Semih Gümüş, “Düştüğü yerden ayağa kalkmak”, Radikal Kitap Eki, 4 Haziran 2010
Hatırlamak, sanılanın tersine, toplumsal belleğin başarısız olduğu bir bilinç içi süreçtir. Bu önermenin tarih kavramının gerçeklik kazanma biçimiyle iç içe bulunduğunu hep tartışıyoruz, ama hatırlama edimi bireysel bilincin içeylemi olarak asıl anlamını dışavurur ve bu da geçmişle kurduğumuz ilişkiye ancak sınırlı bir niteliksel katkı yapar. Bir duygu durumu olarak hatırlamak, düşünsel tepkinin yanında, yeterli bir iç sorgulama gücü oluşturmaz.
Geçmişe duyduğumuz özlemin nitelikli bir düşünce olarak kendini göstermesi için onu eleştirmek zorundayız. Hatırladıklarımızı ölü zamanların içinden çıkarıp hemen önümüze getirir eleştiri. Geçmişle bütünleşmenin yolu budur. Sosyalizmin yaşadığı serüveni anakronik olmaktan çıkaran da hatırlama edimi değil, olumlu nostaljinin eleştiriyle sıçradığı düzeydeki düşünsel niteliğidir.
Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset’te yasın sonunda, devrim sözcüğünün siyasal söylemdeki yerinin onulmaz biçimde anakronik görülmeye ve günümüzü açıklayan düşünürlerin ve militanların eyleminden çok, tarihçilerin konusu olmaya başladığını belirtiyor. Devrim, nostaljinin konusu olan geçmişimizin unutulması olanaksız parçalarından biriyse, onu bugün yeniden yaşatmanın elimizde kalan yolu yas tutmaktır. Tuttuğumuz yas, ölüyü diriltmez, ama onun bir gün canlanıp yeniden hayatımıza gireceğini düşünenler de var. Reenkarnasyona inanmakla aynı olmalı bu.
“Gelgelelim,” diyor Benjamin Arditi, “burada yastan ziyade, melankoli, yani kaybedilen nesneden vazgeçememek söz konusudur.” Durumumuzu bizden daha yalın bir doğrulukla anlatıyor bu sözler. Örgütlü sosyalist savaşıma kendini adayanları önce ruhsal, sonra düşünsel çöküntüye uğratan bu yıkım, 1990’lardan sonra dünyanın yeniden kuruluşunun yollarını açtı. Ruhsal çözülmeyi onarmak bu kez daha kolay oldu belki, ama yaşanan düşünsel boşluk öylesine büyüktü ki, onu birtakım yeni düşüncelerle tamamlamak yetmedi. Yeni düşünceler, pekâlâ sosyalizmin yerine geçebilir, ondan bütün bütüne ayrılmadan, onun yarattığı düş kırıklığı yerine günümüzün gerçekliğiyle bütünleşebilecek nitelikte olabilir, ama Marksizmin derinliğinin bıraktığı boşlukları doldurabilir mi?
Marksizm ve devrim
Burada Marksizmin gerçekten de o nitelikte olup olmadığını sorabiliriz. Bir örgüt, savaşım ve devrim tasarısı olarak Marksizm, gerçekliğinden çok şey yitirmiş durumda, ama gerek günlük hayatı, gerek siyasetin dışındaki kültür alanlarını ve gelecek tasarılarını aydınlatacak gizilgüçleri bakımından hâlâ benzersiz bir bütüncül düşünce ve yorumlama biçimi olarak elimizin altında duruyor. Onu alıp eğip bükebilirsiniz artık, dogmacılar etkisizleşmiş durumda; değiştirebilir, öznel katkılarınızı yapabilirsiniz, yeni bir Marksizm yorumu için büyük olanaklar bulabileceğiniz bir büyük düşünce dünyası var, içinde yaşadığınız.
Devrimci sosyalizm düşüncesi, Benjamin Arditi’nin saptamalarıyla, “şiddet, ihanet ve belirsizlik” uçlarını filizlendirmeye koşullu olduğu için, Marksizmin siyasal iktidar kavramıyla bağlarını kopartmış yeni yorumlarıyla çatışma içine düşüyor. Çarpıcı bir bilgidir Arditi’nin aktardığı: “Devrim, on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar göksel cisimlerin, genellikle bir yörünge içinde, kalkış noktasına bir geri dönüşü önceden vasayan hareketine atıfta bulunuyordu.” Hayatı çepeçevre kuşatmak olmalı bu anlamda devrim, ama aynı zamanda önünde duranları ortadan kaldırmayı zorunlu gören bir döngüsel hareket olurken, kendine de dönmeye gerek görmediğini yaşadığımız deneylerden biliyoruz. Öte yandan, “başkaldırı, iktidarın devrilmesi ve yeniden tesis edilmesi” anlamları nicedir tartışılamıyor. Devrimci sosyalizmi savunanlar, devrimin bu üç edimini yadsıyamayacaklarını, ama tarihe kayıtları düşülmüş açmazlarının da çözülemeyeceğini görüyor. Leninizmin romantik içeriğinin unutulması olanaksız, ama yol açtığı praksisin, öteki toplumsal kesimlerle birlikte, sonunda işçi sınıfının da kaçınılmaz dibe vurmasına neden olacağı da yolun üstünde kaya gibi duruyor.
Başka seçenekler üretilmişse, aslında Ekim Devrimi’nin sert gerçekliğinin tatsız sonuçları ve diktatörlük kuramının çözümsüzlüğündendi. Arditi, “Gramsci, Jakoben ve Leninist tasarılar alternatif sunarken, bunun pekâlâ farkındadır,” diyor. Rosa Luxemburg’un Sovyet iktidarına yönelttiği eleştirilerin nedenleri arasında da aynı tedirginlik vardı. Neden sonra Avrupa Komünizminin gerçekçi eleştirileri, reel sosyalizmin diktatörlük ve bürokratik yönetim anlayışına çevirir oklarını. Gramsci’nin düşünceleri 1980’lerden sonra dile gelen seçenekler arasında en gözde olanlarından biri olarak öne çıkmıştı çıkmasına, ama o da sonunda başka türlü bir devlet ve iktidar anlayışı oluşturmuştu. Gramsci sınıf iktidarını mutlaklaştırmıyor, ama sınıfın sonunda devletin kendisine dönüşmesini amaçlıyordu. İki ayrı kapıdan girerek, sonunda aynı yere açılır bu amaçlar.
Bir tabula rasa olanaklı mı?
Jakoben anlayışlar devrimin bugün de hiç kuşkusuz geçerli olduğunu savunuyor, ama bu savunu geçmişin üstüne bir taş konmasını sağlamaz. “Geçmişin tabula rasa’ya çevrilmesi” biçimindeki Jakoben düşünce, devrimci düşünüşün koşulu olmuştur, bu yüzden her devrim içinden çıktığı toplumun geçmişini yadsımış, ama koskoca bir tarih ve toplum bütün bütüne silinemediği için, onun sonunda gelip kafasını vuracağı bir duvar olarak karşısına çıkmasını önleyememişir. Zorla gelenin zorla, hızlı gelenin hızlı gitmesi bir toplumsal yasa mı? Benjamin Arditi, alıyor sözü: “Hiçbir devrim, toplumu, geçmişi tabula rasa’ya çevirecek denli radikal biçimde dönüştürmeyi başaramamıştır.” Sonunda olmayan itibarların bile bütünüyle geri verilmesi, devrimlerin boyun eğmesi biçimine dönüşmüşse, bunun yanlış olduğu savuulabilir mi? Arditi’nin verdiği örnekle, Kamboçya’da Kızıl Kmerler bile, onca dehşet ve kıyıcılıkla geçmişin hayaletlerini silip atamamışsa, hangi devrim bir ülkenin topraklarına kök salmış geçmişi bütün bütüne yok edebilir? Oysa devrimci düşüncenin kendi dışına sürdüğü reformculuk, çok daha geniş kesimleri, zamanla ve adım adım inandırarak sağladığı gelişmeyle, radikal değişimlerin de gerçekçi tek yoluydu belki.
Devrimin önceki toplum biçiminin yerine gökten bambaşka bir toplum biçimini indirmesinin olanaksızlığı, ona uygun örgütlenme ve siyaset etme biçimlerini de gitgide daha çok değişmeye zorluyor. Topyekûn değişimin hem olanaksızlığı, hem de kesinkes azınlık çıkarlarını çoğunluğa karşı kormakla sonuçlanan siyasal sonuçları, değişimin bütün toplumu kuşatarak yapılmasının tek doğru yol olduğunu gösteriyor. Sonunda olmazsa, toplumun çoğunluğu inandırılamazsa, reformlarla tamamlanmaya çalışılan o devrim elbette yarıda kalacaktır.
Reformcu değişimlere karşılarındaki devlet aygıtlarınca izin verilmeyeceği geçerli bir sav olarak görülürken devrimlerin sonunda uğradığı ölümcül kazalar yok sayılır. Bu arada, “devrimin siyasal olanın sınır durumu” oluşu siyaseti bitirirken, karşılıklı çözüm ve mutabakat yollarını da ortadan kaldırır. Siyasetin yeni araçlarla sürdürülebilmesi, dolayısıyla barışçı ve demokratik çözümlerin geçerliğini koruması, reformcu yolların açılmasıyla olanaklıdır. Zaman içinde değişebileceği yadsınan halkın, sonunda bir “büyük patlama” ile karşı karşıya gelişinin sonuçları nasıl mutlak bir dönüşün de habercisiyse, kendisi için olmaktan çok devrimciler için “halk” olmanın da doğal sonucudur.
İster devrimle olsun, ister reformla, sonunda ikisi de Marksizmin gelecek düşüyle ilgilidir. Önce kavramsal, sonra gerçekil bir amaç olarak gelecek düşü: Walter Benjamin’in “her çağın bir sonrakini düşlediği” düşüncesini aktarır Arditi. Kendisini hem yadsıyıp hem de ötekinde gören bir var oluş biçimi. Oraya sosyalizmi koydu Marksizm. İnsanlığın daha önce yaşamadığı bir deneysel dünya temsili olarak sosyalizm: sömürüsüz, özgürlükçü, eşitlikçi, adil, kardeşçe ve sınıfsız hayat vaadi. Yalnızca bu amacı imkânsız olmaktan çıkaran değil, bunun barışçı ve demokratik araçlarını da imkânsız olmaktan çıkaran bir gerçekçilik, Marksizmin günümüze uygun yorumlarını gerektiriyor.