Sennur Sezer, “Dışarıda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa”, Evrensel Kültür, Nisan 2005
Hapishaneler ve hapislik üstüne en çok şiir yazılan, en çok türkü yakılan dilin bizim dilimiz olduğunu sanıyorum. (Reha İsvan, bana halkımızın hapishanelerle mahpuslukla iç içe yaşamasından doğduğuna inandığı bir ayrıntıyı söylemişti, “tahliye duası”) “Mapushane seni yapan kör olsun,” diye bir türkü vardır, bilirsiniz.Mapushane çeşmesinin yandan akışını, sevdalılığın mahpusluktan daha zor olduğunu anlatan türküyü de duymuşsunuzdur. Ayakları pranga kolları zincir olanların acılarını anlatan türküleriyse incir ağaçlarını gördükçe hatırlarsınız. Arkadaş Z. Özger’in türkü tadındaki şiirinin dizesi de sık sık takılabilir dilinize: “Oy mapusluk mapusluk...”
Yazarların (ve aydınların) yaşam öykülerinde, açılıp kapanan bir parantez gibi, doğal bir ayrıntıdır hapislik. (Hapse girmemiş olan yazarın/aydının küçümsendiği ayrıntısı biraz abartmadır ama galiba böyle bir dönem de yaşandı.) Edebiyatımızda hapislik döneminden önceki çalışmaları bilinmediği için hapishanede şair-yazar olmuş sayılanlar da oldu. Ününün hapisliğine bağlı olduğu sanılanlar da. Oysa yetenek ve yatkınlığı olmayan kimseyi yazar-şair yapmaz hapislik. Orhan Kemal’in şiiri bırakıp öyküye romana yönelmesi Bursa cezaevinde, Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyledir. Kuşkusuz şair olarak kalsaydı ancak sıradan bir şair olabilirdi ama edebiyatımız da önemli bir öykücü ve romancıdan yoksun kalırdı. Nâzım Hikmet gibi bir ustaya rastlayıp, onun gözetiminde çalışmak bir okul dönemi sayılabilir, herkesin başına böyle bir devlet kuşu konmaz. Hapse düşen hemen herkesin kulağına küpedir onun dizeleri:
.....
İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.
İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.
(...)
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından
bir de ekmeği
son lokmasına kadar yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
(...)
İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.
Nâzım Hikmet’in 1949 Mayısında yazdığı bu şiir yüzlerce siyasal tutuklu tarafından ezbere bilinir.Ve hemen herkesin “sol memesinin altındaki cevahir”i korumak için yaptığı bir iştir şiir yazmak. İnsan yazınca yazdığının değerini öğrenmek ister. Bu değerin ölçeği de başka yazarlardır. Dışardaki yazarlar içinse çok zordur hapishanedeki şairlere, yazarlara yazdıklarıyla ilgili yargı bildirmek. Yazmanın onlar için bir direnme yolu olduğunu bilirler. Ayrıca bilirler ki dilediğince okumak yazmak için en zor koşulların olduğu mekandır hapishane. Kendini geliştirmek için olanağın az olduğu bir yerdir. Üstelik tutuklular en azından “biraz” kırılgandır.
Bütün bunlar benim yargılarım / kaygılarım olabilir. Çünkü zaman ayırabildikçe yazıştığım tutuklular hep oldu. Onların yazdıklarını da ne tam anlamıyla değerlendirebildim, ne de değerlenebilecekleri yerlere sunabildim. Bu yüzden Hapishaneden Şiirler ve Hapishaneden Öyküler seçkileri sevindirdi beni.
(…) Şiir kitabında 45, öykü kitabında 18 yazarın yapıtı yer alıyor. Bu proje için 20 hapishaneden 150 şiir, 100 öykü gelmiş. Seçim için yapılan açıklama içtenlikli:
“İşin zor yanlarından biri, ürünlerin seçimindeki estetik sorumluluktu.Hapishanelerdeki duygusal iklime yabancı değildik. Şiir gönderenler içinde, ilk kitabıyla belli bir beğeni toplamış Hüseyin Kıran gibi şairler de vardı, duygu ve kavramlardan imgeye geçme sürecinde kendi sesini bulmaya çalışanlar da... Bir ortalama tutturmak yerine, estetik ölçüleri unutmadan, ama özgünlüğü ve ileriye dönük bir potansiyeli de göz önüne alan bir yaklaşımla seçmeyi yeğledik. Bu hem öykü ve şiirlere, hem kendimize ve yayınevine, hem de edebiyata karşı olmazsa olmaz sorumluluğumuzdu.”
Seçimleri yapılan dosyaların yayına hazırlanmasını Emine Bora yapmış. Müge İplikçi, Sezai Sarıoğlu ve Aytekin Yılmaz, kitaplarda yer almayan metinlerin yeni bir projenin ilk adımları olduğunu da bildiriyor: “Çok sayıda şiir ve öykünün hatta içinde öykü ve şiirlerin olduğu mektupların birikmesiyle şimdiden küçük bir arşiv oluştu. Böylece proje kendi içinde yeni ve anlamlı bir projenin, Hapiste Yazılanlar Arşivi’nin doğmasına vesile oldu. Eğer süreç içinde bunu da kotarabilirsek, yakın dönemin politik, estetik ve sosyolojik olarak okunmasını kolaylaştıracak bilgi ve belgelerin bir arşivde toplanması mümkün olacak.”
Edebiyata yeni bakış açıları
Bu iki seçmede, yazdıkları, yollarının tutukevlerinden, F tiplerinden geçtiği (hiç değilse okurlarca) bilinmeden dergilerde yer almış, sevilmiş kitaplaşmış adlar da (Örnekse C. Hakkı Zariç, Atılcan Saday, Hüseyin Kıran) edebiyata yeni soluklar kazandırmaya aday adlar da var.
1972 doğumlu Bülent Şamcı bu yeni soluklardan biri.
Evcil
Her yolun üstü kirli çamaşır
Evcil bir çağrıdır
Yarısında insan
Bu fikre ulaşır...
Bir arkadaş söylemişti hatırla
Hem de birdenbire kendini doğrularcasına
Büyük sözlerin altı
Yabanıl uçurumlar taşır
Orda bir mum yakmışlar
Ev olarak
Çiçekli şarkılar koymuşlar
Perdelerin dudaklarına tâk
Eğilir içinde bilmediğin bir yer
Bükülür sesin, eksilir hü
Ev bir değirmen çizer
Yürüdükçe su,
Camlarında kokular kamaşır
Tam burda biçim kıran derinlik
Dönmek ufuksuzluğa, varsıl yeniklik
Tarih bu diyorum karşıdaki tepeye
Kekik kokusu onaylıyor beni
Tarih bu!...
Ah bir şiir yazabilseydim keşke
O mum benekli ev üstüne
İmgeleri yeşil neolitik
Dizelerinde oğlaklar oynaşır
Ziyaret günüydü, dışarda
Yağmur yağıyordu
Birden koynuma
Sığırcıklar doluştular...
Tutukluluk dayanılması zor bir özgürsüzlük. Buna direnmenin yollarından birinin yazmak ve okumak olduğunu söylüyor Nâzım Usta. Ayna dökmek ve dokumacılık dikkati belirli işlerin üstünde yoğunlaştırmanın ve bu yolla tıpkı okuyup yazmak gibi özgürleşmenin bir yolu olmalı. Bülent Şamcı
“Ben yazdıkça
eksiliyor içimde
yaşanmışlığı dünyanın” diyor. Artık bir düş dünyaya mı uzak ozan... galiba.
Şiirimizin bu yeni adlarının imgelerinin birbirinden farklılığının altını çizmeliyim. Çünkü öylesine dışlamaya alıştık ki yolu hapishaneden geçenleri,1980’den sonra ‘hapishane şiiri / edebiyatı’ tanımı da (tıpkı ‘toplumcu gerçekçi sanat’ sözü gibi) bir küçümseme , hatta aşağılama sözü olarak kullanıldı. Bu şairlerin şiirlerinin ortak imgeleri olduğuna inanıldı.
Seçkilerdeki şiirler bu inanışın yanılgısını iyice belirtiyor. Şiirlerde bazen bir defterin arasında bir kırık ustura parıldıyor, parmakları kanıyor bir şairin (Eylem Yolcu), bazen bir başka şair (Burcu Balıktaş) bir su damlasıyla bir arkadaşının penceresinden süzülüyor:
-ki ben şimdi
ıssız bir yağmur damlasıyım
tüm sulardan ayrı
yolunu kaybetmiş bir su damlası
pencerende gezinen....
biriken her şey gibi,
yığılan,
donuklaşan....
bu nisan susuzluğunda
yağmura inat
akmayan
duran
her şey gibi...
(...)
Buruk bir alayla ölüm oruçlarının sonucu Wernice-Korsakoff’tan bir müzik grubu gibi söz edildiği de oluyor: Best of Korsakoff. M. Can Şahin’in bu şiirinden ilk bölümü örnekleyelim:
“Her gün
Bir harfini unutuyorum
Adımın
Duvarlar, kelepçe sıkkınlığı
ring yalnızlığı
Kimbilir ne geçer içinden
dalgınlığımın?”
Çocukların bir ‘dede’ gördükleri ayda gülen bir kadın yüzü gören şair de var, Fidan Yıldırım:
(...)
bir gün ay
henüz terketmişken yerini
gün ışığına
aya tutkun kadın
bir çığlık bırakarak
dünyanın sağır kulaklarına
yol aldı sevdalısının ardı sıra
(...)
Şiirimizde kadının azlığından / yokluğundan söz edilir sık sık. Belki o yüzden daha çok adı kadın adını anımsatan şairlerden seçtim örnekleri. Bu kez yine bir kadın şairin şiirinin bütününü örneklemek istiyorum:
Zaman ve Mekân
İnsanın içini devindirir su
zamanı bildiren kum
o tanrısal birlik
zaman ve mekân
Bir çölde açılır sarnıç
devinir su
kulağını yere dayar bir çocuk
avesta öyküleri devindirir onu
zamana açılır mekân
Bir çölde açılır taş kuyu
tanrının ölümü sınanır içinde
yokluğunu ilençleyip kayıp ruhlara
kara ayinler kurulur zamansız sunaklarda
kum fırtına olur
tanrısal birlik bozulur
Bir çocuk ölümü sınar korku
toplanır bütün taşlar kuyudan
sarılır yılanlar incir yaprağı tüyden
derin görünsün diye bulanır su
Bir çocuk bedenini sınar kadının ÖLÜM
taşlar yükselir mekândan EL
insanın içini devindirir SU
yağmur dindi ÇÖL
Elif Zuhal Bıkım
Öykülerin anlattığı
Seçkilerde hapishanede yazılan şiirlerden seçilenlerin sayısı öykülerden daha kalabalık. Bu edebiyatımızın da genel eğiliminden doğuyor belki. Hem öykü hem şiir seçkisinde adı olan yazar tek: Nergis Gün Uzun. Oysa çoğu genç hem şiir hem öykü yazar. Demek şiirde başarılı olan daha çok. Düzyazı belki gidip tutukevlerinin, cezaevlerinin duvarlarına dayanıyor, Nergis Gün Uzun’un Uykusu Bölünen Çocuklar’ında olduğu gibi:
“(...) Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, sizden kilometrelerce uzaktaki başka bir kıyı kasabasının deniz görmeyen pencerelerinde çocukluğumu, Taraskonlu Tartarin’in anılarıyla şenlenen, mahalleye taşan gürültüleriyle, kalabalık evimizi... Gençliğimi, o günlerde hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dostluklarımı, sevgilerimi... Özlemeyi öğreniyorum yavaş yavaş, ve özledikçe öldürüyorum hep seni düşlerimde. Ölüyorsunuz benden uzakta, öyle zannediyorum.Hiçbir kapısı, penceresi sokağa açılmayan bu taş binada, öğreniyorum ki özlem cinayettir benim için. Özledikçe öldürüyorum sevdiklerimi...
Kim bilir belki de hesaplaşamamanın, söylenemeyenin, yüzleşememenin karanlığında kendimi öldürmekteyim usulca. Bir katil gibi dolanıyorum ortalıkta: Özlem cinayettir çünkü uykusu bölünen çocuklara.”
Ceylan Bağrıyanık’ın Kelebekler ve Annem’i bu duvarlara takılan anlatım gücünü simgeler gibi: “Yarı ölmüş kelebekler yağıyor dört duvarlarının üstüne. Dışarıda bahar. Bir yağmur değil, sınırların dışındaki kalabalıktan kaçan kelebekler yapışıp kalıyor pencerenin parmaklıklarına. Kıyıya vuran dalgalar misali koşarken yaşama, sana yakalanan kelebekler. Rengarenkler, kanatlarında taşıdıkları ufak benekler kadar yaşamları. Öylesine hüzünlü, öylesine güzelliğin, kısa ömürlülüğün farkında taşınan benekler...
Yaşamlarını, kanatlarında taşıdıkları o ufak beneklere yüklemişler. İnsanların da kendilerine has benekleri vardır. Bir şifre beneği! Bir çözülmeye görülsün sevinci, hüznü, heyecanı, o mis kokan güzel günlerin düşleri. Hepsini yüklenmişler, hepsini... Kanatlarına sığdırdıkları yaşama sığamıyorlar ve sığamadıkları yaşamın kurbanı oluyorlar. Onlar da kelebekler gibi yedi gün yaşıyorlar. Sınırların içine girmedikleri, öteki olmaktan kurtulamadıkları, istedikleri gibi yaşayamadıkları için. Kelebekler gibi, kısa yaşama direndikleri tek an ölüm anıdır. O da bir isyan, bir seçim ya da seçim hakkı olmayan bir son.
Yüklerinin altında eğilmiş, yüzlerindeki acıdan pişmiş çizgileriyle, derin ve sınırları delen hüzünlü bakışlarıyla yaşama direnen kadınlar hiç çıkmıyor aklımdan. Karabasanlarımda kadınlar çarmıha gerili. Ve ben o kadın görünümleriyle parçalanıyorum her gece. Parçalarımın arasında intihar eden, öldürülen, tecavüz edilen kadınlar asılı(...)”
Daha çok şiirsel metinler aldığımın farkındayım. Oysa ben öykülerde sonradan belleğime kazınan resimler ararım. O tür öyküler az değil, öykülerin bütününü okumazsanız o resim yer etmez belleğinizde: Bir eczanenin camını kırdığı için vurulan adamın avucundan fırlayan bebek maması kutusu (Tombiş / Veysel Avcı) Açlıktan sayıklayan küçük bir kız yüzü (Palamut / Fatma Özbay) Elinde ekmek dolu poşetle eskicinin vitrinindeki eski ayakkabıları seyreden genç kızlığa adım atmakta olan kız çocuğu. (İskarpinli Düşler / Saliha Çelik) Mağarada, ateş başındaki gerillaların yanında uyuklayan kedi yavrusu, kara kışta gölde kedi için kurbağa avlayan gerillalar (Pışo / Süleyman Yorulmaz).
Hapishaneden Öyküler ve Hapishaneden Şiirler, “dünyanın kalabalığına öylesine karışmış ki, dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa, içerde ürperen” ve ürperten şiir ve öykülerle tanıştıracak sizi.
“İçerde mektup beklemek” tehlikelidir. Ama dışarda içerden gelen mektupları okumamak daha da tehlikelidir. Siz hapishanelerden yazılan bu kitap-mektupları okumazsanız uykularınız belki hiç bölünmeyecek. Ama bu ağır uykudan uyanamamanız tehlikesi de var.