"Doc", s. 7-13
Yaşamımın büyük bir bölümü gelecek endişesi olmadan yaşamak ve günümü gün etmekle geçti. Bu kayıtsızlığın verdiği aşırı güvenle varlığımı ve eylemlerimi sorgulamaya kalkıştığımda ise bütün iç huzurum ve dengem bir anda alt üst oluverdi. Bir daha da kendimi toparlayamadım. Dostlarımın kusursuz budalalar olduklarına inanmaya başlamıştım, ama onların doğal budalalıkları benim yapaylığımdan ve beceriksizliğimden çok daha pratikti hiç kuşkusuz. Yoksa kendimin de bir budaladan başka bir şey olmadığının bilincindeydim. Ancak onların budalalığıyla karşılaştırıldığında benimkinin daha az içten görünmesi, kendimi onlardan aşağı hissetmeme yol açıyordu. Tabii yalnız toplum içindeyken geçerliydi bu, onların ne yapmakta olduklarını bir an olsun sorgulamadan, umarsızca yaşamalarını (bir zamanlar benim de yaptığım gibi) izlerken... Yoksa tek başımayken, düşüncelerimin güvenliği içinde yalnızken budala olmaya aldırdığım, kendimi aşağı gördüğüm filan yoktu.
Böylece körlemesine sorgulamanın ve yanıtsızlığa mahkûm olmanın verdiği hantallıkla sendelemeye, tökezlemeye, sağa sola çarpmaya başladım. Sendeledikçe, tökezledikçe, sağa sola çarptıkça da umarsız insanlar yanımdan koşarak geçip beni geride bıraktılar. En yavaş koşucular bile ilgi göstermedi bana, kazanma umudu olmayanlar bile yardım etmedi. Ben de, onlarla birlikte koşacak gücüm kalmadığından, ters yönde koşmaya başladım. Eski dostlarımla sohbet etmeye çalışmak bana tiksinti veriyordu artık; anlamsız gevezelikleri ve günlük kaygıları zihnimi bulandırıyordu. Yine de, onların arasına karışmak ve toplum tarafından kabul edilmek dürtüsünü ne kadar uğraşırsam uğraşayım tamamen boğamıyordum bir türlü. İçimde hep açık bir kapı bırakıyordum. Rol yapmaktan asla bıkmayacağımı ve bu dürtüden de kolay kolay kurtulamayacağımı anlayınca ilk işim kaldığım yurttan ayrılmak oldu. Tek başıma bir ev tutmaya ve bir işe girip çalışmaya kararlıydım. Sekiz saat çalışma, on saat uyku, iki saat de günlük gereksinmelere ayrılsa... Eh, kalan birkaç saatte de oyalanacak bir şeyler bulurdum herhalde.
Ailemden gelen parayla kirayı ödeyebilirdim. Maaşım da beni geçindirmeye yeterdi. Şirinevler'de bir tavuk paketleme işi bulmuştum. Bu işi bulmak pek zor olmamıştı, yalnız gazete ilanlarından asla iş bulmaya çalışmamak gerektiğini öğrendim. Kafamı hiç yormayacak ama bedenimi çalıştıracak, kültürlü insanlarla bir arada olmayacağım bir iş istediğimden tavuk paketleme işi idealdi benim için. Cihangir'de tek bir oda ve daracık, sifonsuz, alaturka bir tuvaletten ibaret (ne mutfak vardı, ne de banyo) bir ev kiraladım. Depozit için Muğla'ya ödemeli telgraf çektim ve harçlara zam geldiğini, ayrıca yeni ders kitapları almam gerektiğini, bu yüzden acele para göndermelerini istediğimi bildirdim. Para üç gün sonra geldi. Ardından varımı yoğumu satıp (CD player'lı müzik setim, Santana klasik gitarım, kasetlerim, kitaplarım, Apple bilgisayarım ve çok az kullandığım bir çift Top Ten) depozit için istenen miktarı denkleştirdim.
Ne yazık ki, bütün uğraşlarıma karşın, hâlâ arada sırada boş zamanlarım oluyordu (özellikle Pazar günleri) ve böyle zamanlarda yapmak istediğim tek şey insanların arasına geri dönmekti. Bu dürtüyü bastırmak giderek güçleşiyordu. Sonunda boş zamanlarımın çoğunu atari salonlarında bilgisayar oyunları oynayarak geçirir oldum. Bu salonların boğucu havasındaki, insanları başlarına toplayan ışıltılı ekranların gerisinde yatan karanlığa ait bir şeyler bana çekici gelmişti. Ben de karanlıkta yaşamanın özlemini duyduğumdan kendimi bu salonlara gömdüm. İşten çıkar çıkmaz soluğu en yakın salonda alıyordum artık. Bazen bütün bir geceyi yeni salonlar bulmak için bilinmeyen ara sokaklarda dolaşarak geçiriyordum. Altı ay gibi kısa bir süre içinde kentteki belli başlı tüm salonları ve oyunları tanımış, pek çok oyunda da "ustalaşmıştım". Karate ve boks gibi agresif oyunlara ve komando, airplane tarzı "shoot-'em-up"lara soğuk yaklaşırken, pratikte onlardan hiç de farklı olmayan kovboy oyunlarına ve "sword and sorcery"lere bayılıyordum. Tetris gibi, bu salonlarda çok ender rastlanan zekâ oyunları da ilgimi çekiyordu. Yine de, karşılaştığım ve tanıdığım insanlar bu oyunların tümünden daha ilginçti.
Bu insanların dörtte üçü on beş yaşından küçüktü. Tüm zamanlarını bu salonlarda geçiren, genellikle yedi-on iki yaş arasındaki çocuklardan oluşan azınlıklar "çekirdek" grupları oluşturuyorlardı. Diğerleri gelip geçiciydiler. Çekirdeklerin hepsi de dövüş oyunlarında ustaydı. Doğrusu ufacık bir çocuğun ekrandaki iki buçuk metrelik bir kas yığınını yönetişini izlemek çok eğlenceliydi. Ufak tefek, sıska, dar omuzlu, kir pas içinde, yırtık gömlekli, sümüklü bilgisayar savaşçıları... Her gün sayısız serseriyi dövüyor, sayısız düşmanı öldürüyorlardı. Geçtikleri her turda, kazandıkları her hakta, kendilerine verilen her "bonus"ta gözlerinde pırıltılar yanıp sönüyordu, ekrandakilerle uyum içinde. Geçmişin diliyle konuşuyor, ancak geleceğin dünyasında yaşıyorlardı. Bazıları hırsızdı da. Birkaç kere paramı çaldırdıktan sonra akıllandım. Hatta bu afacanların bir kısmıyla tanışıp dostluk bile kurdum. Bazı yerlere de serseriler dadanırdı. Bakırköy'de on beşinden büyük olmayan bir oğlanın yine kendi yaşlarında bir başka oğlanı bacağından bıçakladığını gördüm. Ancak böyle olaylara çok ender rastlanıyordu. İşin gerçeği, pek çok salona benim gibi koca koca adamlar ve hatta genç kızlar geliyor, bir oraya bir buraya koşuşturan çocuklar babalara avuç dolusu para harcatıyorlardı.
Size oyunların çoğunda ustalaştığımı söylemiştim. Bu pek de kolay olmadı. Sol omzumu incittim ve uzun süre dayanılmaz ağrılar çekmek zorunda kaldım. Yine de reflekslerimi geliştirdim ve oyunların genel mantığını kavradım. Bazen aynı anda iki kişi, hatta yeterince kol varsa üç, dört kişi birden oynuyorduk ve böyle zamanlarda diğer ustalarla puan yarışına (tabii geleneksel saygı kuralları çerçevesinde) girişiyordum. Hepsi beni tanıyordu artık. Çoğunu da yeniyordum. Ancak öyle çocuklar vardı ki (bunların sayıları çok azdı) onları yenmek, kaç yıl oynarsam oynayayım, bir hayalden başka bir şey değildi benim için. Bu çocuklar pratiğin ötesinde doğal bir yeteneğe sahipti; eğlencenin ötesinde ilkel bir tutkuya. Beyinleriyle parmak uçları arasındaki uzaklık diğer insanlarınkinden çok daha az gibiydi. İnanılmaz bir hızları ve becerileri vardı. Oyun programlarına ve bilgisayarlara gururla meydan okuyuşlarında neredeyse sanatsal denebilecek bir zerafet göze çarpıyordu. Bilgisayar çağının kendilerinden habersiz, yitik şairleriydi onlar. Tuhaftır ki, bu insanların arasında yaşı yirmiden büyük tek bir kişiye rastlamadım.
Bu çocuklara duyduğum hayranlık beni oyunları daha ciddiye almaya yöneltti. "Hırslandırdı" demek daha doğru olur belki de... Elden düşme bir Commodore 64 satın aldım (artık oyuncak sayılıyordu, ama param ancak buna yetmişti) ve uykusuz gecelerde sabahlara dek oyunlar oynadım, mekanik görüntülerin ardında atan kalbin sesini işittim. Skorlardan gizli mesajlar çıkardım, yaşamımla ilgili kehanetlerde bulundum. Ancak bir bilgisayar satın almak oyun salonlarından elimi ayağımı keseceğim anlamına gelmiyordu. Tersine, daha büyük bir hevesle gidiyordum artık o salonlara, becerilerimi her seferinde biraz daha geliştirmenin verdiği kendine güvenle gidiyordum. İşte çalışırken saatleri saymak işkenceydi benim için. Öğle paydoslarında yemek yemiyor, soluğu en yakın salonda alıyordum. İşin tuhafı, gözlerim ne yoruluyor, ne de bozulma belirtileri gösteriyordu. Yalnız gökyüzüne ya da duvarlara bakınca havada uçuşan minik hücreler görüyordum. Bir o yana, bir bu yana uçuşup duruyorlardı neşeyle.
DOC adıyla (daha doğrusu koduyla) yeni yaşamımın birinci yılının sonlarına doğru ilgilenmeye başladım. Pek çok oyunun skor tablosunda birinci sırada yer alıyordu bu kod: DOC. Önceleri bu isme eşlik eden inanılmaz skorlara ulaşmak için avuç dolusu jeton harcamanın yeterli olduğuna inanırdım. Sonra çekirdek kadronun bu görüşümü paylaşmadığını gördüm. DOC'a büyük saygı besliyor ve oyunlarında asla ikinci bir jeton kullanmadığını öne sürüyorlardı. Kendisini hiç görmemiş olanlar bile inanıyordu buna. Minik oyun ustaları, kederli "Game Over" yazısının ardından beliren skor tablosunun başında o ismi gördüklerinde bir an için gözlerine bir hayranlık ifadesinin yerleşmesine izin veriyor, içlerindeki çocuğu açığa vuruyorlardı. Ama yalnızca bir an sürüyordu bu. Daha fazlasına izin verilemezdi, çünkü onlar yenilmez olduklarına inanmak isteyen şampiyonlardı.
Atari salonlarını tanıdıkça bazı geleneklerin de farkına varmaya başlıyordum. İşin tuhafı herkesin varlıklarından habersiz göründüğü, ama elbirliğiyle yaşatılan geleneklerdi bunlar. Örneğin bir salona yabancı biri girip acemi olduğunu belli ederse hemen yanında on yaşlarında bir çocuk belirip oynamakta olduğu oyun hakkında tavsiyelerde bulunmaya başlıyordu: "Şimdi zıpla abi... Hah, işte öyle abi, biraz daha sağa... Dur abi! N'apıyon? Geberecen abi!" Sonra, eğer acemi de biraz yumuşak davranırsa, çocuk oyunun zor bir yerinde "İstersen burayı geçireyim abi," deyip kumandayı ele alır ve kısa süre sonra yanardı. Yandıktan sonra yabancının gönlünü almak için yüze şaşkın bir ifade yerleştirip "Aaa?.." diye binde bir rastlanan bir olay karşısındaki hayal kırıklığını belirten bir ünlem sesi çıkarmak âdettendi. Daha bunun gibi pek çok kural vardı, ama onlardan daha fazla bahsetmek anlamsız olur. Anlamlı olan tek şey DOC'tan bahsetmek. Yalnızca ondan bahsetmek.
Onunla adını ilk duyduktan üç ay kadar sonra tanıştım; bir akşamüstü, Beyoğlu'nda bir oyun salonunda. On beş yaşlarında, sarışın, ufak tefek, mavi gözlü, son derece tatlı görünüşlü, eli yüzü kir içinde bir çocuktu. Her şeye karşı ilgisiz bir tavrı vardı. Birkaç kere tilt oynadı, ancak bu oyunda başarısız olduğu açıkça görülüyordu. Sonra bir savaş oyununun başına geçti ve tek jetonla yaklaşık kırk beş dakika oynayıp oyunu bitirdi. Daha başlangıçta bilerek iki hakkını da kaybetmiş, oyunu kalan son hakkıyla sürdürmüştü. Buna karşın oynarken son derece rahat ve kendinden emin olduğu her halinden belli oluyordu. Oyun bitince yanındaki bir karate oyununa geçip onda da bir on beş dakika harcadı. Bir ara şişman, hantal kasiyer gelip omzuna dokundu ve homurdanarak bir şeyler söyledi. Ne söylediğini duymadım ama çocuk çabucak yandı ve skor tablosunun başına DOC ismini yazdıktan sonra aynı çabuklukla salondan çıktı. Ben de fırlayıp peşine takıldım. Bir süre İstiklal Caddesi'nde gezindi, bir profiterol yedi, erotik film oynatan sinemaların girişlerinde oyalandı ve karanlık iyiden iyiye bastırınca bir başka atari salonuna girdi. Tabii ben de onu izledim ve kendisini bir otomobil takip oyununun başında buldum. Ama keyifsizdi. Oyuna dikkatini vermediği, bir şeyler düşünmekte olduğu besbelliydi. Alışkanlıkla oynuyordu. Gerçi yine de başarısız değildi, ama coşkudan yoksun, tatsız tuzsuz bir oyundu oynadığı. Sonunda yandı ve bir küfür savurduktan sonra bana dönüp birlikte oynamayı teklif etti. Hemen kabul ettim. Oyun sırasında bana büyük bir sabırla oyunun inceliklerini ve nerede ne yapılması gerektiğini anlattı. Kimseden duymadığım şeylerdi bunlar; mekanik değil, ama (bunu açıklamak çok zor) bilgisayar psikolojisi'nde temellenmiş kuramlardı.
Gece on bire kadar salonda kaldıktan sonra çıktık. Bir lokantada ona güzel bir ziyafet çektim. İskender kebaplarımızı yerken uzun uzun sohbet ettik. İri, kederli, duru gözleri vardı. Yıllardır kimseyle konuşmadığım gibi konuştum onunla; yıllardır kimseye anlatmadığım şeyleri anlattım. O da sabırla dinledi beni. Arada zekice sorular sordu, verdiğim yanıtları yaşının çok üstünde bir olgunlukla değerlendirdi. Kendisine ilişkin sorularıma ise hep kaçamak yanıtlar verdi. Bundan yaşamını hırsızlıkla ya da bir başka kanunsuz işle kazandığı sonucunu çıkardım. Gecenin ilerleyen saatlerinde gidecek yeri olmadığını söyledi ve benim evimde kalıp kalamayacağını sordu. Hiç duraksamadan kalabileceğini söyledim. Yolda tüm itirazlarıma karşın bir şişe şarap aldı. Sabahın ikisine doğru evime vardık.
DOC odayı inceledikten sonra (hâlâ ismini söylememişti) masanın yanına oturup satmamış olduğum kitapları karıştırdı. Ben de radyoyu açtım (yeni bir teyp alamamıştım). Bir klasik caz programı vardı. Karşılıklı içerken sohbetimize kaldığımız yerden devam etik. Şişeyi bitirdiğimizde ben çakırkeyif olmuştum. DOC'ta ise hiçbir değişiklik görülmüyordu. Titremeyen ellerle cebinden tütün ve sigara kâğıdı çıkardı, tütüne kahverengi bir toz serpiştirip sardı. Benim biraz midem bulanıyordu. DOC ucu kapkalın, huni şeklindeki sigarayı, birkaç derin nefes çektikten sonra, bana uzattı. Odaya tuhaf bir koku yayılmıştı. Ben istemediğimi belirttiysem de ısrar etti. Öksüre tıksıra sigarayı içtim. Sonra bir tane daha sardı. Artık karşı koyamayacak kadar güçsüz düşmüştüm. Ayrıca keyfim de yerindeydi. Yaşam inanılmaz bir zevk veriyordu bana. İlk kez böyle bir duygu yaşıyordum. Odadaki renkler keyifli keyifli parıldıyor, kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Cümleleri solgunluk ve parlaklık değişimlerinden ibaretti. Sonra birden garip bir iç sıkıntısı hissetmeye başladım. Bu sıkıntı kısa sürede yoğunlaşıp kendimden kaçma isteğine dönüştü. Kendimden kaçamıyordum! Kendi içimde bir tutsaktım! Mide bulantım dayanılmaz bir hal almıştı. Sonra DOC ışığı söndürdü. Duyularım öyle keskinleşmişti ki, soluk alıp verişlerini son derece net duyuyor, nefesinin kokusundaki değişimleri algılıyordum. Gözlerinin boşlukta asılı kaldığını görüyordum. İfadeden yoksun gözlerdi bunlar, karanlığı altüst eden gözlerdi. Birden çılgınca bir korkuya kapıldım. DOC yavaşça yaklaştı. Ölü çocukların ağzından seslendi bana. Ellerimi kaldırdım, ama bunun faydasız olduğunu, içlerinden geçip ilerleyeceğini biliyordum. Şimdi karanlığın kalbinde yapayalnızdık, o ve ben, DOC ve ben, karanlığın kalbinde yapayalnızdık, cenneti ya da cehennemi görme umudundan yoksun, solgun bedenlerimizin içinde kısılı, yapayalnızdık, ve ikimizin de yapabileceği hiçbir şey yoktu artık.