Müge İplikçi, “Barışalım”, Gazete Vatan, 16 Ocak 2011
Geçen sene üniversitede dersteyim.
Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin’in ortak çalışması olan Torunlar kitabını okutma konusunda diretiyorum öğrencilerime. Yaşam, edebiyat, etnografi... Dersin içeriğine çok uygun bir kitap. Asimile edilerek Anadolu’da kalan Ermeni çocuklarının öyküleri bunlar. Onların torunlarıyla yapılmış bir sözlü tarih çalışması. Edebiyat ya da sözlü tarihle yakından uzaktan ilgisi olmayan farklı bir bölümden bir öğrencim var, hayta bir oğlan, havai, akıllı. Sürekli olarak şaka yollu sitem edip duruyor bana ‘Başka işin yok mu hoca, sen de bir kısım insan gibi takmışsın kafayı engebeli konulara’ dercesine. Toplumun genel muhafazakâr damarlarından beslenen, yaşam tarzı liberal formatlarla ilerleyen, ulusalcılık fikrine yakın durmaya çalışan bir genç. Usul usul o benim damarıma basıyor, ben de onunkine, didişiyoruz. Bakıyorum olacak gibi değil, hocalık hiyararşimi kullanıp kitabı özel olarak ona veriyorum. Yedi ceddime küfür ettiğini bile bile kitabı ona veriyorum, evet. Özet çıkaracak haftaya.
Bir sonraki hafta geldiğinde yüzü gözü karışmış. Başta endişeleniyorum.
‘Vay be!’
İlk sözü buna yakın bir şey.
Kitabı ellerinin arasında dolaştırıyor, kafasını sallıyor, sevdiğim parlak gülüşü yüzüne yayılıyor. Ama bu gülüş bu kez çok daha yalınlaşmış, ne alaycı bir tonla sıvanmış ne de sinik bir sırla kaplanmış.
Bu tebessümün üzerine bir şeyleri görmüş olan insanların şaşkınlığı çökmüş. Gerçi alaycılık ve sinizm de çekilenlerin ipuçlarını verir ama öyle bir yer vardır ki, öyle bir nokta, orası sözün bittiği yerdir. O, tam da orada durmuş bana ve sınıfa bakıyor şimdi.
‘Burada yazılanlar doğru mu?’ diyor.
Otomatiğe bağlanmış gibi, ‘doğru, doğru’ diyorum.
Tekrarlıyor: Burada yazılanlar doğru mu?
O zaman ben de şaşırıyorum ve hangisi diye sormak ihtiyacını duyuyorum. Çünkü yaşam tanıklıkları bir yana bu tanıklıklardan yola çıkarak iki yazarın da insani boyutlarda altını çizdiği bir sürü husus var kitapta. Susmayı tercih etmek bir doğru olabilir yeri geldiğinde ya da o konu hiç yaşanmamış gibi davranmak, korkmak, hatırlama suretiyle bir kez daha kırılmak istememek, deşifre olmaktan çekinmek ve en beteri yanlış anlaşılıp hedef tahtası haline indirgenmek...
Karşımda hayır der gibi bir hali var. Sonra cümleleri arkaya arkaya sıralamaya başlıyor.
‘Yani bu Ermeniler, yani bu kitaptaki gibi, kendi halinde insanlar, benim ailemden insanlar gibi, yani buradaki insanlar, yani biz gerçekten bir haltlar karıştırmışız, ben sanıyordum ki herşey politik malzeme için... Yani ben sanıyordum ki her şey bir Amerikan oyunu.’
O zaman anlatılanlardaki acıyı gördüğünü keşfediyorum!
Ötelemeden, kaçmadan, sığınmadan, mantık aramadan. Neyse o. Sonra özetini okumaya başlıyor. Ve öğretmenliğin en güzel ve anlamlı yanının karşılıklı bir şeyler ‘öğrenmek’ olduğunu yeniden hatırlıyorum.
Onu en çok kendi ailesinin refleksleriyle yaşayan, neredeyse aynı evlerde, neredeyse aynı ninnilerle, neredeyse aynı yalanlarla sarıp sarmalayan, büyüten, yoğuran hayatın ortak anları dehşete düşürmüştü. Acının çok insani bir şey olduğunu görmek... Ve sadece o acıya dikkat ederek, kendi içindeki herhangi bir acının sağlamasını yapar gibi yapmış, kitaptaki yaşam tanıklıklarını böyle takip etmişti. Nihayetinde insana özgü olan derin acıyı anlamıştı.
Bu açıdan yarım bir insandı ve öteki yarısı da bir yerlerde onu bekliyordu. Kars da olabilirdi bu, Diyarbakır da Trabzon da Sivas da Kayseri, İzmir... Ama bir yerden sonra bunun da pek önemi yoktu.
Kitabın büyük başarısıdır bu. Yazarlarına buradan teşekkür ediyorum. Sözlü tarihin, sanatın, belgesellerin, edebiyatın gücünü bir kez daha bizlere hatırlattıkları için. Tam da burada Vatankitap’a ‘Edebiyatın yolunu şaşırdığı için ölecek bir kuşun karşısında zerre kadar önemi yoktur benim için. İşte bu yüzden de edebiyat çok önemli’ diyen Murat Uyurkulak’a da içten bir selam göndermiş olalım.
O kuş öldü. Ama onu yeniden hayata döndürebiliriz. İstersek.