Vecdi Erbay, "Korkuya teslim olmayan kent", Gündem, 27 Aralık 2004
Suzan Samancı'yı hikâye kitaplarıyla tanıyıp sevdi edebiyat okuru. Eriyip Gidiyor Gece, Reçine Kokuyordu Hêlîn, Kıraç Dağlar Kar Tuttu ve Suskunun Gölgesinde adlı hikâye kitaplarından sonra, Korkunun Irmağında romanıyla çıktı okurun karşısına.
Önceki kitaplarında umudunu kaybetmeyen bir kentin, Diyarbakır'ın ve Diyarbakırlıların hikâyelerini anlatmıştı Suzan Samancı. Dağlara bakan gençlerin, törelerin kıskacındaki kadınların, kaderlerine razı yoksulların, kaderlerini ters yüz etmeye cesaret gösterenlerin hikâyelerini... Savaş koşullarında dağılan hayatların, parçalanan duyguların, bastırılan özlemlerin hikâyelerini anlatmıştı. Korkunun Irmağında ise, o en insani duygulardan biri olan korkuyu anlatıyor Samancı. Korkunun etrafında gelişen ya da korkudan türeyen hikâyeleri atlamadan...
Kokunun Irmağında'nın anlatıcısı üniversiteli genç kız, bir kentin (ki adını hiç anmasa da bu kent Diyarbakır'dır) nasıl bir zindana çevrildiğini anlatıyor. 'Korku uğultusunda boğulan kentin ruhunu', bu kentin özgürlüğü için mücadele eden okuldan arkadaşları Keldan'ı, Dara'yı, Yekta'yı, Mizgin'i ve kapı komşusu Süryani Akriman'ı, 'mezar ayaklıları', yasak gazete dağıtan çocukları, itirafçıları, ruhunu militaristlere teslim etmiş 'teresleri' anlatıyor. Bütün bunları, yan hikâyeler ve geriye dönüşlerle bir kış mevsimine sığdırıyor anlatıcı.
Suzan Samancı, anlattığı her kişiyi, her olayı ve olaylar karşısında sergilenen tutumları iyi tahlil etmiş bir romancı olarak. Korkunun girdabında soluk almaya çalışan kentin karakterine ve anlattığı dönemin acımasız koşullarına da hiç yabancı değil Samancı. Belki bu yüzden, katı gerçekliği olduğu gibi, çok süslemeye ve uzun uzun anlatmaya gerek duymadan aktarıyor. Sokak ortasında ensesinden vurulmanın dehşeti, işkence seansında insanın yaşadığı umarsızlık, evi basanların hoyrat tutumu karşısında duyulan kimsesizlik duygusu başka türlü de anlatılabilir ve benzer bir etki yaratılabilirdi okurun üstünde. Ama Samancı, dolaysız anlatımıyla sanki yaşananları daha doğrudan hissettirmeye çalışmış okura. 'Yaşananları' diyorum, çünkü anlattığı her şey ve daha fazlası, daha acımasız bir şekilde yaşandı Diyarbakır'da ve Bölge'nin diğer kentlerinde.
"Uzaklara bakıyoruz. Rodî, 'Sanat onarıcıdır, kurtarıcıdır; renkler bilincimde dans ediyor, yüreğimizin rengini tuvale akıtmalıyım,' derken, elleri saçlarımda geziniyor. 'Yazmayacak mısın?' dediğinde, 'Yazmak!' diye mırıldanıp, gülümsüyorum." Romanın ilk bölümü bu cümlelerle bitiyor. Sanatın kişiyi onardığından kuşku yok. Ama herkes sanat yapamayacağına göre, sanatın onarma gücü bir tek kişiyle mi sınırlı kalıyor? Elbette değil. Ama Samancı'nın romanından yola çıkarak, sanata yüklediğimiz başka işlevlerden de söz etmek mümkün. Yazılı ya da görsel yapıtların tanıklığı, bir hafıza ve vicdan görevi de yükleniyor. Bu anlamda Bölge'de yaşananların edebiyat cinsinden sunulması iyidir ve bir sorumluluk olarak duruyor sanatçıların karşısında.
Korkunun Irmağında'yı bu türden sosyal ve siyasal değeriyle sınırlamanın yanlış olduğunu biliyorum. Korkunun Irmağında, kurgusundaki bazı aksaklıklara, anlatıcı hariç diğer kişilerin yeterince işlenmemesine rağmen roman olmayı başarmış bir kitap. Ayrıntıların zenginliği, gözlemlerin yerinde kullanılması, korku metaforunun iyi işlenmesi Korkunun Irmağında'ya asıl değerini kazandırıyor. Özellikle bazı bölümlerde edebiyatın hazzı kendini iyice duyuruyor.
Yukarıda da değinmiştim, Suzan Samancı'yı hikâye yazarı olarak tanımış ve sevmiştik. Anlaşılan o ki, bundan sonra roman yazarı olarak da seveceğiz...