| ISBN13 978-975-342-566-7 | 13x19,5 cm, 142 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | 13. Bölüm’den, sayfa 76-79 (...)
Tuvaletim oldukça küçük, dar, sıkıcı bir yer. Üstelik burayı ben örümceklerle birlikte kullanmak zorundayım. Onlar –ki sayıları yedi ila yüz on arasında olmalı, renkleri çokça, değişir bu, tavandan başlayarak kendi küçük krallıklarını, bu en önemli şeyi, kontrolün tamamen kendilerinde olacağı, kimsenin habersizce içeri giremeyeceği, uyuyup beslenebilecekleri (ki bu onlar için bir böceği ya da sineği avlayıp ısırmak, maharetli bacaklarını kullanarak karınlarından salgıladıkları ipliklerle sarmak, sonra iç organlarını bulamaç haline getirecek bir sıvı zerk etmek ve bu yumuşamış, çorbalaşmış özü Tanrı'ya şükrederek emip içmek şeklinde seyrediyordu ve ben bunu heyecan verici bulmuyor değildim, yine de seyretmemeyi yeğlemiştim çok kez) sonra korkusuzca keyif çatacakları harika bir ev anlamına geliyordu bu– tuvalet kabinimin üçte birlik kısmından fazlasını işgal altında tutuyorlardı. Bu hemen olmuş değildi. Önce yukardan inen pis su borusunun t'sinin kenarına yerleşti birisi; bir öncüydü bu belli ki ve misyonu orası hakkında bilgi toplamaktı. Sonra ikincisi göründü, heybetliydi ve diğerinin ondan çekindiğini anlamak için çok keskin gözlem yeteneğine sahip olmak gerekmiyordu. Önce çevreye dehşet saçan bir gerilim içinde bakıştılar, sonra adım adım ilerleyip tam ortada buluştular. Farklı kabilelerin üyeleri oldukları her hallerinden belli oluyordu. İncecik bacaklarından fışkıran tırtıklı kıllarını titreterek birbirlerine gözdağı vermeye çalışmaları görülecek şeydi, gördüm. Ne ki işler burada kalmadı. Bu örümcekleri ötekiler izledi. Kâh birinin, kâh diğerinin kabilesinden ve işler giderek çığrından çıktı. Artık kendi tuvaletime başım dik giremiyor, işimi bitirince pantolonumu dışarıda topluyordum. İçerdeki o içerikli kokunun eskisine oranla daha uzun zamanda dağılmasını ise, zaten küçük olan pencerenin üç kat ağla ve ağa yapışan tozla ve sinek ve uçucu böcek kurularıyla dolmasının yarattığı hava akımını kesme etkisine yoruyordum. Artık bir şeyler yapma vakti geldiğine karar vermem böyle oldu. Onlarla uzlaşacak ve buna bir son vermelerini isteyecektim. Değil mi ki burası benim tuvaletimdi, bana ait toprakların kutsal ve elden çıkarılmasına göz yumma imkânı bulunmayan bir parçasıydı, burada öyle istedikleri gibi at oynatamazlardı, bunu reddederdim. Hadi at oynattılar diyelim, bu ancak benim iznim ve lütfumla olanaklı olacaktı, yoksa yok. Onlarla görüşme ve anlaşma zemini bulma talebimi ilettiğimin ertesi günü yanıt aldım. Sabah tuvaleti için kapıyı açtığımda o görkemli sahneyle karşılaştım ve doğrusu örümcek halkının bu pek de kibar olmayan gösterişli görüntü konserinden epey etkilendim. Önde en büyük ve güçlü ve önemli olduğu belli olan bir örümcek, arkada, Tanrım, onlarcası – bu kadar olduklarını bilmiyordum. Saflar halinde, bölük bölük, kıta kıta dizilmişler beni bekliyorlardı ve ben tektim. Başlarında miğfer yoktu çünkü miğfer takmaya uygun bir başları yoktu. Bütün bedenleri kocaman ve korkunç bir baş ve bu başa hizmet eden epey yetenekli, birbirine eklenmiş mızrak parçalarından oluştuğunu sandığım –pek kuruydular ve katırdıyorlardı– bacaklarla bütün bir bölge nüfusu. Kendi küçük ve tetik başıma hizmet eden kocaman bir gövdem ve çengelli ellerim ve bir yığın kasım ve sistemlerim ve bacak ve ayaklarım olduğu için mutlu ve şanslıydım doğrusu. Gerçi bir örümcek olarak yaşamanın benim yaşadığım hayatla karşılaştırıldığında ne gibi zorluk, kolaylık, mut ve ilençleri olabileceği üzerine kafa yormamıştım, ama galiba, hepimiz yaşadığımız hayatı doğru ve geçerli sayma eğilimine sahibiz ve bu, sahip olduğumuz eğilimlerin içinde muhtemelen en işe yarayanı. Neyse, benden kat be kat kalabalık, muhtemelen milyon kere zehirli ve örgütlü olmalarına rağmen tevazu gösterdiler. Sınırlarını –ki bu sınırlar tavandan lavabonun biraz üstüne kadar bir bölgeyi belirliyordu ve bu tuvaletimin neredeyse yarısı demekti– genişletme girişiminde bulunmayacaklarına, tuvaletime başımı eğerek girebileceğime ve lavaboyu iki büklüm kullanabileceğime dair bana garanti veriyorlardı. Başımı aşırı sakınmam gerekmezdi, tabii onu kaldırmamam önemli bir koşuldu. Ben de bunun karşılığında onlara ilişmeyecek, ihtiyaç dışında tuvaletin ışığını yakmayacak –lambanın hemen çevresinde hükümranlık süren yeşil penisli bir bey'in özel isteğiydi bu, çünkü ısınan lambadan sık sık yanıyor, durmadan bir yerleri sarılı dolaşmak zorunda kalıyor ve bu onun gösterişli görüntüsünde onarılmaz zararlara neden oluyordu ve bunu kabul edilmez bulduğunu kesin bir dille ifade ediyordu ki çektiği acı da çabasıydı– ve en sonu, tuvalete temizlik için kezzap dökmeyecektim. Bunun boğucu buharı narin bedenlerini tahriş ediyor, bir türlü kabuk bağlamayan yaralar açıyordu. Anlaşma metni buydu. Tereddütsüz imzaladım. (...) |