Yeliz Kızılarslan, “Modernin öncüsü: 1950 öykücülüğü”, Notos Edebiyat Dergisi, Ekim-Kasım 2010
Türkiye’de modernleşmenin tüm hızıyla yaşandığı yıllar: 1950’ler... Sosyal ve politik alandaki değişim edebiyatta, özellikle öyküde kendini gösterir. Bu dönemde, ‘1950 kuşağı öykücüleri’ olarak anılacak, Türkiye öykücülüğünün “altın kuşağı” öncü öykücüler birer ikişer ortaya çıkar. Modern edebiyatın mihenk taşları olan bu kuşağın ilk öykücüleri arasında Ferit Edgü, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Orhan Duru, Demir Özlü, Orhan Yalçıner, Nezihe Meriç, Yusuf Atılgan, Erdal Öz, Vüs’at O. Bener ve Özcan Ergüdener gibi kıymetli yazarlar sayılabilir. Jale Özata Dirlikyapan, Kabuğunu Kıran Hikâye adlı inceleme-eleştiri kitabında, modern Türk öykücülüğünün doğuşunu ele alıyor.
Bu kuşağın gücü, kendinden önceki yazarların edebi geleneğini dönüştürme başarısından gelir. Sait Faik, Orhan Kemal ve Sabahattin Ali’yi de içine alan “köy edebiyatını” hafife almayan 1950’liler, sadece içerik olarak değil, yeni edebi tekniklerle de öykü türünü geliştirir. Moderne yöneltilen bu sorgulayıcı bakış, yaşanan hızlı dönüşümün birey üstündeki kötücül etkilerini yansıtır öyküye. Bu yansıma, ilk olarak dilde açığa çıkar. Türkçenin en yetkin eserlerinin üretildiği bir dönemdir 1950’ler.
Toplumsal gerçekçilik, fantastik ve düşsel bir dille harmanlanarak büyük kentlerde acı çeken, değişim karşında kendi yokluğunun ve yoksun bırakılışının farkına varan bireyin, ruhsal dünyasını anlatan öyküler kaleme alınır peşi sıra. 1950 kuşağı ile kendinden önceki toplumsal gerçekçi edebiyatı ayırt eden belirgin kırılmayı ise, Ferit Edgü şöyle açıklar: “Dostoyeski’nin ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük bir çoğunluğu da, Sait Faik’ten geliyoruz.”
Değişim öncelikle felsefenin edebiyata olan yadsınamaz etkisiyle açığa çıkıyor. Fransız ekolünün hatırı sayılır yazarlarından Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın başını çektiği varoluşçuluk akımı ve elbette Kafka, çeviriler yoluyla Türkiye edebiyatına giriyor. Bireyin iç dünyasını anlatan soyut imgeler, mekân betimlemeleri ve farklı zaman algıları 1950’li öykücülerin ana ekseni oluyor. Bu soyut imgelem, ardından “kapalı” , “içe dönük” ve “anlaşılmaz” bulunarak kendi içsel eleştirisini de beraberinde getiriyor.
Esasen, ‘bunalım edebiyatı’ olarak adlandırılan bu kuşağın yegâne başarısı da budur: Kentin tedirginliğiyle bireyin tekinsizliğini buluşturur bu kuşağın öykücüleri benzersiz öykülerinde. Octavia Paz’ın modern edebiyat üstüne getirdiği saptamanın önemi de buradadır: “Modern çağ, kendini yadsımanın, bölünmenin ve eleştirinin çağıdır. Modern çağ değişimle, değişim eleştiriyle ve her ikisi de ilerlemeyle özdeşleşmiştir. Modern sanat eleştirel olduğu için moderndir.”
1950 kuşağının eski ve yeni edebi gelenekle kurduğu bu etkileşimin ilk örneklerinden biri olarak ise Nezihe Meriç, “Çalgıcı” adlı öyküsünde bürokrasi yılgını bir öğretmenin ruh halinin anlık değişimlerini anlatır. Sırt ağrısı çekerek, puslu bir havada otobüs bekleyen erkek karakterin, tanıdığı bir çalgıcıya rastlaması ve gazinoya gitmeye karar vermesi ruh halini değiştirir. Bu anlatım, modern öykünün klasik öykü yapısını kırışının da habercisidir.
Keza, Feyyaz Kayacan’ın “Şişedeki Adam” ile Yusuf Atılgan’ın “Kümesin Ötesi” öykülerindeki hiçlik, sıkıntı ve anlamsızlık temaları da, edebiyatta genişçe yer tutmaya başlar. Atılgan, ayrıca “Çıkılmayan” adlı hırsızlık temalı öyküsüyle, 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olaylarını anımsatarak ekonomik çöküşün bireyin psikolojik yozlaşmasına nasıl neden olduğunu anlatır.
A. Camus’nün kült eseri Bulantı’dan yoğun olarak etkilenen Demir Özlü, “Bunaltı” adlı öyküsünde toplum dışına itilmenin bir sonucu olarak “özgür seçimden kaynaklanan bunalımı”, nihilizm ve cinayet bağlamında anlatır. Anlamsızlık teması, sorumsuzluk olarak ortaya çıkar Özlü’nün öyküsünün yitik karakterinde. Bu, politik kaosun yansımalarının, toplumsal düzeyde salt fakirlik olarak değil, bireyi cinayete yönlendirecek bir sıkıntının yoğun bir ruh hali olarak açığa çıkışıdır Özlü’de. Leyla Erbil “Hallaç”da, anlamsızlığın ardında yatan nedensizliği ve hiçliği anlatır. Kentin sokakları yalnız ve bunalımlı insanlardan geçilmez olur zira 1950’lerde.
Varoluşsal huzursuzluğun yok ettiği bireyi “Oda” adlı öyküde, bedeninde yaralar çıkan, evinde duyduğu gaipten sesler ve ortalıkta dolaşan farelerle yaşayan karakteriyle anlatır Ferit Edgü. Orhan Duru ise “Karabasan” da, gitgide çoğalan böceklerin sardığı evini yakmaya karar veren karakterinin cinnetini tüm tekinsizliğiyle anlatır.
Saldırganlık, cinnet, cinayet, ölüm isteği ve intihar yoğun bir bastırılmış cinsellikle anlatılır, Leyla Erbil’in kadın-erkek ilişkilerine odaklanan öykülerinde. Dilde deformasyon, şiirleşme ve nihayet absürdün bir edebi teknik olarak yazında yer edinmesiyle, modern Türkiye öykücülüğü 1950’lerin bu yenilikçi ve cesur kuşağıyla kendini tamamlar.
Bireyin iç seslerinin edebiyata yansıması, çok sesli bir anlatıma olanak tanır. Gelenek ve modern arasındaki klasik çatışma, Türkiye’nin ciddi bir değişimin eşiğinde olduğu bu dönemde çoğulluğu, edebi verim olarak öyküde ortaya koyar. Bugün, modern Türkiye edebiyatından söz edebilmek için, 1950’li öykücülerin çığır açan yeniliklerini anmaksa etik bir zorunluluktur.