ISBN13 978-975-342-503-2
13x19,5 cm, 208 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Hapishaneden Öyküler, 2005
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Sennur Sezer, “Dışarıda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa”, Evrensel Kültür, Nisan 2005

Hapishaneler ve hapislik üstüne en çok şiir yazılan, en çok türkü yakılan dilin bizim dilimiz olduğunu sanıyorum. (Reha İsvan, bana halkımızın hapishanelerle mahpuslukla iç içe yaşamasından doğduğuna inandığı bir ayrıntıyı söylemişti, “tahliye duası”) “Mapushane seni yapan kör olsun,” diye bir türkü vardır, bilirsiniz.Mapushane çeşmesinin yandan akışını, sevdalılığın mahpusluktan daha zor olduğunu anlatan türküyü de duymuşsunuzdur. Ayakları pranga kolları zincir olanların acılarını anlatan türküleriyse incir ağaçlarını gördükçe hatırlarsınız. Arkadaş Z. Özger’in türkü tadındaki şiirinin dizesi de sık sık takılabilir dilinize: “Oy mapusluk mapusluk...”

Yazarların (ve aydınların) yaşam öykülerinde, açılıp kapanan bir parantez gibi, doğal bir ayrıntıdır hapislik. (Hapse girmemiş olan yazarın/aydının küçümsendiği ayrıntısı biraz abartmadır ama galiba böyle bir dönem de yaşandı.) Edebiyatımızda hapislik döneminden önceki çalışmaları bilinmediği için hapishanede şair-yazar olmuş sayılanlar da oldu. Ününün hapisliğine bağlı olduğu sanılanlar da. Oysa yetenek ve yatkınlığı olmayan kimseyi yazar-şair yapmaz hapislik. Orhan Kemal’in şiiri bırakıp öyküye romana yönelmesi Bursa cezaevinde, Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyledir. Kuşkusuz şair olarak kalsaydı ancak sıradan bir şair olabilirdi ama edebiyatımız da önemli bir öykücü ve romancıdan yoksun kalırdı. Nâzım Hikmet gibi bir ustaya rastlayıp, onun gözetiminde çalışmak bir okul dönemi sayılabilir, herkesin başına böyle bir devlet kuşu konmaz. Hapse düşen hemen herkesin kulağına küpedir onun dizeleri:

.....

İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin

kuyunun dibindeki taş gibi

fakat öbür tarafın

öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına

sen ürpermelisin içerde

dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.

İçerde mektup beklemek

yanık türküler söylemek bir de

bir de gözünü tavana dikip sabahlamak

tatlıdır ama tehlikelidir.
(...)

unut yaşını

koru kendini bitten

bir de bahar akşamlarından

bir de ekmeği

son lokmasına kadar yemeyi

bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
(...)

İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena

dağları deryaları düşünmek iyi

durup dinlenmeden okumayı yazmayı

bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana

bir de ayna dökmeyi.

Nâzım Hikmet’in 1949 Mayısında yazdığı bu şiir yüzlerce siyasal tutuklu tarafından ezbere bilinir.Ve hemen herkesin “sol memesinin altındaki cevahir”i korumak için yaptığı bir iştir şiir yazmak. İnsan yazınca yazdığının değerini öğrenmek ister. Bu değerin ölçeği de başka yazarlardır. Dışardaki yazarlar içinse çok zordur hapishanedeki şairlere, yazarlara yazdıklarıyla ilgili yargı bildirmek. Yazmanın onlar için bir direnme yolu olduğunu bilirler. Ayrıca bilirler ki dilediğince okumak yazmak için en zor koşulların olduğu mekandır hapishane. Kendini geliştirmek için olanağın az olduğu bir yerdir. Üstelik tutuklular en azından “biraz” kırılgandır.

Bütün bunlar benim yargılarım / kaygılarım olabilir. Çünkü zaman ayırabildikçe yazıştığım tutuklular hep oldu. Onların yazdıklarını da ne tam anlamıyla değerlendirebildim, ne de değerlenebilecekleri yerlere sunabildim. Bu yüzden Hapishaneden Şiirler ve Hapishaneden Öyküler seçkileri sevindirdi beni.
(…) Şiir kitabında 45, öykü kitabında 18 yazarın yapıtı yer alıyor. Bu proje için 20 hapishaneden 150 şiir, 100 öykü gelmiş. Seçim için yapılan açıklama içtenlikli:

“İşin zor yanlarından biri, ürünlerin seçimindeki estetik sorumluluktu.Hapishanelerdeki duygusal iklime yabancı değildik. Şiir gönderenler içinde, ilk kitabıyla belli bir beğeni toplamış Hüseyin Kıran gibi şairler de vardı, duygu ve kavramlardan imgeye geçme sürecinde kendi sesini bulmaya çalışanlar da... Bir ortalama tutturmak yerine, estetik ölçüleri unutmadan, ama özgünlüğü ve ileriye dönük bir potansiyeli de göz önüne alan bir yaklaşımla seçmeyi yeğledik. Bu hem öykü ve şiirlere, hem kendimize ve yayınevine, hem de edebiyata karşı olmazsa olmaz sorumluluğumuzdu.”

Seçimleri yapılan dosyaların yayına hazırlanmasını Emine Bora yapmış. Müge İplikçi, Sezai Sarıoğlu ve Aytekin Yılmaz, kitaplarda yer almayan metinlerin yeni bir projenin ilk adımları olduğunu da bildiriyor: “Çok sayıda şiir ve öykünün hatta içinde öykü ve şiirlerin olduğu mektupların birikmesiyle şimdiden küçük bir arşiv oluştu. Böylece proje kendi içinde yeni ve anlamlı bir projenin, Hapiste Yazılanlar Arşivi’nin doğmasına vesile oldu. Eğer süreç içinde bunu da kotarabilirsek, yakın dönemin politik, estetik ve sosyolojik olarak okunmasını kolaylaştıracak bilgi ve belgelerin bir arşivde toplanması mümkün olacak.”

Edebiyata yeni bakış açıları

Bu iki seçmede, yazdıkları, yollarının tutukevlerinden, F tiplerinden geçtiği (hiç değilse okurlarca) bilinmeden dergilerde yer almış, sevilmiş kitaplaşmış adlar da (Örnekse C. Hakkı Zariç, Atılcan Saday, Hüseyin Kıran) edebiyata yeni soluklar kazandırmaya aday adlar da var.

1972 doğumlu Bülent Şamcı bu yeni soluklardan biri.

Evcil

Her yolun üstü kirli çamaşır

Evcil bir çağrıdır

Yarısında insan

Bu fikre ulaşır...

Bir arkadaş söylemişti hatırla

Hem de birdenbire kendini doğrularcasına

Büyük sözlerin altı

Yabanıl uçurumlar taşır

Orda bir mum yakmışlar

Ev olarak

Çiçekli şarkılar koymuşlar

Perdelerin dudaklarına tâk

Eğilir içinde bilmediğin bir yer

Bükülür sesin, eksilir hü

Ev bir değirmen çizer

Yürüdükçe su,

Camlarında kokular kamaşır

Tam burda biçim kıran derinlik

Dönmek ufuksuzluğa, varsıl yeniklik

Tarih bu diyorum karşıdaki tepeye

Kekik kokusu onaylıyor beni

Tarih bu!...

Ah bir şiir yazabilseydim keşke

O mum benekli ev üstüne

İmgeleri yeşil neolitik

Dizelerinde oğlaklar oynaşır

Ziyaret günüydü, dışarda

Yağmur yağıyordu

Birden koynuma

Sığırcıklar doluştular...

Tutukluluk dayanılması zor bir özgürsüzlük. Buna direnmenin yollarından birinin yazmak ve okumak olduğunu söylüyor Nâzım Usta. Ayna dökmek ve dokumacılık dikkati belirli işlerin üstünde yoğunlaştırmanın ve bu yolla tıpkı okuyup yazmak gibi özgürleşmenin bir yolu olmalı. Bülent Şamcı

“Ben yazdıkça

eksiliyor içimde

yaşanmışlığı dünyanın” diyor. Artık bir düş dünyaya mı uzak ozan... galiba.

Şiirimizin bu yeni adlarının imgelerinin birbirinden farklılığının altını çizmeliyim. Çünkü öylesine dışlamaya alıştık ki yolu hapishaneden geçenleri,1980’den sonra ‘hapishane şiiri / edebiyatı’ tanımı da (tıpkı ‘toplumcu gerçekçi sanat’ sözü gibi) bir küçümseme , hatta aşağılama sözü olarak kullanıldı. Bu şairlerin şiirlerinin ortak imgeleri olduğuna inanıldı.

Seçkilerdeki şiirler bu inanışın yanılgısını iyice belirtiyor. Şiirlerde bazen bir defterin arasında bir kırık ustura parıldıyor, parmakları kanıyor bir şairin (Eylem Yolcu), bazen bir başka şair (Burcu Balıktaş) bir su damlasıyla bir arkadaşının penceresinden süzülüyor:

-ki ben şimdi

ıssız bir yağmur damlasıyım

tüm sulardan ayrı

yolunu kaybetmiş bir su damlası

pencerende gezinen....

biriken her şey gibi,

yığılan,

donuklaşan....

bu nisan susuzluğunda

yağmura inat

akmayan

duran

her şey gibi...
(...)

Buruk bir alayla ölüm oruçlarının sonucu Wernice-Korsakoff’tan bir müzik grubu gibi söz edildiği de oluyor: Best of Korsakoff. M. Can Şahin’in bu şiirinden ilk bölümü örnekleyelim:

“Her gün

Bir harfini unutuyorum

Adımın

Duvarlar, kelepçe sıkkınlığı

ring yalnızlığı

Kimbilir ne geçer içinden

dalgınlığımın?”

Çocukların bir ‘dede’ gördükleri ayda gülen bir kadın yüzü gören şair de var, Fidan Yıldırım:
(...)

bir gün ay

henüz terketmişken yerini

gün ışığına

aya tutkun kadın

bir çığlık bırakarak

dünyanın sağır kulaklarına

yol aldı sevdalısının ardı sıra
(...)

Şiirimizde kadının azlığından / yokluğundan söz edilir sık sık. Belki o yüzden daha çok adı kadın adını anımsatan şairlerden seçtim örnekleri. Bu kez yine bir kadın şairin şiirinin bütününü örneklemek istiyorum:

Zaman ve Mekân

İnsanın içini devindirir su

zamanı bildiren kum

o tanrısal birlik

zaman ve mekân

Bir çölde açılır sarnıç

devinir su

kulağını yere dayar bir çocuk

avesta öyküleri devindirir onu

zamana açılır mekân

Bir çölde açılır taş kuyu

tanrının ölümü sınanır içinde

yokluğunu ilençleyip kayıp ruhlara

kara ayinler kurulur zamansız sunaklarda

kum fırtına olur

tanrısal birlik bozulur

Bir çocuk ölümü sınar korku

toplanır bütün taşlar kuyudan

sarılır yılanlar incir yaprağı tüyden

derin görünsün diye bulanır su

Bir çocuk bedenini sınar kadının ÖLÜM

taşlar yükselir mekândan EL

insanın içini devindirir SU

yağmur dindi ÇÖL

Elif Zuhal Bıkım

Öykülerin anlattığı

Seçkilerde hapishanede yazılan şiirlerden seçilenlerin sayısı öykülerden daha kalabalık. Bu edebiyatımızın da genel eğiliminden doğuyor belki. Hem öykü hem şiir seçkisinde adı olan yazar tek: Nergis Gün Uzun. Oysa çoğu genç hem şiir hem öykü yazar. Demek şiirde başarılı olan daha çok. Düzyazı belki gidip tutukevlerinin, cezaevlerinin duvarlarına dayanıyor, Nergis Gün Uzun’un Uykusu Bölünen Çocuklar’ında olduğu gibi:

“(...) Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen, mahalleye taşan gürültüleriyle, kalabalık evimizi... Gençliğimi, o günlerde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi... Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, ve özledikçe öldürüyorum hep seni düşlerimde. Ölüyorsunuz benden uzakta, öyle zannediyorum.Hiçbir kapısı, penceresi sokağa açılmayan bu taş binada, öğreniyorum ki özlem cinayettir benim için. Özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi...

Kim bilir belki de hesaplaşamamanın, söylenemeyenin, yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.”

Ceylan Bağrıyanık’ın Kelebekler ve Annem’i bu duvarlara takılan anlatım gücünü simgeler gibi: “Yarı ölmüş kelebekler yağıyor dört duvarlarının üstüne. Dışarıda bahar. Bir yağmur değil, sınırların dışındaki kalabalıktan kaçan kelebekler yapışıp kalıyor pencerenin parmaklıklarına. Kıyıya vuran dalgalar misali koşarken yaşama, sana yakalanan kelebekler. Rengarenkler, kanatlarında taşıdıkları ufak benekler kadar yaşamları. Öylesine hüzünlü, öylesine güzelliğin, kısa ömürlülüğün farkında taşınan benekler...

Yaşamlarını, kanatlarında taşıdıkları o ufak beneklere yüklemişler. İnsanların da kendilerine has benekleri vardır. Bir şifre beneği! Bir çözülmeye görülsün sevinci, hüznü, heyecanı, o mis kokan güzel günlerin düşleri. Hepsini yüklenmişler, hepsini... Kanatlarına sığdırdıkları yaşama sığamıyorlar ve sığamadıkları yaşamın kurbanı oluyorlar. Onlar da kelebekler gibi yedi gün yaşıyorlar. Sınırların içine girmedikleri, öteki olmaktan kurtulamadıkları, istedikleri gibi yaşayamadıkları için. Kelebekler gibi, kısa yaşama direndikleri tek an ölüm anıdır. O da bir isyan, bir seçim ya da seçim hakkı olmayan bir son.

Yüklerinin altında eğilmiş, yüzlerindeki acıdan pişmiş çizgileriyle, derin ve sınırları delen hüzünlü bakışlarıyla yaşama direnen kadınlar hiç çıkmıyor aklımdan. Karabasanlarımda kadınlar çarmıha gerili. Ve ben o kadın görünümleriyle parçalanıyorum her gece. Parçalarımın arasında intihar eden, öldürülen, tecavüz edilen kadınlar asılı(...)”

Daha çok şiirsel metinler aldığımın farkındayım. Oysa ben öykülerde sonradan belleğime kazınan resimler ararım. O tür öyküler az değil, öykülerin bütününü okumazsanız o resim yer etmez belleğinizde: Bir eczanenin camını kırdığı için vurulan adamın avucundan fırlayan bebek maması kutusu (Tombiş / Veysel Avcı) Açlıktan sayıklayan küçük bir kız yüzü (Palamut / Fatma Özbay) Elinde ekmek dolu poşetle eskicinin vitrinindeki eski ayakkabıları seyreden genç kızlığa adım atmakta olan kız çocuğu. (İskarpinli Düşler / Saliha Çelik) Mağarada, ateş başındaki gerillaların yanında uyuklayan kedi yavrusu, kara kışta gölde kedi için kurbağa avlayan gerillalar (Pışo / Süleyman Yorulmaz).

Hapishaneden Öyküler ve Hapishaneden Şiirler, “dünyanın kalabalığına öylesine karışmış ki, dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa, içerde ürperen” ve ürperten şiir ve öykülerle tanıştıracak sizi.

“İçerde mektup beklemek” tehlikelidir. Ama dışarda içerden gelen mektupları okumamak daha da tehlikelidir. Siz hapishanelerden yazılan bu kitap-mektupları okumazsanız uykularınız belki hiç bölünmeyecek. Ama bu ağır uykudan uyanamamanız tehlikesi de var.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X