s. 19-25
Teslim edildiğim yeni okul bana yabancı değil. Sör Fidel, beline bağladığı anahtarların sesiyle varlığını bütün koridorlarda duyuran, o sivri yüzlü, okulun tek Yahudi rahibesi, halam. Aile içindeki adı, Marta.
Fransızca gramer kurallarını küçük kafamın içine sokmak için saçımı yolup popomu çürüttükten sonra, elime bir armut, bir elma sıkıştırarak beni kapının önüne bırakıp günah çıkartmaya koşuyor. Sonra anneme, vicdan azabından bütün gece uyuyamadığını söyleyecek.
Pazar günleri eve damlıyor, banyo küvetini, yatak odalarını, pijamamın düğme sayısını kontrole. Zile basışından Marta'nın geldiğini anlıyoruz. Giriş kapısının turuncu camları ardından seçilen korkunç gölgesi, herkesinkinden farklı.
Bir sinir ve enerji bombası. Herkesi yerine oturtmak isteğiyle yanan, Tanrı'dan bile korkmaz, bir sonradan katolik.
Dönemin Papa'sı rahibeleri siyah kalın örtülerinden kurtarma kararıyla, çirkinliklerini de kabak çiçeği gibi ortaya çıkarttı. Kendilerini biraz daha ağır harekete ve insafa zorlayan cüppeleriyle başlıklarını atınca canavar kesildiler. Renksiz giysileri, yüzyıl dayanmaya niyetli topuksuz ayakkabılarıyla, cinsiyetsiz, bıyıklı ve arsız, her yere koşuyorlar ve her yere yetişiyorlar.
Halam her pazar, rahatımızı bozacağını tahmin ettiği uygun bir anda, bizde. Bir zil sesi ve evin üzerine çöken acaip sessizlikten, gelenin kim olduğunu biliyorum. Salonda değilsem, odama giriyor.
Oyalanmadan baktığı esas şeyler var. Boyun, ayak, tırnak temizliği, kulak deliklerinin içi, diş etleri... O şikâyet dolu, ben günah. Hocalar ve rahibeler arasında casusları var. Her suçumu biliyor, benim henüz bilmediklerimi de. Çenesi titriyor, annemin önünde yüzü şekil değiştirerek, avaz avaz: bu kızdan hayır gelmeyecek diyorum, anlamıyorsunuz, onun için kahrettiniz kendinizi, çok umurunda, utanmıyor, çalışmıyor, pasaklı, yaramaz, aklı havada, bir karış.
Gülmesi tutmuş annemin, zor hâkim oluyor kendine. Halamın beni hırpalamasına ses çıkartmıyor. Babam da. Bütün bu şiddetin hayat taksimetremde lehime işleyeceğine eminler. Köklü bir Fransızca öğreneceğim, disiplin dolu iyi bir terbiye göreceğim, sonunda herkese parmak ısırtacağım. Program bu.
Gözlerimde şimdilik korkudan başka alamet yok, ama halam iyimser: Yok zararı, ilerde beni seveceksin çok. Her şeyi anladığın zaman. Annenden ve babandan fazla. Bu kehanete aldırış etmiyorum.
Zaten onu hiç sevmedim. Ama iyice sürprizsiz geçmesi gereken çocukluğumu Yahudiden dönme isterik rahibe gölgesiyle kararttığı ve ona beklenmedik bir kargaşa kazandırdığı yalan değildi. Sonradan, sadece bu yüzden onu biraz affettim. Öğrettiği gramer kurallarını, fiil çekimlerini, katolik prensipli terbiyesini hesaba katmadan.
İhtirasla dilediği çocuk olamıyorum. Ellerimde mürekkep, ayakkabılarım tozlu, eteğimin söküğünde çengelli iğne. Yine mendilsiz geldim, özel dersimize, ağlayınca sümüklerim defterime akıyor.
Derslerimizde, halamın da ağladığını çok gördüm. Bu işlere başladığımızda, dokuz on yaşındaydım. Sevinci de öfkesine yakın: Hiç ölçüsü yok. Aynı derecede korkutucu. Küçük kahverengi gözlerinden, kızınca, tuhaf şekiller geçiyor. Kendini tutmaya çalışıyor numarasında, ama yalan, aslında kendi kendini kudurtmakta. Bir soru soruyor, cevap veremiyorum, sesini incelterek, aramız çok hoşmuş gibi, bir daha soruyor. Ben krizin yaklaştığını çoktan anlamışım artık, hatta krizin içine daldığımızı. Felaketim kısa sürsün diye dua ediyorum, o yıllarda mecburen çok dindarım.
İki zaman çekimini karıştırdım mesela. Başıma bir yumruk, biraz sonra ağlayacağım. Rahat bir nefes alıyorum. Bekleyiş bitti ve bugünü belki kazasız atlatırım diye beslediğim deli umut.
Halam benden bitkin, ama zararı yok, benimle bu çılgınca uğraşması ve subjonctif'in impératif'I yüzünden kendini kahretmesi hayatını dolduruyor.
"Zavallı kızım" demesi, iyiye alamet bir başlangıç değil. Tutam tutam saçımın elinde kaldığını görüyorum, kel olacağım diye ödüm kopuyor, sonra popoma ve bacaklarıma uzun, metodlu çimdikler atmayı seviyor.
Giriş kapısının soluna düşen koridorun ucundaki kilerde çalışıyoruz. Burası okulun her köşesi gibi ucuz sabun kokuyor ve loş. Pencere yok. Mukavva kutular, kalın ahşap dolaplar, muhasebe malzemeleri ve tepelerde bir yerde, küçük bir Meryem Ana heykeli. Halam beni dövdükçe ona sığınıyor, Meryem Ana bu kız beni çıldırtacak. Önce subjonctif'I bahane, sonra babamın gammazlamaları, İngilizce dersindeki gevezelikler, anneme kafa tutuşum, hırkamın lekeleri, her şey ortalık yerde. Bütün hesaplar. Toparlamalı. Ben neyim? Pasaklı, kötü arkadaş seçen, tembel, annesi tarafından şımartılmış bir çürük meyve. Aklım da süste. Kütapata, bir tokat, iki tokat, saç çekmeler, çimdikler, sırta yumruklardan sonra, beni sümüklerim ve defterlerimle bırakıp mutfaklara koşuyor. Dışarısı karanlık, sessiz, içerde gıcırdayan yoksul ve süssüz eşyalar, bir ben, bir Meryem. Böylesi, halamdan dayak yemekten beter. Mutfaktan taşıyacakları umurumda değil. Onları yerken hiç tat almıyorum, zorla, gönlü olsun diye yiyorum. Bak, armudun kökünü de ye, en güzel yeri orasıdır, öyle değil mi? Ben de kafa sallayarak kökünü yiyorum armudun, hatta çekirdeklerini de yutuyorum.
Kuru incirlerin arasına cevizler sokarak hepsini ağzıma, sonra sör Ancolina'nın yaptığı kuru kekten koca bir parça. Hepsi için, nasıl güzel mi diye soruyor, ben evet, çok lezzetli diyorum.
Dersin sonuna yaklaşıyoruz, ama hayat garantisiz. Pastalar ve cevizlerden sonra yine bir dayak faslına geçmekten çekinecek değil. Halamı o kadar üşütmüş buluyorum ki, bir gün beni artık eve bırakmayacağını sanıyorum. Biliyorum, son dakikalar, vicdan azaplarından kurtulmak, günah çıkartmaya koşmamak için gönlümü almaya kararlı, ama elinde olan bir şey yok. Toplamada bir hata, bir yanlış cevap; dünyasının karardığını solumasından anlıyorum. Bir tokat gelmek üzere, suratıma, kulağıma, popoma, vesaire.
Tuzakları da var. Dikte yaptırırken, sokuluyor, bu sözcüğün sonunda s var, değil mi canım, evet diyorum, bravo akıllı kızım, al sana öyleyse okkalı bir tokat.
Cumartesi öğleden sonraları, annem, dersin sonuna doğru karşımızda. Beni ordan alışverişe götürecek, ya da teyzelerime, kumara.
Halam onu odaya alıyor, ben anamın yanında çok özgür davranmaya cesaret etmez sanıyorum ki, tam bir hüsnü kuruntu. Bizi kıskanıyor, birazdan sokağa kol kola çıkacağız, annem yüzümü mendiliyle silecek, saçımı düzeltecek, komik bir şeyler anlatarak beni güldürecek diye. Biliyor ki arkasından dedikodu yapacağız, onunla alay edeceğiz.
Annemi arkadaki koltuğa oturtuyor, biz aynı tempoda devam. Cumartesi günleri, okulun misafir odasında çalışıyoruz. Halam dişlerini gıcırdatarak kulağıma eğildiğinde ve tehditler savurduğunda, je vais te tuer mon enfant, tu es une idiote, anneme dönüp bakıyorum. Ne bakıyorsun annene, patt, ben annenden korkmam, ha ha ha, bu şekilde serseme çevirdiği bir general oğlu bile tanıyorum. İşte o zaman, yine gülmesi tutuyor annemin, –elinde değil– herhalde bütün bunları oldukça çılgın bulduğu için. Ben yine anlamıyorum tam niye güldüğünü.