"On Altıncı Gün", s. 5-15
"İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki insanın kendisi nerde? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim."
– Upanişadlar
"Rab kendi kavminden razıdır.
Hor görülenleri kurtuluşla güzelleştirir.
İnananlar izzet içinde sevinçle coşsunlar
Yataklarında sevinçle mırıldansınlar
Rabbin tekbirleri ağızlarında
Ve ellerinde iki ağızlı kılıçları
Milletlerden öç alsınlar
Ve ümmetleri tedip etsinler
Krallarını zincirlerle bağlasınlar
İleri gelenlerini demir bukağılarla
Ta ki, yazılmış olan hükmü
Onlara karşı yürütsünler."
– Mezmur
Bugün ölümümün on altıncı günü. 26 Nisan 2018...
Ölümümün on altıncı gününde anılarımı yazmaya karar verdim ben.
Öldükten sonra karşılaştığım insanlar, anılar evinde gezinmenin bir ölüye hiçbir yarar sağlamayacağını söyledilerse de onlara inanmadım.
Önce Doktor Sematyen gördü beni. Elimde bir defterle bir kalem vardı, yazacaklarıma başlamak üzere odama gidiyordum.
"Nereye böyle?" dedi.
"Hiç," dedim, "yaşadıklarımı yazmaya gidiyorum."
Meğer, bir ölünün anılarını yazması görülmemiş bir şeymiş, hatta saçmalıkmış.
Bugün öğleden sonra, Doktor Sematyen'le birlikte kaldığımız eve, yani Doktor Sematyen'in evine, genç bir papaz geldi. Söylememe gerek yok, o da bir ölü... Anılarımı yazacağımı duyunca heyecanlandı ve şöyle dedi:
"Bu konuda Tanrı'nın kesin bir yasak koymuş olduğunu sanıyorum."
Bu yasağın hem kesin hem de sanılabilir bir şey oluşunu anlayamadığımı söyledim ona. O zaman Doktor Sematyen araya girdi.
"Din adamları kutsal kitapların diliyle konuşmaya bayılır," diyerek durumu açıklamaya çalıştı.
Aslında ikisinin de kötü niyetli olmadıklarını biliyorum. Acı çekmemi istemiyorlar, hepsi bu. Ölmüş olduğumu hâlâ kabullenemediğimi düşünüyorlar, belki de depresyona girmemden korkuyorlar.
Oysa yanılıyorlar. Ben anılarımı yazmaya, ölmüş olduğumu, kesin olmasa da şöyle ya da böyle kabul etme noktasına geldiğim bir anda karar verdim. Bu nedenle, yazacaklarım herhalde bir tür kabul bildirgesi olacak. Ya da hiçbir şey olmayacak, ne bileyim? Hayatıma ve ölümüme ait her şeyi anladığım gün yırtıp atacağım belki onları.
Doktor Sematyen'le daha önce de konuştuk bu konuyu. Yazmamam gerektiğini daha önce de söyledi bana. Bugüne dek onun öğütlerine uydum. Başka türlü de davranamazdım zaten! Benden daha eski bir ölü o. Daha yaşlı, daha deneyimli... Ölülere nelerin acı verdiğini, ruhsal çöküntünün bir ölü için ne anlam taşıdığını biliyor. Onun, ölü töreleriyle gözümü korkutmaya çalışmasını anlayışla karşılıyorum. Fakat öte yandan, kendi yaşamımı, yani kendi ölümümü kendi kararlarımla yönlendirmek istiyorum. Genç bir adamım ben. Serseri ruhlu biri olduğumu kimse söyleyemez ama biraz çaba gösterirsem düşlerimin peşinde koşmayı pekâlâ göze alabilirim.
Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan... Tıpkı Sematyen'in sözünü ettiği, çok eski çağlarda yaşamış şairin dediği gibi;
"Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz."
Bu sabah uyandığımda, kendimde bir farklılık hissettim. Farkın ne olduğunu tam olarak anlatamayacağımı biliyorum, çünkü tam olarak ben de anlamış değilim.
Birden uyandım bu sabah. Yataktaydım. Kendimi tuhaf düşünceler içinde kıvranırken yakaladım o anda. Şöyle mırıldanıyordum; bir ölüysem ve hep böyle kalacaksam, bir süre sonra düşüncelerim ve davranışlarım birtakım yeni alışkanlıklarla belirlenecektir. Evet, hayat gibi ölüm de bir alışkanlıktır. Bu yüzden, anılarımı yazmak istiyorsam hemen yapmalıyım bunu, çünkü yarın çok geç olabilir...
Bir daha karşılaşırsam Sematyen'in papaz dostunun sözlerini de ciddiye almayacağım.
Aslına bakılırsa, Tanrı ve onun yasaklarıyla ilgili sözleri hiç etkileyici değildi. O, eninde sonunda bir papaz, bu gerçeği Tanrı' nın kendisi bile değiştiremez. Bulunması gereken yerde o. Olması gereken tarafta. Nasıl düşünmesi uygun görülmüşse öyle düşünüyor. Tanrı'yla öldükten sonra bile hiç karşılaşmamış olmasına rağmen, onun varlığına inanmaktan duyduğu hoşnutluk, kendisine yalnızca aptalca bir gülümseme değil sonsuz bir iç rahatlığı da kazandırmış.
Deli doktoru Sematyen'e gelince... Şu on altı gün içinde onu yeterince tanıdığımı söyleyebilirim. Herkes bilir ki, aynı evi bir başkasıyla üç gün paylaşan biri, dördüncü gün o bir başkasının dışa vurulmayan iç çekişlerini de duymaya başlar; hatta denebilir ki, bu iki kişinin iç çekişleri günden güne birbirlerininkine benzer.
Doktor'un içler acısı halinin anlaşılmayacak bir yanı yok aslında. Gördüğüm kadarıyla, bir ateist olarak Tanrı'nın yokluğundan hiç hoşnut değil. Ayrıca, bugüne dek bunu açıkça kimseye söylememiş olması, bunalımını daha da ağırlaştırıyor. Papaz'ın sözlerinin benden çok onu etkilemesi başka nasıl açıklanır?
"Bazen kutsal kitaplar da doğru söyler," dedi Papaz gittikten sonra.
Sanırım bağışlanmayı hazmedemiyor Doktor. Belki de bu yüzden hata yapmadan yaşadığını sanıyor.
Bir sabah uyandığında inanıvermeye başlayacak sanki. Dini bütün bir adam olacak o gün. Kendinde, hata yapma yeteneğine sahip yeni bir Sematyen keşfedecek, her hatasında Tanrı'ya sığınacak ve sonunda günahkâr ya da işin gerçeği ahlaksız biri olacak; işte bundan korkuyor.
Bana kalırsa aptalca bir takıntı bu. İlle de bir şeye inanmam gerekiyorsa Tanrı'nın bağışlayıcılığına inanırım ben! Ayrıca inanıyorum da buna. Böylece huzurlu oluyorum. Bir çocuk kadar huzurlu, bir ermiş kadar huzurlu, hatta bir inek kadar huzurlu... Eğer Tanrı'ya inanmış olsaydım, bu inanç herhalde ancak bu kadar huzur verebilirdi bana.
Sematyen, kendi boşluklarını dolduracak, bazen de kendi kişiliğinin yerine koyabileceği sihirli bir şey arıyor aslında. Hayata bakışı, protez eşya satan bir dükkânın önünde duran kolsuz bir adamın vitrini seyredişine benziyor. Yalnızca hayata değil, ölüme ve Tanrı'ya bakışı da öyle. Onun sorunu Tanrı'nın olup olmaması da değil bence. Tanrı'yı nereye koyacak? İşte bunu bilemiyor. Umutlarının yerine mi, umutsuzluklarının yerine mi?
Beni, anılarımı yazmaktan vazgeçirebilmek için söylediği şu son sözler, onun bütün bu iç karışıklığıyla nasıl başedebildiğini göstermesi açısından ilginçtir.
"Bizim durumumuz bir mektubun içeriğine benziyor," dedi. "Yalnızca ilgilileri ilgilendirdiği için zarfın içinde kalmalı ve hiç açılmamalı. Sen dağıttığın mektupları açıyor muydun?"
Sırası gelmişken belirteyim, sağlığımda posta dağıtım memuruydum ben. Arada bir, can sıkıntısından başkalarının mektuplarını açıp okuduğum olurdu.
"Bazen," diye yanıtladım Doktor'u, "ama her zaman değil."
Bu durumda boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. O da öyle yaptı.
"Sen ahlaksızsın," dedi bana.
Tanrısal huzuru başka şeylerde arayan ateistler için en güvenli yoldur bu; bir şeye boyun eğmen gerekiyorsa kendi ilkelerine göre boyun eğ!
Yazdıklarımdan, Tanrı'yla aramda sorun olduğu gibi bir sonuç çıkarılmasını istemem. Ondan, böyle gelişigüzel ve ısrarla söz etmemin tek nedeni, acılarımın anlayışla karşılanmasını umut ediyor olmamdır. Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim?
Bütün bu olanların alıştığımız dünyadan başka bir yerde, öteki dünyada yaşanmış şeyler olması ne kadar tuhaf! Ama gerçek işte. Galiba artık yaşamıyorum. Şairin kelebeği gibi, düşümde kendimi bir ölü olarak mı görüyorum, yoksa uyandım da ölmeden önce yaşadıklarımın bir düş olduğunu mu fark ettim, bilemiyorum.
Ölüler yaşamaz! Hayatım boyunca kesinliğine güvendiğim biricik gerçek bilgiydi bu. Şimdi onu da yitirdim. Bana öldüğüm söyleniyor ama konuşabiliyorum. Artık hayatta olmadığım söyleniyor ama düşünebiliyorum, yazabiliyorum, sokaklara çıkıp gezebiliyorum, dişlerimi fırçalayabiliyorum, ayakkabılarımı bağlayabiliyorum.
Kimseden inanmasını beklemiyorum, ölümden sonra yaşamanın inanılmaz bir şey olduğunu biliyorum. Herkes çocukluğunda masal dinlemiştir. Dinlediği masalların içine girip orada kalan, dışarı çıkamayan çocuklardan biriyim işte ben. Bir gece ter içinde uyandığımızda, yaşamın az önce gördüğümüz karabasandan aslında pek bir farkı olmadığını anladığımızda yapabileceğimiz tek şey, her şeyi olduğu gibi kabul etmek değil midir? Sağlığımda ben de böyle yapardım. Herkes böyle yapardı. Hem durup dururken inanca niye ihtiyacınız olsun ki? Kutsal bir kitap değil bu. Ölmüş birinin karalamaları.
Herkes istediği gibi tanımlayabilir ölümü. Benim tanımım şu: kendimi haksızlığa uğramış hissediyorum. Şu anda saatim on altı kırk beşi gösteriyor. Doktor Sematyen ve Papaz az önce geldiler ve yeniden dışarı çıktılar.
Burada zaman kavramı bir tuhaf! Her şey karmakarışık. Vitrinlerde 2005 yılında üretilmiş giysiler var. Öte yandan mutfak gereçleri 1800'lü yıllarda takılıp kalmış. Oysa 2018 yılındayız... Çok şükür gıda maddeleri pek o kadar eski tarihli değil; hemen hemen hepsi 2015 tarihini taşıyor. Bunun nedenini Doktor Sematyen'e sordum geçen gün.
"Nereden bileyim?" dedi, "rastlantı, hayatı olduğu kadar ölümü de yönlendiriyor..."
Evet, kendimi haksızlığa uğramış hissediyorum. Ayrıca hayal kırıklığına da...
İnsanlar, hayal kırıklığının yaralayıcı olduğunu bilirler. Trafik kazası gibi... Baş dönmesi, iç kanama, kendinden geçme ve pişmanlık! Şimdi eski bir giysiyim. Ruhumu bir askıya geçirip dolaba kaldırdılar. Arada bir kendi kendime mırıldanıyorum: ben ölmedim, hayır öldüm, hayır düş görüyorum, evet düş görüyorum, evet öldüm, hayır ölmedim... Sabrım tükeniyor böyle anlarda, aklımın sınırları zorlanıyor, hissediyorum. Çünkü taze bir ölüyüm daha. Taze sayılırım, on altı gün önce öldüm.
Bazı şeylerden pişmanlık duyuyorum. Bir türlü istediklerimi yapamadım. Ne zaman içimden geçeni yapmaya kalkışsam bir sorun çıkıyordu. Çocukluğumdan söz ediyorum... Büyüdüğümde zaten içimden geçeni yapabilecek cesaretim kalmamıştı. Yanlış davrandığımı biliyorum. Sınav dakikalarımı uyuklayarak geçirdim ben. Şimdi sınav bitti, yanlışlarımı artık düzeltemem. Ayrıca sınavı verip veremediğimi de bilmiyorum. Sınav kâğıdımı kim okuyacak, bunu da bilmiyorum. Doktor Sematyen gönüllü olarak üstlendi bu işi ama, bildiğim tek şey onun normal bir insan olmadığı...
On altı yaşındayken okulu terk etmiştim. Nedenini bilmiyorum. Sanırım sıkılmıştım. Bir kliniğe gönderdiler beni. Haftada üç gün terapiye katılacaktım ve doktorumun yaşadığım her şeyden haberi olacaktı. Dersleri izlemekten daha sıkıcıydı bu. Derhal iyileştim ve okuluma döndüm.
Aynı yıl âşık oldum. Âşık olduğum kız bir başkasıyla yatıyordu. Sonra hiç hoşlanmadığım, sevmediğim bir kızla düşüp kalkmaya başladım. Bunu yapmış olduğuma hâlâ inanamıyorum. İki ay sonra bıraktım onu. Bir süre geçince yeniden birlikte olmak istedim ama bu kez de ben reddedildim. Araya başkaları girdi sonra. Ve en sonunda Kore'ye, beni hiçbir zaman sevmeyen bir kadına âşık oldum.
Sıradan insanlar için açılmış, sonsuza kadar dümdüz giden bir yolda yürüdüm ben. Yürüdükçe bütün iyi ve umut verici şeyler; ne bileyim, yağmur mevsiminde yağmur, baharda yeşillik ve sis, zamanında gerçekleşmesi gereken her şey benden uzaklaşıyordu. Sonra da başka dünyalarda, başka zamanlarda, hiç hak edilmemiş ya da hiç istenmeyen durumlarda ortaya çıkıyordu.
Bir ertelenme haliydi yaşadığım. Bir randevuydum. Ne zaman, kiminle bilinmez! Kısacık hayatımın can sıkıcı bir zorunluluk olduğu duygusuna kapılmıştım. GPB'nin ya da bir başka şeyin beni avuttuğunu düşünmek bile istemiyordum.
Sonra ne olduğunu söyleyeyim. Hasta oldum! Hayır, kimse beni bir daha kliniğe göndermedi. Hasta olduğumu ancak öldükten sonra anlamış bulunuyorum. Kendimden kaçtıkça hastalığımdan da uzaklaşıyordum aslında. Hastalığım benden bağımsız olarak varlığını sürdürüyordu. Giderek durumum ağırlaştı ve sorunlarım, barlardaki sarhoş filozofların dediği gibi "yapısal" hale geldi sonunda.
Gerçeği söylemek gerekirse, sağlığımda bu tür deneyimlerin üstünde durmazdım. Hatta farkında bile değildim onların. Orta tabakadan her genç gibi biraz problemliydim ve bu durumun kaderim olduğuna inanıyordum. Belki de doğrusu oydu, kimbilir?
Bu acaip düşünceleri beynime Doktor Sematyen doldurdu. İki haftadır aynı şeyleri söyleyip duruyor bana. Masumiyet ve sıradanlık yıkıcıymış. Tekrar ve düzen, kural ve bağlılık gerçek ölümmüş. Doğrusu anlamıyorum. Anlıyorum da, bu rezilliği nasıl yaşamış olduğuma şaşıyorum.
Şimdi saat akşamın yedisi... Duyguların doktoru hâlâ gelmedi. Geldiğinde, yazmayı bırakacağım.
Pek nazik biri sayılmaz o, ince görünüşü tamamen bir aldatmaca; yazdığımı fark ederse kırabilir beni.
Onunla ilk karşılaşmamda şaşkın bir haldeydim. Huzursuzdum, genel ölüm şokunu yaşıyordum.
Öldükten sonraki ilk birkaç günde nasıl bir yerde olduğunu kavrayamıyor insan. Aptallaşıyor, alık alık çevresine bakınıyor, neler olup bittiğini anlamak için harcadığı tüm çabalar boşa çıkıyor. Bu şokun etkisinin adamına göre değiştiğini öğrendim Doktor'dan. Benimki bir haftadan çok sürdü.
Bir de özel ölüm şoku var. Gerçekten özel! Ölüm anınızı unutuyorsunuz; nasıl öldüğünüz, ölürken neler hissettiğiniz aklınızdan siliniyor. Normal bir ölü için pek bir anlam taşımıyor bu şok, ama benim gibi bir ölüyseniz, bir cinayete kurban gitmişseniz, o zaman düşünceleriniz altüst oluyor işte. Katilinizin yüzünü anımsamak için başınızı duvarlara vuruyorsunuz, merak denen şey uykularınızı çalıyor, herkesten kuşkulanıyorsunuz.
Özel ölüm şokunun nasıl atlatılabileceğini henüz ben de bilmiyorum. Doktor Sematyen bu konuda bir şeyler biliyor, ama sanırım söylemek istemiyor o da... Dediği yalnızca şu:
"Bir düş gördüğünde her şeyi anlayacaksın!"
İyi de, nasıl düş göreceğim? Biz ölüler düş görmüyoruz ki...
Doktor'la ilk karşılaştığımda, yaşarken hiç olmadığım kadar huzursuzdum. Kendimi, sonradan diskotek haline getirilmiş bir huzurevinin tavan arasında unutulan yaşlı bir adam gibi hissediyordum. Korkuyordum, özgürce hareket edemiyordum. Eski huzurevi binası yerli yerinde duruyordu, ama bir zamanlar yaşamış olduğuma ve herhangi bir işe yaradığıma inanmam çok zordu. Bu zorluk sürdükçe, sorunun Doktor Sematyen'den kaynaklandığını düşünmeye başladım. Durmadan aklımı karıştırıyordu çünkü.
Ölümümün ikinci günüydü.
"Madem düşünüyorum, o halde ölmedim," dedim ona.
Sematyen, bir kez de tersinden bakmamı öğütledi.
"Hayat, her şeyden önce tasarlanması mümkün bir şeydir. Kötü bir tasarım için bile ruh gücü gerekir," dedi.
Bir şey söylemeliydim ona, yanıt vermeliydim.
"Ama ben vardım," dedim umutsuzca, "vardım, yani doğmuştum, düşünebilmemin tek nedeni buydu."
"İyi ya," dedi. "Doğmasaydın pek çok şey daha başka bir şekilde gerçekleşebilirdi. Mesela, doğum travması deneyimin olmazdı ve belki de düşünce sistemin, yaşadığın deneyden farklı bir gelişim gösterirdi."
Kafamı karıştırıyordu. Yalnız benim kafamı değil, kendi kafasını da karıştırıyordu.
Onun düşünmekten anladığı şey bu işte!.. Bulanıklık ve kaos! Kesinleşmiş, mantığa dayalı hiçbir fikri yok hemen hemen. Hep başkalarının kafasıyla, düşüncelerini hiçbir zaman benimseyemeyeceği insanların kafasıyla düşünüyor. Sonra bu düşüncelerle baş edebilmek için saatlerce uğraşıyor.
"Düşünüyorum ve ölmedim," dedim ısrarla.
O zaman hastasına bakar gibi baktı bana.
"Yani," dedi, "yaşarken düşünüyor olduğunu mu söylemek istiyorsun sen?"
Ve bu sözüne iki haftadır gülüyor. Hatırladıkça kahkahalarla gülüyor...
Bir süre yazmaya ara verdim. Sematyen geldi. Papaz'ı yolcu edip alış veriş yapmış. Yemeği o hazırladı bu akşam. Pilav, Çin marketinden aldığı dondurulmuş ördek ve havuç salatası...
İlk günler, yiyecek işinin nasıl çözümlendiğini bilmiyordum. Şimdi öğrendim, genellikle ben yapıyorum alış verişi.
Burada bütün marketler, bütün alış veriş yerleri ücretsiz olarak emrinizde! Ne güzel! Kapıyı omuzlayıp içeri girebilirsiniz. Zaten çoğunun kapısı kilitsizdir. İstediğinizi alıp para ödemeden dışarı çıkabilirsiniz, kimse bir şey demez... Çünkü, ya çevrede bir şey diyebilecek kimse yoktur, ya da o an onlar da sizinle aynı özgürlüğü paylaşmaktadırlar...
Ayrıca, birer ölü olduğumuzdan mıdır nedir, tükettiğimiz hiçbir şey aslında tüketilmiş olmuyor ve bir gün önce eve getirip yediğimiz ördeği, ertesi gün marketin dolabında, aynı rafta bulabiliyoruz.
Taze sebze de bulunuyor. Tıpkı insanlar gibi bazı bitkiler de, öldükten, kuruyup toprağa karıştıktan sonra, yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Şanslı sebzeler bunlar. Çok sık rastlanmıyor, aramak gerekiyor. Ama nedense canlı hayvan yokmuş. Sematyen, beş yıldır tek bir canlı hayvana bile rastlamadığını söyledi.
"Bir kelebek bile yok," dedi.
Nedenini sordum. Bilmiyor.
Yemekten sonra her zamanki gibi gevezelik ettik. Daha doğrusu o konuştu, ben dinledim.
Söyledikleri akla uygun şeyler değildi. Bir leylek gibi sonsuza dek takırdayan bir adam o. Üstelik bir leylek olarak sözlerini beyninde taşımıyor. Gagasının içinde, uzun, sivri dilinin altında taşıyor.
Onu bir saat dinlemiş olan biri kesinlikle hak verir bana. Konuşmalarından ötürü hiçbir sorumluluk duymaz. Bir konuda haklı olduğuna inanıyorsa, ki her zaman inanır, şiddetle ve aralıksız olarak takırdar. Sesi kulaklarınızı tırmalar, bir bıçak alıp kulaklarınızı kesmeyi bile düşünürsünüz. Eğer haksız olduğuna ikna etmeyi başarırsanız, kullandığı sözcükleri hiçbir şey olmamış gibi yutar. Yutar ve doyar! Geçen iki hafta içinde, giderek ona benzediğimi düşünüyorum şimdi. İçim ürperiyor.
Az sonra yatacağım, saat on ikiye geliyor, ölülerin de uyumaya ihtiyaçları var. Uykuya dalmak için, kendi geçmişimi sayıklayacağım içimden. Beni ben yapan kavramlar sürüsünün çitten atlayışını şimdiden görüyorum: Adım Haldun. Postacıyım. Yani sağlığımda postacıydım. Üç yıllık bir meslek okulunu bitirdim. Ayrıca, GPB adlı gizli örgütün aktif bir üyesiydim. Gönüllü Postacılar Birliği... Okuldan mezun olunca sokakları gübre kokan bu şehre, Crotone'ye atandım. Ve yaklaşık bir yıl sonra öldürüldüm.