Açılış bölümü, s. 7-11.
İhtiyar'ı tanımış olduğum için kendimi şanslı sayıyorum yine de. Ölmezden önce diyorum, İhtiyar dünya değiştirmezden önce, onunla konuştuğum için diyorum, ben epey şanslıyım. Şans dediysem de – zenginlikle falan alakası yok bunun. Çok başka bir şey bu; İhtiyar'ın şahsiyetiyle alakalı. Ben işin daha çok, hani nasıl derler, mertlik tarafındayım. Ha, bu arada öyle hemencecik su koyuveren biri değilimdir. İhtiyar'ın beni ezmeye çalıştığını gizlemiyorum ama bu işler öyle uluorta dillendirilecek şeyler değil. Ayrıca yalakalığın y'si kapımdan içeri giremez. Benim derdim İhtiyar'la da değil aslında; dedim ya, onun şahsiyetiyle, yaşamıyla, hakkında duyduklarımla, açıkçası biraz hayal ettiklerimle yani. Ben bunlarla alakalıyım alakalı olmasına ya, hayat devam ediyor yine de. Nasıl etmesin ki – oysa hepsi daha dün gibi gözümün önünde.
İhtiyar dışında hepsi, hepsi hayatta. Öyle olduklarını sansınlar – oraya sonra geleceğim. Suskun bir yüreği canlandırmak güçtür, hani neredeyse imkânsızdır, ya içten içe kaynayan bir canı? O can, o beden, o ruhun sahibi on dördünde bir çocuksa? Tüm yaşananlardan sonra, üstelik hâlâ mızmızlanmayı bırakmamışsa ve hep öyleymişçesine kırık sesini koruyorsa. Numara yapmayı, kendine olduğu kadar, sevdiklerine de yediremiyorsa üstüne üstlük. Buyurmaz mısınız cenaze namazına; bu çocuk yakayı nasıl kurtaracak bunca işin arasından, dersiniz eminim duyacak olduklarınızdan sonra. Ama yine de kulak verin bana, en azından bir süreliğine. Mertliğimi göz önüne alın hiç olmazsa bunu yaparken.
Nasıl derler, hikâyem kısa. Ama bir o kadar da uzun. Uzun ile kısa arasında ne fark var o halde? Bana göre kısa diyeyim o zaman. Yoksa çok uzun her biri, her birinin hikâyesi. Benim anladığım diyorum, hikâyeleri o insanların her birinin öyle uzun, öyle gizli ki; kendi içlerinde bile birer nehir gibi uzuyorlar, şaşıp kalıyorum ben de bu işe. Görebildiğim kadarıyla bıçkıcıların hikâyeleri başkalarınınkine benzemiyor pek.
Kendimi ne kadar bıçkıcıdan sayarım bilmem ama ucundan kıyısından bulaştık bir kere. İyi mi ettik, kötü mü demeye kalmadan yarı yarıya kalfa oldum gitti! İhtiyar gördü beni, bıçkıda ağaç keserken; ara ara ustalar çırakları bıçkının başına geçirirler kendilerine güvenleri gelsin diye. İhtiyar da o gün, görmezden gelerek beni gördü. Bu yetti bana ama. İçim bir tuhaf oldu, yükselip alçaldı içimde bir şeyler, büyüdüm, uzadım sanki. İçim içime sığmaz oldu olmasına ya, bizim İhtiyar pek suratsızdı sağlığında. Tanrı günahlarını bağışlasın, doğru dürüst güldüğünü bir kez olsun gören olmadığını söylerler – başkasının yalancısıyım, diyeceğim ama ben de görmedim yeminle. Gülüyor mu ağlıyor mu belli değil diyeceğiniz insanlar vardır – hem şaşar, merak eder, hem de korkarsınız böylelerinden; ama yok, İhtiyar yanından bile geçmezdi bunların. Başka türlüsünden bir ifadeydi onun yüzüne oturan, yüzünden taşan, taştığı yeri allak bullak eden. Çünkü bir kez olsun görülmemişti herkes gibi güldüğü, gülüp ağladığı, salya sümük yalvar yakar olduğu, yalancıktan hain hain gözlerini kısarak sırıttığı ayrıca. Bu yüzden onu anlatırken çoğu zaman bir şair gibi görürüm kendimi. Bu, onun çok soylu biri olmasından kaynaklanmaz; bilakis bazılarına göre iyi adamdan sayılsa da İhtiyar, lanet herifin, inatçının, hatta paragözün tekidir. Böyle olmadığına bir ben inanmam belki – ama benim nedenlerim de çok farklıdır bilesiniz.
İhtiyar inatçıydı, hem de ne inatçı! Onun neden bir keçi olarak rüyalarıma girdiğini sorar dururum kendime de, adamakıllı bir cevap bulamam haliyle. O yaşlı tekeyi gündüz gözüyle de gördüğüm için midir yoksa? Yoksa rüya ile hayat arasında fark gözetmeyenlerin dediği gibi, hayaller, kelimelerin daima ötesinde miydi gerçekten de? Öyleyse, İhtiyar gibi yaşını başını almış bir tekenin, benim gibi bir oğlağı hor görmesi hayra yorulabilirdi pekâlâ. Dayağını yemedim belki, ama beni ezen sert bakışlarını da unutmam mümkün değil. Allah için, anneme bir gün olsun küfrettiğini işitmedim; İhtiyar'ın derdi belliydi çünkü. Anlatacağım onca insana rağmen İhtiyar'ın yerinin, benim nazarımda ne olduğunu anlamışsınızdır; o mızmız, geçimsiz adamın – bunları ben söylüyorsam, onu en iyi bu kelimelerle anlatabileceğimden. Daha ağırına gönlüm razı olmaz. Ha, yoksa üstüme çöken hayaletinden korktuğum falan yok yani.
Kirmasti'de cin, peri hikâyeleri pek meşhurdur. İnananı çoktur, inanmazmış gibi görünenine ninem bile güler. Cinden, periden bahsediyoruz, onlara bir de hayaleti ekleyin; varsın korkmadığını, inanmadığını söyleyen bir kez daha düşünsün. Ne oldu, kolay değilmiş değil mi, öyle bir çırpıda zeytinyağı gibi üste çıkmak, bilip bilmeden konuşmak? Bu laflarım, dinsiz imansızlar kadar, palavracılara. İhtiyar da zırnık kadar hazetmezdi onlardan. Bu yönünü düşündükçe İhtiyar'ın, Tanrı günahlarını bağışlasın, hatta Allah rahmet eylesin, diyesim geliyor – diyorum da bazen; ama işte gelin görün ki buralarda nefretler çabucak körelmiyor. Ölüm bile, bir dereceye kadar azaltsa da nefreti, kini –ne derseniz deyin– içten içe bir sızı rahat bırakmaz ruhunuzu. Çünkü öfke bir ateştir, eninde sonunda ne kadar kaçsanız da yanarsınız – daha fazla yanmamak için de yakarken buluverirsiniz kendinizi. Çünkü öfke, bulaşıcı bir hastalıktır burada; hummadan nasıl kaçılamazsa, öfkeden kudurmaktan da öyle. Bu yüzden, öfkeden kurtulmayı hiç düşünmedim desem yalan olmaz. Kendimi nefret dolu bakışlara, küfür dolu sözlere teslim ettim etmesine ama bundan ne ben kazançlı çıktım, ne de onlar. Hakaret ve küfür ne edenin yanına kâr kalıyordu, ne de edilenin. Ama öyle şeyler biliyorum ki duyanın kafasını karıştıracak, işte onları yeri gelince hiç çekinmeden söyleyeceğim.
Artık beni olduğu kadar başkalarını da rahatsız eden o insanlara geçeyim. İhtiyar'ın oğlu İsmail'i, onun karısı Zeynep'i, Tuğrul'u –ah, asıl onu anlatmalıyım, onun ne şeytan, ne cin olduğunu–, Emin'i. Öbür ağaç adamları sonra. Tomruk kokan, tomruk dolu o dünyaları. Aslında tek bir dünya vardı – hâlâ da öyle ya. Kimse kandırmasın kendini; yok kimsenin kimseden ne eksiği, ne fazlası. Herkes kötü, herkes kendini bilebildiği kadarıyla kötü. Ne kadar haset olduğunu bilen, üstelik de bununla böbürlenen –yeminle böylelerini tanıyorum– adamların dünyasına tanık oldum ben. Hani belki de sırf bu yüzden, yani, anlatılacak onca şey varken sadece onların hasetliklerini sıralasam kim bilir kaç tomruk heba olur söylemem gerekenlerin yazılacağı kâğıtlar için. Ben yine de atlamamaya özen göstereceğim – nasılsa elimiz kalem tutuyor şükürler olsun. Elimiz derken, kalem efendisinin eli demek istiyorum tabii ki. Başta İhtiyar olmak üzere çocuklara, Zeynep'e, deliye, hayvana ve bendenize can katmanın yolunun kitaplar kadar koca koca tomruklardan geçtiğini nihayet anlamış olan o şaşkının. En iyisi şimdilik ondan uzak durmak ama – nasılsa ileride karşımıza çıkacak, eli mahkûm!
İhtiyar'ın acıklı hikâyesini dinlediğimde, onun bir hikâyesinin daha olduğuna, olabileceğine aklım kesmedi. Aslına bakılırsa içimi bir üzüntüden çok, tuhaf sayılabilecek bir merak, hatta yadırganacak türden bir duygu kaplayıvermişti. O duygunun ne olduğunu söylemeye dilim varmıyor – ama öbür insanların kalbinde ve dilindekilerin yanında devede kulak misali, bahsi bile edilmez! İhtiyar'ın acısının, sonradan içimi burktuğunu itiraf edeyim. Ne de olsa İhtiyar'ın benden küçük çocuklarının, duyana ilk anda inanılmaz gibi gelen ölümleri, kasaba tarihinin en ilginç ölümleri sayılmalı. Ben böyle ölümleri hiçbir yerde duymadım, duyan olduğunu da sanmam.
(...)