A. Ömer Türkeş, “Şiddet benzerlikleri”, Virgül, Sayı 59, Şubat 2003
Zaman zaman gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine sansasyonel başlıklarla yansıyan ve anlaşılması güç bir iştahla anlatılan ensest ya da aile içi cinsel taciz vakaları, insana ve topluma en duyarlı entelektüel faaliyet olması gereken edebiyata, konumuz özelinde romana çok az yansımıştır Türkiye’de. Oysa, henüz romanın emekleme devrinde konuya ilgi gösterilmiş, Şemseddin Sami Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ta (1872), Ahmed Midhat Esaret’te (1871) sonu ölümle biten trajediler yazmışlardı. Çünkü en büyük günahtı ensest. Reşat Enis’in Afrodit Buhurdanında Bir Kadın’ında (1937) da geçilmez bir sınırdı o. Yakın dönemde yayımlanan romanlara bakarsak... Veysel Dikmen’in Düşlerin Şarkısı Yok ve Gözyaşlarımı Size Bırakıyorum, İbrahim Altun’un Günahsız, Solmaz Kâmuran’ın Kirâze romanlarında farklı trajediler etrafında anılan ensest, Aysel Özdemir’in Cahide, İnci Aral’ın Yeni Yalan Zamanlar, Gül Aslan’ın Bizi Ayıran Duvar, Zülfü Livaneli’nin Mutluluk romanlarıyla Mehmet Seyda’nın Kör Şeytan, Oktay Garipoğlu’nun Beyoğlunda Gariban’ın Otopsisi Yapılmaz ve Şebnem İşigüzel’in Hanene Ay Doğacak adlı hikâye kitaplarında cinsel taciz ve şiddet olarak toplumsal ve bireysel boyutlarıyla işlenmişti. Ailenin kutsallığı içerisinde gizlenen bu “ilişki,” Sen Gülerken’de şimdiye kadar hiç dillendirilmeyen boyutlarıyla çıkıyor karşımıza.
2002’nin en çarpıcı romanlarından birisiydi Sen Gülerken. Elbette bu çarpıcı sıfatını, en çok ele aldığı konunun “dokunulmazlığı” nedeniyle hak etmişti. Bir ailede üç kuşak boyunca yaşanan ensest ilişkileri, daha doğrusu cinsel tacizi anlatıyordu Özmen... Ancak yazara ve romana haksızlık etmeyelim; romanın çarpıcı olmaklık hali aslında yazarın bu konuyu taşıyan hikâyesi, hikâyesinin kurgusu ve dile getiriş biçimiyle ilgiliydi. Kitapla ilgili söyleşilerde bu tacizin yaşanmışlığını sorgulayan ifadeleri ve kadın meselesinin ısrarla öne çıkarılmasını yadırgadığımı söylemeliyim.
Çocuklukta yaşanan cinsel taciz kaynaklı çoğul kişilik bozukluğu her ne kadar kadınlarda erkeklere oranla dokuz misli fazla görülüyorsa da, uzmanlar bunun nedenini erkeklerin doktora başvurmamalarıyla açıklıyor. Özmen, roman kahramanı Hülya özelinde bu sorunu toplumsal alana yaymayı başarmış. Sen Gülerken, çocukluğunda dedesinin, genç kızlığında 12 Eylül faşizminin şiddetine maruz kalan bir kadının hikâyesi...
Bir cenaze töreninde, bir mezarlıkta tanışıyoruz Hülya’yla; ölen, anneannesi Leman Hanımdır ve yalnızdır Hülya. Roman boyu hiç bitmeyecek bir iç sorgulamaya bu soğuk mekânda başlayacak, evli bir adama âşık olup kocası Seyfettin Efendiyi ve kızı Melek’i bırakıp giden Leman Hanımı, çocukken sık sık yanlarına bırakıldığı dedesi Seyfettin Efendi ile onun ikinci karısı Neriman Hanımı, annesi Melek Hanımın Leman Hanım ve Seyfettin Efendi ile sürdürdüğü tuhaf ilişkileri çağrışımlarla canlanan görüntüler eşliğinde anımsarken, ansızın bir fotoğraf takılacaktır merceğine... Fotoğraftaki kız evin beslemesi Havva’dır; ailenin hafızasından neredeyse tümden silinmiş genç bir kız... Bundan sonrası yanıtlı yanıtsız sorular, sisli hatıra kırıntıları, o kırıntıları ilişkilendirme ve anlamlandırma uğraşısı ile sürecek ve kendi cehennemine “ama yalnızca bir katına” inmeyi başaracaktır Hülya. Seyfettin Efendinin yarattığı o cehennemden yansıyan yaralı kadın siluetleridir; Leman’ın, Melek’in, Hülya’nın, Mari ve Havva’nın hiç gülmeyen çehreleri...
Hikâye boyunca Havva’nın bir türlü yaşamışlık düzeyine çıkmayışı ya da tacize ilişkin yaşanmışlıkların bilince taşınmayışı, şiddeti yaşayan ya da şahit olan kadınlardaki çoğul kişilik bozukluğuna işaret ediyor. Çoğul kişilik bozukluğunun temelinde, küçük kızın yaşadığı cinsel tacizin kendisine değil, başkasına yapıldığını hayal etmesi vardır. “Çocuğun başka birini yaratma ihtiyacı öylesine güçlüdür ki kendisini hayalinde yarattığı kişilikten tümüyle koparmayı başarır. Tacize uğrayan çocuk, benliğini ve onurunu koruyabilmek, varlığını sürdürebilmek için başka kişilikler yaratmıştır. Bu insanın zengin hayal gücünü kullanarak, içinde bulunduğu zor duruma kendini adapte etme çabasıdır.” Farklı zihinsel donanımlarıyla Leman, Melek ve Hülya farklı bilinç katmanlarında yaşarlar uğradıkları tacizin etkisini. Hülya’nın yüzleşmesi de mutlu son gibi sunulmaz; atılan bir adımdır sadece, cehennemin inilmesi gereken başka katları da vardır...
Geçmişe yolculuklarla belleğinin kör noktalarını aydınlatmaya çalışırken genç kızlık yıllarını, devrimci hareketlerle tanıştığı günleri, hareket içinde yükselmesini, bu dönemi paylaştığı kocasını ve 12 Eylül darbesinin yarattığı yıkımları da hatırlıyor Hülya... Sen Gülerken’i 12 Eylül romanı kategorisine sokmuyor bu hatırlayışlar, ama Hülya’nın kimliğini, hayatla ilişkisini, kırılma noktalarını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Çünkü Hülya, pek çoğumuz gibi, o tarihin ürünü, o tarihten alıyor duruşunu. Hikâyenin bu bölümlerini de Hülya’nın bilinç akışı ile aktarmış Özmen, ne var ki bu bilinçteki insan suretleri çok silik kalmış, belli ki Hülya’nın henüz yeterince deşemediği bir bellek/cehennem katı bu...
Bence romanın asıl önemi, bireysel ve siyasal olarak iki farklı alana ayrılan şiddetin ortak karakteristiğinin çok iyi analiz edilip hikâyenin kurgusuna organik bir biçimde yedirilmesinde... Hikâyede, aile içinde mikro düzeyde yaşanan iktidar ilişkilerinin bir tezahürüdür çocuğa yönelik taciz. Olayın tanıklarının susmayı ya da görmezden gelmeyi yeğledikleri, vukuat gizlenemez boyutlara vardığında ise mazlumdan değil güçlüden yana çıkarak suç ortaklığını kabullendikleri bu durum, makro düzeyde devlet-toplum ilişkisinde tekrarlanacaktır. Hülya ve arkadaşları her yeni günü ölüm haberleriyle karşılar, işkence gündelik hayatın bir ritüeline dönüşürken, bu kez suskun kalıp iktidarın suç ortaklığına rıza gösteren, giderek suçludan yana taraf olan olan toplumun kendisidir. Aile ve devlet, ne kadar kutsalsa, karşı durulması o ölçüde güçleşmiştir...
Buraya kadar tartışmaya çalıştığım meseleyi teorik bir metinde de bulabilirdik elbette. Belki de çoğumuz yabancı da değiliz iktidarın her yerdeliğine...Sen Gülerken, bütün bunları edebi bir form içerisinde ifade ederek yaratıyor farkını ve etkisini; özellikle de anlatı ile anlatım araçları arasındaki uyumuyla... Paramparça olmuş benliğini yeniden inşa etmeye çalışan Hülya’nın çağrışımlarla hareketlenen bilinç akışını “çocukluğundan yetişkinliğine kadar geçen zaman içerisinde, ama doğrusal bir zamansal akışa bağlı kalmadan” yine parçalara ayrılmış yaşantılarla izlettiriyor Özmen...