlerin yazıldığı dönemin Türkiye’si, yani “bir uçtan bir uca kanıyan” yurdum, büyük bir görüntüsüyle bu metinlerde yansımaktadır. Hayat ile şiirin yan yana,doğrusu iç içe olduğu bu kitaba 70’li yılların sosyolojik panoraması diyebiliriz. Salt içerik olarak değil biçim olarak da kitapta çeşitli metinler vardır. Ortalama bir yazı özellikleri taşıyan, şiirsel gerilimi olmayan metinler; söz gelimi “Yazı” gibi, “Yarın da Tartışırız” gibi. Haksızlık etmeyelim, mahcup ve güzel dizeler berrak bir su gibi fışkırır bu hantal yazı öbeklerinin arasından: “Dün, silindir geçti üstünden bir çiçeğin/ Bugün yine açıyor// Demek ki kalbinin çevresinde kalbim dolaşıyor”.
Bilhassa Hayat ile Şiir bağlamında şu belirleme de yapılmalıdır: Berfe, çokluk şiirin sesine, ahengine ve diğer biçimsel öğelerine önem vermiyor. Varsa yoksa anlam. Bu nedenle birçok ürünü kolayca düzyazıya evrilebilir niteliktedir.
“Her şeye bakmak isteyen bir derviş tavrı”, buna şair ve filozof tavrını da ekleyelim, çok yerde şiir olmaya aday küçümen metinler yazdırmıştır Berfe’ye. Bunların ilk örnekleri, Ufkun Dışında (1985) kitabında yer bulmuştur. Bu küçürek metinler yer yer bir vecize, bir aforizma, kimi vakit hikmetli bir söz, bir haiku, kimi özellikleriyle de haza ve yekpare bir şiirdir. Bir düşünce özünü, anlık bir duyguyu, küçük bir alaysılamayı dile getirirler. İşte minik bir örnek: “Talihsiz değil yeni insancıklar, tarihsiz”. Bu metinlerin özel adı “şiir çalışmaları”dır. Necatigil’de gördüğümüz ‘şiir uçları/ şiir filizleri’ne benzerler. Ama daha çok tabiattan ilham alınarak söylenmiştir. Bu tarihten sonra her kitapta az biraz boy vereceklerdir. Süreyya Berfe’nin bir şair olarak en belirgin özelliği nedir diye sorulsa, son kitabında da büyük bir yer tutan bu küçük metinleri önemseyişidir derim. Bir haiku şairi olmak mıdır derdi, derseniz, bu minik metinlerin birçoğunun haiku olmadığını söylerim. Şurası da var, okuduklarımdan hareketle diyebilirim ki, Berfe bundan elli yıl, yüz yıl sonra Türk edebiyatında yer bulacaksa, hatırlanacaksa, bu küçümen şiirleriyle anılacaktır.
“Şiir Çalışmaları” adını o kadar benimser ki Berfe, 1992’de yayımlanan kitabına bu adı koyar. Tabiatın ve hayatın dilini ve gizini anlama, anlatma/ duyurma çabasının ürünü olan bu küçük metinler, aynı adla bu kitapta da epeyce bir yer tutar. Bu kitabın diğer metinlerine bakınca, önceki kitaplarda var olan ideolojik, politik mesajın kaybolduğunun görürüz. Şiirler kısalmıştır. Yani Süreyya Berfe şiirinin çehresi de özü de epeyce değişmiştir. Yalın söyleyiş büyük ölçüde devam etmektedir, ama şiirler düzyazıdan daha uzakta dururlar. Şairin bakışı, toplumdan kendi içine yönelir. Kendi içinde büyüttüğü ya da büyüyen bir dünyanın keşif yolculuklarına çıkar. Aşk temasının dikkati çekecek kadar şiirin özüne dâhil olduğunu görürüz. “Gitmiyor”, bu bağlamda iyi bir örnektir. Kısacası, “koparana kokusunu veren çiçek” olma yolunda bir naiflik sezilir şiirlerde.
Seferis ile Üvez (2010), Berfe’nin şimdilik son yapıtı. Bana sorarsanız, çok şiir yazmıştır Berfe. İyi bir şair olmak için bu kadar şiire ihtiyaç var mı, bilemiyorum. Kitabın ilk kısmında yer alan 37 metinde, kendisinin de Selanik mübadili bir aileden geldiğini söyleyen şair, bir borç olarak Yorgo Seferis’e iskele ışıklarını yansıtmak istemiştir. Bir bakıma hemşehrisi olan bu şaire bir son durum raporu sunmaktır niyeti. Yaşanan ortak coğrafyanın son hâli: Gidenler, duranlar, değişenler, direnenler… Şiirlerin mülhimesi Seferis’tir. Aynı zeminde bir duygudaşlık oluşmuştur. “Kim tartabilir çektiklerimizi/ bulduklarımızı yitirdiklerimizi/ nasıl hangi tartıyla”. Aynı İskele’nin yaşayanları ve yolcuları olarak görmüş, yaşamış ve yazmışlardır onca uygarlığı. Kıyılarımız yaklaşsın diye, iki yakanın çocuklarına “barışı anlamayı öğretelim” diye yapmıştır biraz da şair. Yalın bir anlatımla lirik bir destan denemesidir bu kısım.
Kara üzüme benzeyen ve bir kış meyvesi olarak bazı yörelerde bilinen ve yenilen “Üvez”in adı verilen ikinci kısım, kitabın yarısı hacmindedir; son yıllarda yazıldığı anlaşılan ‘şiir çalışmaları’ bir araya getirilmiştir. Bu küçük metinlerde hâkim olan tema tabiattır ve bilhassa mevsimler. Mevsimler arasında ise söze en çok karışan bahardır, sonra da yaz. Ağaçlar, çiçekler, kuşlar, börtü böcek; ne yaşıyorsa tabiatta bu minik metinlerde yer bulmuştur. “Bugün Salı mı Şimdi” isimli kısımdaki şiirler de, “Üvez”dekilerin azıcık büyütülmüşü. Bunlar da, bana kalırsa, bir bakıma “şiir çalışmaları”dır. Aynı yapıda şiir parçalarıdır çünkü. Tatlı tatlı okunuyor, ilk planda hoşa gidiyor da; bellekte yer edecek güçte, sarsıcı, tekrar okumayı arzu ettirici ürünler değil. Biraz acımasız olacak ama söylemek gerek. “Seferis”teki bir iki söyleyiş güzelliğini saymazsak, Berfe şiirine katkıda bulunan bir kitap değil Seferis ile Üvez. Ustalığın bulgu ve dil tecrübesiyle var olmuş vasat ürünler toplamı.
(Burada uzunca bir parantez açıp ne zamandır söylemeyi düşündüğüm bir hususu, haddimi aştığımı bilsem de, bu vesileyle dile getirmek isterim. Şairi yaşlandıran, fiziksel yaşından çok şiiridir. Şöyle demek daha iyi, bir şairin yaşlanıp yaşlanmadığını yazdığı şiirinden anlayabiliriz. Buna karşın, kim ne derse desin, şiir genellikle gençlik uğraşıdır. Ne var, “gençlik”le anlatılmak istenen çağı genişletip/ uzatıp 50 yaşına kadar vardırabiliriz. Hatta bazı iyice yetenekli şairlerde bu sınır 60’a kadar varabilir. Benim naçiz kanaatim, altmışından sonra şiir yazmamalı şairler. Belki çok az. Yazıyorsa da yayımlamamalı. Hemen bir çırpıda aklıma gelenleri söyleyeyim; Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer, Gülten Akın, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel… hangisinden altmışından sonra eski şiirleri gücünde ve tadında bir yapıt okuyabildik. Söz gelimi, İsmet Özel’in son beş on yıldır yayımlanan şiirlerine bir bakın; bir sempatizan olarak değil, tarafsız bir gözle. Ortalama bir metinden başka nedir o yazılar? İsmet Özel şiirindeki o halavet, çarpıcılık, derinlere zıpkın atan güç, bellekte iz bırakan söz kudreti nerede? Altmışından sonra, şiirin duygu suyu kuruyor. Lirizm azalıyor, belki de kayboluyor. Şair, ustalığının, yazı tecrübesinin hazır ekmeğini yemeye başlıyor. Söz kurulaşıyor, öz politize oluyor çok zaman. Şair, daha bir bilgece konuşayım, dünyaya nizamât vereyim derken sözleri şiirin dışına düşüyor. Şiiri olmadık maceralara sürüklüyor.)