Ahmet Sait Akçay, “Kurşuni bakışların altında”, Sabah Kitap Eki, 16 Temmuz 2008
Kemal Selçuk, yeni romanı Kurşuni'de "görmeye" odaklanıyor. Gözün tahakkümünü, bakışların etkilerini usta çırak ilişkisinde öyküleştiren anlatıcı, romanın girişinde ustasının kendisindeki kalıcı imgesi olarak "ezen sert bakışlar"dan bahseder. Romanın adının "kurşuni" olmasının da bunun bağlantısı vardır; bakışlar kurşunidir, o derece etkilidir ki anlatıcı yaşamı anlatırken sıkça bu nitelemeyi yapar.
Roman monolog biçiminde kurgulanmış. Anlatıcı, on dört yaşında bir çocuk, bir çırak ve karmaşık, aldırış edilmeyen dünyasını, öznelliğini desek daha doğru olur, okurla paylaşıyor. Anlatıcının eğitimli sesi, ilk bakışta anlatıcının kendisiyle arasında bir çelişkiyi ortaya çıkarıyor. Neredeyse öznelliğin retoriği diyebileceğimiz bir anlatım biçiminin bir çırak üzerinden yansıtılması bir sorun olarak karşımızda. Anlatıcının, (bıçkıcı çırağı) ustasını ve ortamı anlatırken, kendiyle kurduğu ilişkinin sorunlu oluşunu, kıskançlık, iktidar hırs, görme, bakma, görünme bağlamında çözümlenebilir. Bir işçi hikâyesini anlatıyor Selçuk. İşçinin bakış açısını salt ezilme, hor görülme biçiminde kurgulanmaması, hikâyeyi gerçekçi kılıyor. Anlatımın odağında ustanın olması, bakılan açısından görmenin nasıl bir biçimde sunulduğunu gösteriyor. Selçuk'un hikâyeyi bir alt-üst biçimde betimlememesi, küçük öznenin yapısını sorunsallaştırması romanın çarpıcı yönleri olarak okunmalıdır. "Küçük insan" denilen öznenin yapısını, zaaflarını, jargonlarını, arzularını nasıl yönlendirdiğine odaklanıyor anlatıcı. Tahsin Yücel'in vatandaşı, Attila İlhan'ın sokaktaki adamı gibi, "yeraltı adam"ının serzenişini dillendiriyor görünmeyen özne.
Monolog tekniğinin başka eserlerinde de kullanan yazar, bununla bir gizemi romanı taşımanın yanında, klasik bir monologun ötesine gidememekte. Romanı üçünü kişinin bakışından okusaydık ne değişirdi diye bir soruya vereceğiniz yanıt, hiçbir şey değişmezdi biçiminde olacak. Çünkü anlatıcı kendisinden çok başkasına odaklanmış durumda, ustasıyla kurduğu sorunlu ve arzulu ilişki de ustasının başkalarıyla kurduğu iletişim yoluyla verilir.
Yeni ergen bir çırak olan anlatıcı dünyayı yeni yeni algılamaya başlar, Ustası, atölye çalışanları-romanda daha çok sinirli ağabeyler olarak söz eder- ustanın gelini Zeynep ve Deli Filozof Hikmet çocuğun zihninde yer eden isimler.
Deli filozofun menkıbeleri
İki oğlunu talihsiz bir kaza sonucu kaybeden İhtiyar'ın dünyasını anlamaya çalışan çırak, efendisinin bakışlarındaki sertliği, mendeburluğu, kötücüllüğü nasıl yatıştırdığına tanık olur. Deli Filozof'un durmadan anlattığı peygamber menkıbeleriyle bir anlamda terapi olan İhtiyar, "moruk, alakadar olduğu iş dışındakileri, her ne olursa olsun görmüyor, hatta düşünmüyor gibidir." Çünkü ihtiyar bıçkı atölyesi için kule gibi yığdığı tomrukların altında kalan iki çocuğunun acısını içinde derinden hisseder, anlatıcının deyişiyle hikâyelerle büyüleniverir.
Roman boyunca ustasının aynası olmaya çalışan çırak, satır aralarında atölyedeki hor görülmeyi, aşağılanmayı, gurur incinmesini ve bütün bunların nasıl kamçıya dönüştüğünü de anlatır. İhtiyarla olan gelgitli ilişkisini şu cümleler çok iyi anlatır: "İhtiyar gibi bir adamı tanımanın keyfin çıkardım ben her fırsatta-onun ekşi suratını görmekten hazzetmenin verdiği keyfi kaç kişi keşfetmiştir başka?" İhtiyarın acısını anlatmak anlatıcının hazzına dönüşüyor bir süre sonra. Ulaşılamayanın yapamadığına muktedir olmak çırağın yazma güdüsüdür, yazı da kendisi için bu şekilde bir terapiye dönüşür. Zeynep, İhtiyar ve Filozof Hikmet’le birlikte anlatıcı kendi benliklerini oluşturmak yollar denerler. Ustanın gelini Zeynep büyücü ve falcılarla, anlatıcı, Usta ve Hikmet ise hikâyelerle meşguldür: "Sanki hikayeler olmasaydı ne yapardı ademoğulları bunca zamandır? Yazmak da büyülenmek değil midir bir bakıma-öyleyse her hikâyenin yazarı, büyücü mü oluyor? Dayanılmaz evlat acısı bir yana, durmaksızın içinde yaşattığı tomruktan kulenin acılı yazarı mıydı İhtiyar gerçekte."
Haset ve arzu
Anlatıcı görüldüğü üzere büyü sözcüğünü sanatsal bir yaratıcılığın metaforu olarak kullanır. Romandaki ikinci vurgu ise Babil Kulesi... Tomruklardan yapılan kulenin Kutsal Kitap'taki Babil kıssasıyla bağını kurmak isteyen anlatıcı, anlattığı hikâyelerin çoğunu da lanet, tufan, gazap gibi günahkârların cezalandırılmasıyla ilgili olunca ister istemez okur da romanda bir günah keçisi arıyor. Bu beklentiye yanıt alamıyoruz.
Çırak, İhtiyara ve oğluna duyduğu, içine bastırdığı hasedi, gelini Zeynep'e arzu olarak yöneltir. Bilme ve iktidar arzusu diyebiliriz buna. Zeynep de roman boyunca kötücüllüğün kaynağı, femma fatale'dir ('baştan çıkaran fettan kadın'). Arzuyu üzerine toplayan bakışlarıyla kötücül kadın, sözünü ettiğim hikâyelerdeki felaketin habercisi gibi veriliyor. Çırağın arzuyu büyüterek kadında odaklanması, bastırılan öteki bakışların yansımasıdır. Çünkü anlatıcı "gördüğü her şeyde kalasta, örümcek ağında, bıçkıda, ampulde, talaşta, isli duvarda hep ama hep İhtiyar'dan bir bulur içi pır pır ederek."
Anlatıcı romanın sonunda İhtiyarın vicdanını duymaya başlar, ustasının yapamadığını, cesaret edemediğini yapmak ona gurur verecekti. Bu da görünmeyen öznenin üstüne layık gördüğü eylemi gerçekleştirmekle, kendini var etmiş oluyor: "Sonuçta onun yapamadığını yapmak bana gurur verecekti. Birazdan gözlerimi açacağım ve papazın (Berkeley) deyişiyle hiçbir şey benim algımın dışında var olmayacak! Buna öylesine inanıyorum ki ruhumla, canımla, cismimle-ancak çılgınlarda olabilecek bir cesaretle ama her şeyden önce ölümcül bir merakla, en alt sıradaki tomruğu tutan takoza ayağımı kırma pahasına tüm gücümle indireceğim tekmeden sonra –artık ne önemi var ki bunun- olacakları hayal etmek bile uçurmaya yetiyor beni."