Mustafa Köz, “Masmavi bir kav: Ahmed Arif şiiri”, Evrensel Kültür, Haziran 2008
“Okulda defterime/sırama, ağaçlara/hem kara, hem kuma/kazırım adını/Okunmuş sayfalara hem de beyazlarına/taşa küle kana kâğıda/kazırım adını.” Paul Eluard, son-radan adını koyacağı “Özgürlük” şiirine bu dizelerle başlarken şiirin, kendisini daha sonra nereye götüreceğini bilmediğini söyler. Sevgilisine bir şiir yazacak ve şiirin so-nunda da biricik aşkının adını söyleyecektir. Ancak şiir sürerken görür ki “kafasını dolduran tek sözcük”, özgürlüktür. Sevgilisinin adını unutturmuştur şiir. Özgürlük, sonsuz sevgilisi oluvermiştir. Yine de özgürlükle sevgili aynı varlıklardır onun için. İnanç ve aşk, aynı gözenin iki büyük damarıdır. İyi şiirler de böyle değil midir? Çok katmanlı ve sonsuz.
Ahmed Arif’i de böyle okudum hep. Bir dalda yeşeren iki büyük tomurcuk. Onun Hasretinden Prangalar Eskittim şiiri bu okumayla daha da çağrışımsal olacaktır kuş-kusuz. “Seni anlatabilmek seni/iyi çocuklara, kahramanlara/seni anlatabilmek seni/na-mussuza, halden bilmez, kahpe yalana/ard arda kaç zemheri/kurt uyur, kuş uyur, zin-dan uyurdu/dışarda gürül gürül akan bir dünya.../bir ben uyumadım/kaç leylim ba-har/hasretinden prangalar eskittim/Saçlarına kan gülleri takayım/bir o yana/bir bu ya-na...” Saçlarına kan gülleri takılacak, bir sevgili de olabilir bir özgürlük tutkusu da. Hasretinden Prangalar Eskittim’de ve diğer şiirlerde bu çift anlamlılık vardır: “Seni bağırabilmek seni/dipsiz kuyulara/akan yıldıza/bir kibrit çöpüne varana / bir okyanu-sun en ıssız dalgasına/düşmüş bir kibrit çöpüne.” Sözü edilen, yine bir aşk ya da bir inançtır.
A. Arif’in şiiri bu algıyla okunduğunda bütün bir şiirdir. Tematik bütünlük taşıyan her şiir gibi, bitmemişlik duygusu taşır. Belirli bir doygunluğa gelen okur, bu şiirden daha fazlasını da beklediği için bu şiirin başka şiirlerle de sürmesini ister. Ancak tek kitapla “asıl duygusu”nu tamamladığını düşünmüştür A. Arif. Bu nedenle de kitap-tan sonra yazdıklarını, Hasretinden Prangalar Eskittim’den uzak tutmayı yeğlemiştir. Kitaptan sonraki şiirlerini zaman zaman bir araya getirmek istese de kitabın dönemin-de ve sonrasında gördüğü ilgi, şairini bir anlamda ürkütmüştür. Bir söyleşisinde “Ne-den bir kitap?” sorusuna verdiği yanıt, bir savunma olmaktan çok, bir tedirginliği de göstermesi yönünden tartışılmalıdır: “Peygamberler de tek kitap getirmişti!” Bu ya-nıt, A. Arif’in hem çok uzun hem çok kısa şiir tarihinde psikodinamik bir çözümle-meyi gerektirebilir elbette. Ancak ilk şiirlerinin kırklı yıllarda görülmeye başlandığı düşünüldüğünde, Nâzım’ın, kuşak şairlerine etkisinden sıyrılabilmek için yeni bir şii-rin -kendi şiirinin- kendince yinelenmesini istemediği için bunca titiz ve tedirgin davrandığı da söylenebilir. Bir şairin gücü, yazdığı, yaşadığı dönemde ve sonrasında etkilediği şairlerin insana kattığı duyarlıkla ölçülebilir. Şairse yine bu gücü sezgisin-den ve duyarlığından alır. Dünden yarına bilene bilene gelen bu öngörü, bir şairi her zaman yüceltmeye yetmez, dünden bugünü ve yarını da görmek gerekir. Duyarlık bu zaman bilince dönüşebilir. 1929’da Nâzım’ın 835 Satır’ı çıktığında Türkiye şiiri eski şiirin rüzgârıyla savruluyordu. Yeni bir divan geleneği (Yahya Kemal) ve hececiler şi-ire egemendi. Bu yıllarda eskiyi, “Putları yıkıyoruz” sözüyle yerini bulan başkaldırı-sıyla karşısına alan Nâzım, 40 kuşağı toplumcu gerçekçi şiirinin de ilk ateşini yakmış-tı. 30’larda Avrupa’da yükselen ırkçılık, birçok aydın gibi Nâzım’ı da vurmuş, on üç yıl sürecek bir mahpusluğu başlatmıştı. Nâzım içeridedir; ama şiirleri el altından dağı-tılır. Bu şiirlerin etkisiyle yeni bir şiir ırmağı da akmaya başlar. Behçet Kemallerin Atatürk şiirleri, Gariplerin yalın, toplumsal duyarlıklı ama sınıf temelinden yoksun şi-irleri de yazılmaktadır bu yıllarda. Ancak Nâzım’ın toplumcular üzerindeki etkisi o denli güçlüdür ki hiçbirinin bu şiirsel baskıdan kurtulması olası görülmemektedir. Yi-ne de şairler kendi dillerinin peşindedir. Niyazi Akıncıoğlu, Enver Gökçe, Hasan İz-zettin Dinamo, İlhami Bekir Tez, Arif Damar, Rıfat Ilgaz ve Ahmed Arif...
İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında dergilerde görülen A. Arif, Garip şiirinin de sür-dürücülerinin çoğaldığı ya da bu şiire öykünenlerin yeni şiir olarak algıladıkları, tek partinin de resmî şiir dili durumuna getirmeye çalıştığı bu ölçüsüz, uyaksız şiire sırtını dönerek kendi dilinin ardına düşen şairlerden biridir. Nâzım’ın gölgesinin ayrımında-dır. Bu nedenle de yeni bir şiirin, kendi şiiri olacağını düşünür. Bu sürece şöyle deği-niyor A. Arif: “Şiire yeni başlamış devrimci bir delikanlının karşısına Nâzım’ı diker-seniz, çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir? Üniversitede ve mahpushanede bazı arkadaşlarım ‘Nâzım’dan sonra şiir yazmak, boşuna bir gayret, hatta saygısızlık’ diyordu, onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki ‘Nâzım gibi şiir yazmak’ ile ‘Nâzım’dan sonra şiir yaz-mak’ arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. Elbette Nâzım’ı ya-hut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nâzım’dan da baş-ka ustalardan sonra da şiir yazılacaktı...” “Şiirimi günün modası olan etkilere kapa-dım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim.” Bu düşünceyle daha ilk şiirleriyle, bulunduğu, durduğu yerden dünyaya bakan ve yeryüzünü yerel-doğal di-liyle evrensel temalarla birleştirmeye çalışan bir şair olmaya soyundu. Tok sesli sözel bir edayla halk şiirinin kaynaklarına yöneldi. Çocukluğunun aşiret ve eşkıya öyküleri, dinlediği masallar, ağıtlar, destanlar, türküler şiirinin ana kaynakları oldu. Nâzım’ın kentlerden taşıdığı tüm acıları, kederleri, özlem ve çatışmaları dağlarda, koyaklarda söylemeye başladı. Nâzım’ın dünya kentlerinde, alanlarda yaktığı ateşin sarp, aman vermez dağlardaki kıvılcımıdır A. Arif’in şiiri. Cemal Süreya’nın deyişiyle, “Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiri...” “Uzun ve tek ağıt, tek destan...”
Bu tek şiiri Nâzım’ın işçi sınıfıyla kurduğu ilişkiyle kurduğu büyük şiir de etkilemiş-tir. Ancak bu etki onun diline değil, dillendirmek istediklerine ilişkindir. Nâzım’ın sürekli değişen yaşamı içinde sınıfla kurduğu ilişki daha işlektir. O, çelişkiyi sosyal, ekonomik yapıda yakalar, A. Arif ise kendi özel sözcükleriyle bu çelişkiyi açmaya, acıya, yoksulluğa, ikiyüzlülüğe karşı durmaya çalışır. Çelişkilerin nedenini göstermez, sezdirir. Değişen dünyanın farkındadır; ancak bu bozulmaya karşı önerisi, erdemlerin sıkı sıkıya korunmasıdır. Dürüstlük, aşk, dayanışma bilinci, yiğitlik içine doğduğu toplumun, Doğu insanının henüz kopmadığı değerlerdir ve bunlardan kopmasını da istemez. Şiirler de bu duygunun sürdürülmesi için yazılmıştır. Cumhuriyet sonrası gö-rece özgürleşme ve yenileşme çabaları, şairlerin, özgünlüğü ve insanı yeniden tartış-maları gerektiği sonucunu da doğurur. Bu özgünlüğün ipuçlarından birinin halkın elinde olduğu düşünülür. Ancak dönemin birçok şairi halkın kaynaklarından yarar-lanmayı yüzeysel bakışla değerlendirir. Bu köksüz halkçılık, yeni bir Anadolu-ulusal şiirinin doğmasını sağlar. Kentli bir şair-ressam olan Bedri Rahmi şiirlerinde Anado-lu’yu yalnızca bir motif olarak kullanır. Cahit Külebi, Ceyhun Atuf Kansu, Dağlarca Anadolu’yu yeteri kadar somutlayamazlar. Yalnızca değişen toplumsal yapıyı imle-yen gelir geçer izleri taşırlar şiire.
Diğer yandan ise toplumcu şairler insana bağlılığın, yeni bir dünya inancıyla daha sağlam olacağını düşünürler. Anadolu insanının acısını, yazgısını içselleştirirler. Nâ-zım’ın “Türk Köylüsü” şiirindeki gerçeklik ve başkaldırı toplumcu şairlere, dolayısıy-la A. Arif’e de bir yöntem önerisi olur. Marx’ın “Yaşamımızı belirleyen bilincimiz de-ğil, bilincimizi belirleyen yaşamın kendisidir” görüşü toplumcu şairlerin ilkesi sayılır. Ancak bu denli açıklığa karşın Nâzım’ın ‘Nikbinlik’i, A. Arif’te kederli bir umuda dönüşmüştür. Yaralı, kırgın bir şiirdir. Bu hüzün, şairin başına yıkılan onca beladan olduğu kadar, doğu insanının dostuna yarasını gösterir gibi yalın ve kendiliğinden ol-masındandır da. Kötücül değil, besleyicidir. A. Arif şiirinin damarlarından biri de bu hüzündür. Kendine dönük, birinci tekil kişiyle kurduğu şiirlerinde daha belirgindir bu kırgınlık. Ulusaldan evrensele yöneldiği şiirlerinde ise atak ve dışa dönüktür. Anado-lu şiirindeki “Gör, nasıl yeniden yaratılırım/namuslu, genç ellerinle/kızlarım/oğullarım var gelecekte/her biri vazgeçilmez cihan parçası/kaç bin yıllık hasretimin koncası/göz-lerinden/gözlerinden öperim/bir umudum sen de/anlıyor musun?” dizelerindeki umut-kâr eda, on dokuz şiirlik kitabın iskeletini oluşturur. Sözünü ettiğim, çoğunlukla yıkı-cı, o değişimi sindirememiş bir şairin, geri bırakılmışlığa, kır ve kent insanının ortak yazgısı yoksulluğa bir sitem, bir başkaldırısıdır şiiri. “Şahdamarı yurdu” işbirlikçilerin, hayınların yurdu olmaya başlamıştır. Şair bu bozguna karşı elindeki tek silahını, dilini kullanır. Simgesel “Karanfil Sokağı” şiiri bu bakışla okunmalıdır: “...kavuşmak ilmin-deyiz bütün fasıllar/ray, asfalt, şose, makadam,/benim sarp yolum, patikam/Toros, Anti-toros ve âsi Fırat/tütün, pamuk, buğday ovaları, çentikler/vatanım boylu boyun-ca / kar altındadır.” Yalnızca ülkesi değil, yeryüzünde bilim, sanat, felsefe de kar al-tındadır... “Şarkılar bilirim çığ tutmuş/resimler, heykeller, destanlar/usta ellerin yapı-sı/kolsuz, yarı çıplak Venüs/Trans-nonain Sokağı/Garcia Lorca’ nın mezarı/ve gözbe-bekleri Pierre Curie’nin/Kar altındadır.” Tevfik Fikret’in “Sis” şiirini çağrıştıran bu şi-ir, A. Arif’in sınıfsal yapısını göstermesi yönünden kitabın da farklı şiirlerinden biri-dir: “Karanfil sokağında bir camlı bahçe/camlı bahçe içre bir çini saksı/bir dal süzülür mavide/al al bir yangın şarkısı/bakmayın saksıda boy verdiğine/kökü Altındağ’da, İn-cesu’dadır.” İç göç yeni yeni başlamıştır ve kondulara yapışmaya başlayan yoksullar, “kırmızı, ak ve esmer, yumuşak ve sert buğdayları yaratan ellerin sahibi kör boğaz, nafaka uğruna haldan düşmüş, tebdil gezen” yarı köylü, yarı proleter Anadolu insanı kentlerin yapılarına su, sokaklarına ve işliklerine alınteri taşımaya başlamıştır. Bu de-ğişme, toplumun değer yargılarını da etkiler. Yine Marx’ın saptamasıyla para, top-lumsal bağları ve erdemleri bozma gücüne sahiptir. Eninde sonunda evrensel bozul-maya da neden olacaktır. Bütün insani değerleri kendisiyle değiştirecek ve insanı kendine kul köle edecektir. Bu transmekanizma, insanı kendine yabancılaştıracaktır. A. Arif, paranın bu tahrip gücüne karşı şiirlerini insanı sonsuza değin yüceltecek has değerlerin korunmasına yöneltir. Erdemi, onuru, iyiliği, insani yüceliği över şiiriyle.
Anadolu’dan büyük kentlere –ki kendisi de Ankara’ya felsefe okumak için gelmiş-tir– göçle gelen insanlar, henüz yerel gerçekliklerinden, dillerinden, alışkanlıklarından kopmamışlardır. A. Arif de bu somut gerçekliği tüm yoksunluğuyla, yoksulluğuyla yaşar. Bu gerçeklik, yine kendi dilinden, Anadolu’nun lirik söyleminden yansır şiiri-ne. Yeni bir destan söyleyici, yeni bir ağıthan olarak, insanının gerçeğini kente taşır. Kentli şair değildir; ancak şiirin yatağının tüm yeryüzü olduğunu bilir. Karacaoğ-lan’ın, Pir Sultan Abdal’ın, Dadaloğlu’nun çağdaşı gibi konuşur. Şiiri bu lirik-epik bi-çem üzerine oturtmuştur. Daha çok da lirik bir şiirdir yazdığı. “Şiirde mısranın namu-suna inanırım” demesi de bundandır. Lirik şiir, dize üzerine kurulur çünkü. Salt anlat-maya yönelik değildir. Dize, bir kurucu öğe olmakla birlikte, imgeye dönüşen bir de-ğerdir de A. Arif şiirinde. İmge yapısı, plastik değil estetiktir. İşlevseldir. Çocuklu-ğunun Kürt, Arap, Türk söylenceleriyle oluşturulmuş görülür bir imge düzeni vardır. İmgelemini (daha çok çocukluk anılarını, aşiret töresinin toplumsal yaşama yansıma-sını) imgeye dönüştürür. Şiirinin ritmini ise sözcüklerin birbirlerine çarpmasıyla ya da peşi sıra dizilmeleriyle oluşturur. Bu imge ve ritim anlayışı şiiri anlamdan uzaklaştır-maz, tersine bu durum, anlamı destekleyen yapıcı bir öğedir. Böyle kurulmasa A. Arif şiiri salt söylemeye ya da anlama dayalı sözlü bir şiir olacak ve değerini de yiti-recekti. Bu şiirin başka bir ayırıcı yönü de “özel sözcükleri”dir. Bir sözcük cıvıltısı dolaşır dizelerin arasında. Kendiliğinden, yalın bir dildir bu. Konuşur gibi. Deyimler, argo sözcükler, halk deyişleri, söylenmesi güç olanı söylemesi için şaire yardımcı olur. Varsağı havası, destan ve türkü dili sağlar bu kolaylığı ona. Mecazı bol bir şiirdir. Doğayı doğrudan doğruya şiire taşımak ister. Şairin yerine doğa konuşur çoğu za-man. İkisi iç içedir. Şair, bu ilişkide bir “görücü” ve “söyleyici”dir. A. Arif şiirine destan niteliği kazandıran da budur. Doğa ve şair iki ayrı kişiliktir ve şair, anlamı da-ha iyi duyurabilmek için dili karşısına almaz, onun içinden konuşur. Dilinin karşısın-da eğilip bükülmez, süsten gösterişten uzaktır. Doğasındaki ve temalarındaki rahatlık ve bıçkınlık diline de yansımıştır. Dil sanat yapmak için değil, söylemek içindir. Bu söylemek ediminin içinde sanat kendi yerini zaten bulmuştur ya da bulacaktır. Şairin tasası bu olmamalıdır. “Sıkıysa yağmasın yağmur / sıkıysa uykudan uyanmasın dağ / bu yürek, ne güne vurur...” Örneğin bu dizeler bir güzel adlandırma (hüsnü talil) ör-neği olarak okunabilir. Şair, sanat için söylememiştir bu sözleri. Sözler gidip sanatlı söyleyişe varmıştır. Onun şiirini doğal ve hilesiz hurdasız kılan da bu durumdur.
A. Arif’in topluma karşı içtenliği doğaya karşı tavrından farklı değildir. “Bir yiğit, şairse üstelik bir devrimciyse elbette yaşadığını yazar. ‘Yaşadığı’ ise salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası ve sevdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geçmiş yüz-yılın karanlığına, bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkın ta kendisidir” diyor bu yüzden de. Şairin tek ölçüsü insandır. Yeryüzünün her yerinde aslolan insa-nın özgürleşmesi, onuru, geleceğidir. İnsanın acısı ve muştusu her yerde aynıdır çün-kü. Evrensel bir barıştır istediği. “Yivlerinden yeşil güller fışkırmış / susmuş bütün namlular.” Böylesi bir dünyada yaşamaktır derdi. Şair bugünün bir tutanakçısıdır. Onun bir ayağı “kardeşliğin, çalışmanın, beraberliğin, atom güllerinin katmer açtığı, şairlerin bilginlerin dünyalarında” bir ayağı ise “ham çarık, kıl çorapta” dır. Sosyolo-jik bir çözümlemeyle ülkenin ve yeryüzünün tarihine de bakılabilir öyleyse A. Arif’in şiiriyle. Bu durumu Muzaffer İlhan Erdost da şöyle belirtiyor. “Ahmed Arif’in şiirin-de, yerel temel öğe, ulusallaşma sürecinden bir bağımsızlık kesiti sunduğu kadar, aynı zamanda temelde yarı feodal öğeleri saklar. Onda insanın sunuluşu, evrensel bir sen-teze ulaştığı gibi, bu ‘insan’, yiğit ve dürüst insanı, yani burjuvazinin, işbirlikçinin, komprodorun henüz çürütüp bozamadığı yarı feodal insanın (aşiret üyesinin) öğeleri-ni de birlikte taşır.”... “Yarı feodal emekçinin dürüst, mert, yürekli insanıyla pazarın çıkarcı, ikiyüzlü, yüreği para olan bezirgânı karşı karşıya geldiği zaman bile yarı feo-dal tip için savaşım, pazarı değil, namusu ve onuru kurtarmak biçimine dönüşür.” Şair bu insanı öz diliyle, kendi töresiyle tarihsellik içinde anlatır. Ama bilir ki onun içinde yarın da vardır. Yaşananlar bitmiştir; ama onlar yeniden yaşanabilecek denli de ya-kındır. Diyalektik bir şiirdir aradığı.
Şairlerin şiirleri, yüzlerine ve sözlerine benzemelidir. Yaşama karşı duruşları ve şiirleri onların büyük köprüleri olmalıdır. Yüzüyle duruşları, özleriyle sözleri bu denli özdeş-leşen o büyük köprülerinden insanlığın geçmesine olanak tanıyan şairlerden biridir A. Arif. Bugün de yarın da...