A. Ömer Türkeş, "Varoşların isyankâr çocukları", Radikal Kitap Eki, 2 Ocak 2004
1998 yılında Şehir İçi Öyküleri adlı hikâye kitabı yayımlanan Niyazi Zorlu, yazarlık serüvenini sessiz sedasız sürdürenlerden. 1965 Bingöl doğumlu Zorlu, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ni bitirmiş, TRT için radyo oyunları ve skeçler yazmış, 1994 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri'nde "dikkate değer öykücü" olarak anılmış; ikinci kitabı Hergele Âşıklar onun ilk romanı. Ancak belirtmek gerekir ki, Zorlu'nun ilk kitabı Şehir İçi Öyküleri, İzmir'in Taşmaşalık mahallesi sakinleri etrafında dönen hikâyelerin ardında kendilerini sürekli hissettiren yoksulluk, dışlanmışlık, şiddet gibi temalarla bir bütünlük arzediyor ve romana yaklaşıyordu. Yazar, şehir tarafından yutulmuş gecekondu semtlerinin
hikâyeleştirilerek kurtarılmayı bekleyen insanlarını, o şehir ve o insanlara ulaşmayı engelleyen 'araya gerili dil perdesini yırtarak' anlatmış, farklı bir dil ve uslup arayışının ipuçlarını sergilemişti. Hergele Âşıklar, işte o arayışın ürünü.
Yine yoksul semtlere götürüyor okuyucusunu Zorlu. Kentin hemen dibine çömeltilmiş Çukur mahallesindeyiz. O çukurdan çıkma şansı olmayan mahallelilerle teker teker tanışıyoruz. Hikâye, onlardan birinin, Zekeriya'nın çocukluktan delikanlılığa kadar hiç vazgeçmeden sürdürdüğü
'hergelece' hayatı üzerine kurulu. Hergele sözcüğü yanıltmasın; Zekeriya ve Hazan'ın hergeleliklerinde itlik, uğursuzluk yok, tersine etraflarını kuşatan her pisliğe, kendisini dayatan bütün kişi ve kurumlara ya da onların sokaktaki uzantılarına karşı isyanı da barındıran ayrıksı aşklarıyla, son yıllarda pek az örneğine rastladığımız olumlu kahraman tipleri onlar.
Doğumundan başlayarak izliyoruz Zekeriya'yı. Daha o zamandan romantik, o zamandan isyankâr, öyleyse daha o zamandan "tehlikeli" biri. Henüz ilkokul sıralarında patlayan öfkesi ile kayda geçirilecektir Zekeriya. Oysa mahalle arkadaşı Kement gibi düzene ayak uydurmak, birkaç "diddo"ya ruhunu kötülüğe satmak, işin kolayına kaçmak, iyi çocuk olmak da mümkündür. Zekeriya doğru bildiği yolda yürüyecek, teorisi ile değilse de pratiğiyle bağlanacaktır devrimci hareketlere. Ne var ki dar zamanlardır, sokaklarda ölümün kol gezdiği kalleş zamanlardır. Zekeriya ve diğer hergeleler ülkenin belli başlı fedai oymaklarınca harıl harıl aranırlar. Tehlikelidirler. Çünkü dünyayı adlandıracak harfleri, kelimeleri, sözleri vardır; A'ları vardır ellerinde, B'leri, C, D, E... Ellerinde pek çok harf vardır... Aranma emriyle vurulurlar, vur emriyle aranırlar! Aynı anda 3 öyküde birden parendeler atarlar, 29 harfi 33'lük tespihler gibi şakır şukur aşkla sallarlar! Ancak dedik ya, dar zamanlardır Eylül günleri, kalleş zamanlardır; hergelelerin yaşama şansı artık hiç kalmamıştır.
Niyazi Zorlu, merkezine Zekeriya'nın kısa hayatını aldığı ve o hayatı Çukur sakinlerinin hayatlarına paralel olarak zamansal sıçramalar ve bilinçte kırılmış algılar eşliğinde –gündelik konuşma dilinin o algıyı engelleyecek perdesini yırtarak– aktarırken 12 Eylül öncesinin politik meselelerine özel bir vurgu yapmıyor. Tersine, politika Zekeriya'nın hayatının içinden çıkıp katılıyor hikâyeye. Romanda asıl ağırlık Çukur'un şiddetle harmanlanmış, kısır çekişmelerle solmuş tahammülü güç yaşam koşullarında. Ne var ki bu ürpertici koşullar metnin hiçbir yerinde sloganlaştırılmıyor, edebi anlatının sınırları dışına çıkılmıyor. Mesela mekânları şu cümlelerle tasvir ediyor Zorlu; "nasıl olduysa, çukura doğru rüzgar esiyor. Avlulara, odalara yaseminlerin kokusunu taşıyor... Çürük bir diş gibi sızlanıyor mahalle, üzerindeki sarı ve iri toz bulutu ağır ağır dalgalanıyor. Yanlarına kadar yere gömülü, birbirlerinin üzerine abanmış, boyaları hangi renk oldukları çıkarılamayacak kadar solmuş, yağmuru yiyince şişmiş, güneşi görünce çatlamış, sakinleri kadar ölümcül ve bir o kadar inatçı, çoğunluğu iki katlı evlerden balgamlı öksürükler işitiliyor". Öksürüklerle birlikte "bizim bu sırtımızdaki eğrilik hiç düzelmez mi, devletin şefkatli kollarından tek bir tanesi okşamak için bedenimize uzanamaz mı? Hiç çıkış yok mu?" haykırışları da işitilmektedir. O haykırışların sahipleri ki; "yaz kış sırtlarında erkeklerin ceket, kadınların yün yelek, aynı. Gömlekleri hep kollarından uzun kollu. Hayata hep fanilalarındaki ve çoraplarındaki deliklerle, renkleri ve büyüklükleri birbirine uymayan ceket, gömlek düğmeleriyle, hırkalarındaki söküklerle, ayakkabılarındaki kalın kartonlarla açık vererek girerler".
60'lı yılların sonunda, gecekondu mahalleleri kentleri kuşatmış, bu derme çatma evleri bile her an yitirme korkusu ile yaşayan yoksul insanlar kentin değişmez bir parçası olmuşlardı. Hem bu insanlar hem yaşadıkları mekânlar 70'lerin romanlarında –siyasi tercihler gereği– sıklıkla konu edildiler. Ne yazık ki pek azında edebi değerler gözetilmiş, ama sonuçta siyasi kullanımı içerisinde yoksulluk ya da gecekondular gibi yoksulluk ifadesi taşıyan kavramlar söylemselleşerek romana yerleşmişlerdi. 80 sonrası edebiyatında ise-gerçek hayatta ekonomik sıkıntılar, dağılım eşitsizliği, yoksulluk ve dolayısıyla gecekondular hızla artarken-yoksullar ve yoksul meknları roman içeriğinden neredeyse tümüyle dışlanıverdiler.
Hergele Âşıklar, bu kadim meseleyi yeniden gözler önüne sererken gecekondu hayatını 80'lerde fantastik bir anlatıyla canlandıran Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm'ünü de hatırlatıyor. Latife Tekin de kente göç ile birlikte başlayan zihinsel parçalanmayı, "şehrin kıyısında, çöp yığınlarının çevresinde, fabrika artıklarının ortasında doğan yeni bir hayatın, şehrin çöpünden, yabancı bir kültürün atıklarından, paslı tenekelerden, kartondan, naylondan, muşambadan, plastikten yaratılmış gecekondunun masalını" alışılageldik anlatı kalıplarının dışına taşarak anlatmıştı. Yoksul mahallerindeki hayata masalsı yaklaşımın bir başka örneği Metin Kaçan'ın İstanbul'un göbeğinde, ama İstanbul'a çok uzak bir semti anlattığı Ağır Roman'ıydı.
Her iki romandan da esintiler taşıyor Hergele Âşıklar, ama ne Sevgili Arsız Ölüm ne de Ağır Roman siyasal ve toplumsal meseleyi Hergele Âşıklar'da olduğu kadar öne çıkarmamışlar, sistemin içine almadığı kentlileşememiş kentlilerin dünyayı algılayış biçimlerine, duygu ve düş dünyalarına odaklanmışlar, dilleri ile hikâyeleri örtüşmüştü birbiriyle. Niyazi Zorlu, Hergele Âşıklar'da Tekin ve Kaçan'ın romanlarından çok daha çıplak ve yakıcı meselelere uzanıyor; yoksulluğu, şiddeti, acımasızlığı, toplumun iki yüzlü değer yargılarını kimi yerde çarpıcı imgelerle ya da çözümü okuyucuya bırakılmış şaşırtıcı metaforlarla anlatısının her yanına yayarken sözünü ettiğim romanlara göre daha etkileyici. Ancak bu etkileyiciliği hikâyenin tamamına yaydığını söylemek zor.
Zorlu'nun romanı daha ilk cümleleri ile bizi farklı bir dile çağırdığını, metnini klasik anlatının dışında kurmayı vaad ettiğini, sözcükleri ve cümleleri dilin verili sınırlarının dışından taşıyacağı anlamlarla zenginleştirmek istediğini anlıyoruz. Üstelik bunu başarıyor da Zorlu. Ne var ki, aynı dil kimi yerde hikâyenin çarpıcılığını gölgede bırakıyor, şiddeti yumuşatıyor, kahramanın diline uyum sağlamıyor, bir varoş devrimcisinin hüzün dolu hayatının ardından yakılan modern zaman destanını sevimli bir masala dönüştürüyor. Hemen ekliyorum; Hergele Âşıklar'ı severek okumamızı engelleyecek yoğunlukta değil bu saydıklarım. Niyazi Zorlu, mutlaka okunması gereken bir yazar.