Ragıp Zarakolu, "Torunlara devrolan travma", Agos Kitap/Kirk, Aralık 2009
ak yürekli karaşın kadınım
özledim seni oğul gibi
annem de esmer ve ermeni’ydi
yıkık bir bahçede
gül büyütürdü niksar’da
geldi geçti o gülü yalan gibi
kurtaramadı adını o soykırımdan
Bedrettin Aykın
Fethiye Çetin’in Anneannem kitabı, Türkiye’de derin bir travmanın üstünü açtı, bilinçaltlarından birçok dalın serpilerek gün ışığına çıkmasını sağladı. On yılı aşkın bir süredir, ne zaman Kürt illerine gitsem, birileri, Ermeni Jenosidi mevzuu ile ilgilendiğimiz, yargılanmamız nedeniyle yanıma gelir, bir sırrını benimle bölüşmek ister: “Biliyor musunuz, benim annem Ermeni’ydi. 1915 yılında sağ kurtulan yetimlerden...” Bazen, sözünü ettikleri kişi anneanneleri olur. Baba ya da dedeye ise daha ender rastlanır. Ve anlatmaya başladıklarında, onların da nasıl bir ötekileştirme tabi tutulduklarını fark ederim her seferinde.
Bugün Ermeni olayı ile yüzleşme, sadece ailelerinin soyağacının karanlık bölümü 1915 tragedyası ile buluşan insanlarımız açısından da son derece zorunlu bir ihtiyaç. 1915 ile yüzleşmek aynı zamanda bir Türk, bir Kürt, bir Arap sorunu. 1915’in sağ kalanları, sadece Ermeni ailelerin değil, Türk, Kürt ve Arap ailelerin de bir parçası oldu. Bunu, “özgür irade ile belirlenmemiş birliktelikler” diye tanımlamıştım bir konferansımda. Özgür irade ile oluşmuş olmayan bu birlikteliklerden aileler oluştu. Ve ailelerin derin bir sırrı olarak kaldı köklerin bir tarafı. Ama insanoğlunun en temel haklarından biridir soyağacını bilmek. Soyağacının iki kökünden onur duymak da öyle – hem en temel istemlerinden biri, hem de bir hak...
Ama bu olgu iki kanatta da son derece sorunlu idi. Sağ kalanlar, ailelerinin bu yitik çocuklarını unutmak istedi, lanetlemese bile. Başka bir dinde, başka bir kimlikte kalmayı tercih etmişlerdi. Acaba tercih hakları var mıydı? Bu da ayrı bir sorun. Ama on yıllar sonra dramatik buluşma olayları da yaşandı. İnkâr yumuşadı. Utanç belki azaldı, tamamen silinmese de.
Kimileri, kendilerine zorla dayatılan aileleri, karar verme özgürlüğüne sahip oldukları anda terk edebildi. Ama kimileri de çocukları ile kalmayı tercih etti, yeni bir macerayı göze alamadı. Yüreğimi en çok yaralayan öykülerden biri, kendini bırakan annesinin arkasından, Kürtçe, “Anne, beni bırakma” diye ağlayan, 3-4 yaşındaki çocuğun öyküsü idi.
Ailem Niksarlıdır. Niksar daha 1896’daki Abdülhamit kıyımlarını yaşamış, çok eski bir kasabadır. Kelkit Vadisi’nin hemen kıyısında gerçekleştirilen 1915 kıyımından sağ kurtulan yok, bildiğim kadarı ile. Kurtulan sadece çocuklar, ağırlıkla da kızlar. Kurtulmalarında etkili olan, iyilikseverlik yanında, aynı zamanda evlatlık kurumu altında çocuk emeğine duyulan ihtiyaç... Daha sonra bu çocuklar evlendirilmiş. Kitapta yer alan şair Bedrettin Aykın’ın ötekileşmesi de, bir bahçede birlikte oynadığı arkadaşının annesinin, onu “Gâvur Bedriye’nin oğlu” olarak nitelendirmesi. Bedrettin’in abisi Cemalettin Aykın bir yazar, aynı zamanda Fransa’da, Aix en Provence Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı profesörü. İkisi de sosyalist dünya görüşünü benimsemişler. Ve anneleri onlarla kökleri üzerine konuşmamayı tercih ederken, onlar da soru sormamayı tercih etmişler. Ama Bedrettin Aykın’ın şiirinde annesinin yaşadığı dram, travma önemli bir yere sahip. Annesini bir memur kurtarmış, sonra da evlendirmiş. Bedriye, bir zaman sonra aile evinin peşine düşmüş, hatta evi geri almak için dava açmış. Ama mahkemede hâkim “Babanın adı ne?” diye sorunca dili kilitlenmiş. Bedrettin Aykın, Kelkit Vadisi’nde katledilen dedesinin adını öğrenebilmiş yıllar sonra: “ölüm sonsuzlamıştı çoktan o suskunluğu / yalnız gömütünü bulabildi uzun arayışlar / sonunda bir de nüfus kayıtlarında adını / yüzünü görmediği büyükbabası sarkis’in.” (Yalnızlıklar, Belge Yay., 2002)
Rivayet olunur ki, Niksar bir gün dinmek bilmeyen bir yağmurun altında kalmış. Günler, haftalar boyu bitmek bilmeyen bir yağmur... Erenlerden biri, “Burada korkunç bir şey olmuş, o şey giderilmeden bu yağmur dinmez!” demiş. Uzun aramalar sonunda, kalenin ücra bir köşesinde, bir Ermeni kadının bedeni bulunmuş, korkunç acıların izleri ile. Ne zaman ki o çıplak beden, kuralına uygun biçimde toprağa gömülmüş, yağmur da kesilivermiş.
Bedriye Hanım çocuklarının babasını da yitirmiş onlar ufakken. Tek başına ortaya çıkarmış onları. Babalığı, iyi yüreklilik yapıp, bir köy ağası ile evlendirilen kız kardeşi ile de buluşturmuş onu. Köy ağası, kağnısı ile yollamış karısını, kız kardeşi ile buluşmaya.
Bedrettin Aykın ‘maral annem’ diye anımsar annesini: “annem maral annem / sen hangi yıkık avlunun çiçeğisin / ilk geyik avında ölen / annem maral annem.” (s. 91) ‘Gül Kırımı’ adlı şiirinde ise şöyle der: “Kelkit derin bir su / Gözyaşımdan sonra / Umut bir acılı ana / Zümrüt bir gömüt Niksar / Ne çok ağlardım / Açlığı sevgisizliği / Ermeni bir avluda / Üzülür ağlardım çocukluğumu.”
Bedriye Hanım, daha sonra huzuru, Niksar Müftüsü Sait Hoca ile evlenerek bulmaya, acısını ibadetle bastırmaya çalışmış.
Bedrettin Aykın, onu şöyle uğurladı: “Bir yalnızlığı soldu annem / En son o yanlış evde / Sürerek izini gözyaşlarının / Örttüm üzerini toprak ellerimle / Çiçek annemle ölen / Niksarlı anılarımın.”
Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin’in Torunlar adlı kitabı, böylesi 24 tanıklığı barındırıyor, yüreği dayananlara.