Demet Bilge Ergün, “Torunlara kalan sır”, Radikal Kitap Eki, 30 Ekim 2009
Türkiye ile Ermenistan arasında son günlerde ısınan ilişkiler herkesin malumu. İki Cumhurbaşkanı maç için karşılıklı birbirlerinin ülkelerini ziyaret etti. Dışişleri Bakanları ise bundan sonraki ilişkilerin yönünü belirleyecek, protokollere imza attı. Yıllarca ‘en uzak iki komşu’ diye nitelenen Ermenistan ve Türkiye, yeni yürümeye başlayan bir bebeğin tedirgin adımlarını anımsatan adımlarla birbirlerine yaklaşıyor. Kimi zaman dengeyi kurmak için yolun ortasında bir süre dinleniyor, destek için ara sıra arkaya bakıyorlar. Kimi zamansa bir kaç adım hızlı hızlı atılıveriyor...
Aslında bu tedirginlik hali iki ülke halklarına da yabancı değil. Türk-Ermeni ilişkilerinde en baskın duyguydu ‘tedirginlik’. Bu nu en çok hissedenler de Türkiye’de yaşayan Ermeniler oldu. Yıllarca gizlemek zorunda oldukları kimlikleriyle, değişen isimleriyle, konuşamadıkları bir dille yaşadılar... Kapı komşularıyla ilişkilerinde bile hep o ‘tedirgin bebek yürüyüşü’nü hissettiler. hikâyelerini, sırlarını içlerine gömdüler. En yakınlarına anlatmaya çekindiler. Çocukları bile onların Ermeni olduğunu yıllar sonra öğrendi. Kimi hikâyeler torunlara bile ulaşamadan, geceleri akan gözyaşlarıyla silinip gitti. İyi bir Müslüman gibi yaşayıp, öldüler. Evlerine ‘gavurun evi’ denmesin, çocukları kendi yaşadıklarını yaşamasın diye sustular... Biri gelip ısrarla sormayana kadar da içlerini açmadılar.. Onlar Ermeni nineler, dedeler, babalar, annelerdi...
Bu gizli kalan hikâyelerden birini Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili davanın avukatlarından Fethiye Çetin’in anneannesi yaşamıştı. Çetin, anneannesinin Ermeni olduğunu yetişkin olduğu yıllarda öğrenmiş ve ninesinden dinlediklerini, öğrendiklerinin hayatında açtığı kapıları ve kendisinde bıraktığı izleri 2004 yılında Anneannem ismiyle kitaplaştırmıştı. İşte bu hikâye, yeni hikâyelerin de kapısını açtı. Çetin ve Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Gül Altınay, 2005 yılından itibaren dedesi, nenesi Ermeni olan ‘torunlarla’ bir araya geldi ve onları dinledi. Ve bu hikâyeleri Torunlar isimli kitapta topladı. Metis Yayınevi’nden çıkan kitapta 25 ‘torun’, büyüklerinin hikâyelerini paylaştı. Bu çok da kolay olmadı tabi. hikâyeler anlatılsa da ‘kimlikler’ gizlendi. Bir kişi tam da kitap basılacakken hikâyesinin çıkarılmasını istedi. Gerçi isimler o kadar önemli değildi, önemli olan hikâyeler ve yaşanmış olanlardı. Ancak anlatıcıların kimliklerini gizleme isteği, ‘tedirginliğin’ sürdüğünün kanıtıydı...
Yeni kapılar açmanın zorluğu Kitabın önsözü “Torunlar kolay bir kitap değil. Burada okuyacağınız hikâyelerin ne dillenmeleri kolay oldu, ne dinlemeleri, ne de yazıya dökülmeleri” diye başlıyor. Torunlar, kitapta yaşadıkları korkuları, hüzünleri, aile hayatlarındaki suskunlukları, gizemin onlarda ve ilişkilerinde bıraktığı derin izleri anlatıyor. Pek çoğu ailelerine dair gerçeğin kendilerinden uzun süre gizlenmiş olmasının acısını ve öfkesini paylaşırken, kimisi ‘gerçeği’ öğrendikten sonra kendisini, kimliğini, inancını nasıl sorguladığını dile getiriyor. Önsöz yazısında kitap çalışması sürerken zalimce yaşamdan koparılan Hrant Dink’e de atıfta bulunularak, şöyle deniyor: “.. Hrant’ın hayali karşılıklı sevginin Anadolulu kardeşlerinin, doslarının ilişkilerinde istisna değil kural olmasıydı. Bunun yolunun da ‘vicdan’dan geçtiğini söylüyordu sık sık: “Sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkum edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor” diyordu. Çok özlediğimiz Hrant’ın ve kendisi de uzun yıllar Kürtçe konuşarak, dağlarda göçebe yaşamış Rakel’in sonsuz bir sevgiyle açtıkları vicdan kapılarının kapanmaması, hep birlikte yeni kapılar açmaya devam etmemiz ümidiyle...”
İki kimsesizin evliliği..
34 yaşındaki Ayça 82 yaşına kadar yaşayan anneannesinin içinde hep, ‘bir gün kesinlikle yakınlarımı bulacağım’ umuduyla yaşadığını söylüyor ve anneannesinin ‘tehcir’le ilgili anlattığı hikâyeyi şöyle aktarıyor: “... Annesi yürümekte çok güçlük çekiyor, kan kaybı var. ‘O yüzden biz genellikle yürütülen kafileden geri kalıyorduk. Ve geri kaldıkça da bize çok kızıyorlardı’ diye anlatırdı. Çok sık ormanlık bir yoldan geçerken, yine böyle geri kalınca annesi, ‘Sen bir ağacın arkasına, ben bir ağacın arkasına saklanalım, bunlarla gitmeyelim, bunlar bizi öldürecek’ demiş. ‘Orada saklandık, saklandık’ diyor. Bayağı uzun bir süre kalmışlar. (...) Ve anneannem orada annesini kaybediyor. Yedi yaşında. Yola tek başına devam ediyor. Sonra bir köye geliyor. Tesedüfen bir ağanın evine sığınıyor. Sadece ağa biliyormuş onun ‘kız’ olduğunu. Ağa ‘Seni bugünden sonra erkek olarak tanıtacağım herkes ve sen de bunu kimseye söylemeyeceksin’ diyor. (...) Tabi aradan zaman geçtikçe, ergenliğe girmiş, artık göğüsleri falan belirgin bir hale gelince... Dedem de annesini babasını kaybediyor. Ailenin mallarına amcaları el koyuyor. Bu kimsesiz, o kimsesiz, ikisini evlendiriyorlar.”
Sevilmiş ama şiddet görmüş
39 yaşındaki Murat ise Sivaslı... hikâyesi özetle şöyle: “Babaannem dört yaşında dağda bir ağacın dibinde bulunuyor. Yanında su, üzüm ve biraz da yiyecek bırakılmış. Çobanlar onu alıyor, köye getiriyorlar. Köyde çocuğu olmayan birine veriyorlar. (...) Ama köy yerlerinde bu geçmiş unutulmuyor tabii, onun Ermeni asıllı olduğu biliniyor ve her olayda işte ‘Ermeni dölü’, ‘gavur’ gibi laflar ediliyor. (...) Gerçek ismi Eleni imiş, onun için Elif ismini vermişler... Babaannem dokuz yaşındayken köye annesi geliyor. İlk önce kendi köylerine gidiyor, araştırma yapıyor. Kızını bıraktığı noktayı söylüyor, yaşını söylüyor. Geliyor buluyor onu. ‘Ben senin annenim, şu koşullarda bıraktım seni’ diyor. Çok uzun ısrar etmesine rağmen annesi, bizimki ‘Yok’ diyor. (...) gözyaşları içinde köyü terk ediyor anne... Tabii orada baskıyı ve kıza söylenen şeyleri bilemiyor... Babaannem yetişkin olunca dedemle evleniyor. (...) dedemin annesi çok sert bir kadınmış. Anlatılanlara göre bu Ermeni meselesi de bilindiği için gelinine olağanüstü kötü davranmış... (....) Herkes çok sevmesine rağmen her zaman çok şiddet görmüş.”
Konuşulsaydı..
45 yaşındaki Deniz halasının kızının “Sen Ermeni olduğunu biliyor musun” sorusuyla öğrenmiş babaannesinin Ermeni olduğunu. İlk düşündüğü babasının ne gibi duygular yaşadığı olmuş. “Eziklik hissediyordu, merak ediyordu, yani karmakarışık duygular yaşıyordu muhtemelen,” diyor Deniz ve şöyle devam ediyor:
“... Bunları konuşmamak suç bence. O suça dahil oluyorsun onu dillendirmeyerek. Halbuki konuşulsa... bunlar konuşulabilseydi belki biz babamla daha farklı şeyleri paylaşabilirdik, daha güzel şeyleri yaşayabilirdik... Bunu bilip de bugüne kadar bize söylemeyenlerin hepsi suçlu. Belki gider akrabalarımımı bulurdum di mi? Ne olurdu bir akrabam daha olsa...”
21 yaşındaki Barış, anneannesinin annesinin Ermeni olduğunu yeni öğrenmiş. Annesi masasının üstündeki ‘Anneannem’ kitabını görünce, birden düğümler çözülmüş ve “Anneannemin adı Nadire değil, Agavni’ymiş” diyerek, hikâyeyi anlatmış. Agavni çok iyi dikiş dikermiş ve 1915’teki tehcir sırasında dikiş makinesini bağlayıp, ‘hamal’ gibi gösterip kaçırmışlar. Ailesinden bir daha haber alamamış Agavni. Bu hikâyeyi Barış’a anneannesi anlatmış. Barış da yakın birkaç arkadaşı dışında kimseye söylememiş anneannesinin annesinin Ermeni olduğunu. hikâyenin tamamının ancak araştırılarak öğrenilebileceğini söylüyor ve şöyle isyan ediyor: “İnsan bağırmak istiyor ilk duyduğu zaman... balkona çıkıp bağırmak istiyor...”
Sakıncalısın..
Ninesinin Ermeni olduğunu, askerde öğrenen 45 yaşındaki Mehmet ise şöyle anlatıyor hikâyesini: “... Ben 1983’te askere gittim. O zamana kadar bilmiyordum nenemin dönme Ermeni olduğunu. 83’te bir subay çağırdı, dedi, ‘Bir soruşturma yapacağız,’ ‘Yapılsın’ dedim. O dedi ‘Birşey varsa söyleyin, ben şimdiden bileyim’. Ben dedim ‘Yoktur, araştırabilirsiniz.’ Sonra yüzbaşı çağırdı beni, dedi ‘Sen Ermenisin’. Dedim ‘Ben Ermeni değilim, Müslümanım öyle birşeyim yoktur’. ‘Bilmediğim için kabul etmedim yani.’ (...) On sekiz ay boyunca yüzbaşı sürekli beni yayına çağırdı ve bunu sordu.... Sonra memlekete geldim. Anneme babama sordum. Babam dedi ‘Ben de askerlik yaptım, herkes yaptı, birşey çıkmadı, niye şimdi çıkıyor?’.. Askerden sonra geldim burada bir bankaya güvenlik görevlisi olarak müracat ettim. Ve askerlikten dolayı kırmızı damga yedim, beni almadılar. Dediler ‘Sakıncalısın.’
Bir düşünelim
25 ‘torunun’ hikâyesini kendi ağızlarından anlatan kitap, son söz olarak hikâyelerle gündeme gelen soruları dile getirip, herkesi bir kez daha düşünmeye itiyor: “Şimdi bu çocuklar ve torunlar karşımda olsa onlara ne söylemek isterim? Ben onlardan biriysem, başkalarının bana ne söylemesini isterim. Burada hikâyelerini paylaşanlarla benim aramda nasıl bir ilişki var? Onların hayatını bu kadar zorlaştıran bu suskunluğa ben, akademisyen, yazar, gazeteci, siyasetçi, komşu, arkadaş, vatandaş olarak nasıl katkıda bulunmuş olabilirim? Başka ne tür suskunluklara katkıda bulunuyor olabilirim? .. Ve belki de en önemlisi, bu suskunluk katmanlarını hep birlikte nasıl çözebilir, nasıl birbirimize iyi gelebiliriz...?”