Rengin Arslan, “50 öykücülüğü’den bugüne...”, Radikal Kitap Eki, 23 Temmuz 2010
Okuyanlar, ilgilenenler bilirler, özellikle Batı edebiyatı üzerine yazılmış önemli bir eleştiri külliyatı vardır. Buna önemli katkılar yapanlar arasında bizim ülkemizdeki üniversitelerin İngiliz edebiyatı, Fransız edebiyatı gibi bölümlerindeki akademisyenler de dahildir. İnceleme ve eleştirilerin bir kısmı kitap olarak kitapçı raflarında kıyıda köşede bir yer edinebilir, bazıları ise akademi çevrelerinin dışına çıkmaya fırsat bile bulamaz... Kendi edebiyatımız içinse, biraz daha farklı bir durum söz konusu. Üniversitelerin Türk edebiyatı bölümleri Cumhuriyet öncesi edebiyatımızla haşır neşir olurken, Cumhuriyet sonrasına ilişkin önemli kilometre taşlarını kapsamlı olarak ele almaktan biraz uzak duruyorlar sanki. Özellikle bir dönemi, bir akımı, bir kuşağı enine boyuna araştıranlara ya az rastlıyoruz ya da sayıları, kendilerine ‘rastlayamayacağımız’ kadar az.
Bu girizgâh aslında keyifle okuduğum, yayıncılığımız ve edebiyatımız açısından müjdeli bir kitabın haberini verebilmek için. Metis Yayınları’nın Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri dizinden çıkan Kabuğunu Kıran Hikâye - Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı kitabının kapağında bu başlığı okuyup, o kitabın sayfalarını heyecanla çevirmeye başlamam arasında çok kısa bir süre vardı. Kitabın kapağını aralayıp, son satırlarına ulaşmam arasında da öyle. Çünkü kitap sadece Cumhuriyet sonrası edebiyatla ilgili olmasının ötesinde artık neredeyse hiç okumaz olduğumuz ‘öykü’ üzerineydi aynı zamanda. Jale Özata Dirlikyapan’ın Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı bölümündeki doktora tezinin gözden geçirilmiş bir hali olan bu kitap, yazarın da en başta belirttiği gibi, “bugünkü edebiyat birikimine büyük katkılar sağladıkları halde yeterince incelenmemiş” olan 1950 kuşağı öykücüleri üzerine derinlikli bir incelemenin bir sonucu.
Sanat ve edebiyat açısından bir akımı, bir dönemi, yazarlar arasında geniş kabul gören eğilimleri anlamak için ortaya çıktıkları, hayat buldukları dönemin bağlamı içerisinde ele almak kuşkusuz sadece gerekli değil aynı zamanda zorunlu da. Bu anlamda Dirlikyapan’ın ‘1950’li Yıllarda Türkiye’de Siyasal ve Kültürel Gelişmeler’ başlıklı girişi o günün koşullarını anlamamız için kapsamlı bir bilgi sunuyor. Özellikle Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapma vaadi, yürütülen politikalar sonucu gecekondulaşmanın hız kazanması, basına uygulanan sansür gibi, o güne damgasını vuran olgu ve durumlar. Yazarın geniş bir açıdan bakarak yazdığı bu bölümde göze çarpan ‘özgürlük’ ortamını gözler önüne sermesi bakımından DP iktidarının sıkıyönetimle halka dayattığı yasakları burada sıralayalım: “Halkı heyecanlandıracak haberler yayımlamak; hükümeti tenkid etmek; hükümet çalışmalarını etkileyecek nitelikte yazılar yayımlamak; sıkıyönetim çalışmalarıyla ilgili haberler vermek; NATO devletleriyle ilgili haberler yayımlamak: darlık, kıtlık ve yokluk haberleri vermek; 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkalarının yaptığına ilişkin yazı ve yorumlar yayımlamak.”
Edebiyatın kalıcılık mertebesi
Siyasi hayatın yanı sıra kültürel ortamın da incelendiği bu bölümde Dirlikyapan sanatın farklı dalları arasındaki iletişime, özellikle şiir ve öykü; şair ve öykücü arasındaki ilişkiye, edebiyat matinelerinin düzenlendiği, dergiler aracılığıyla tartışmaların yürütüldüğü canlı bir kültürel hayatın varlığına dikkat çekiyor.
Ferit Edgü, Orhan Duru, Leyla Erbil, Feyyaz Kayacan, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç’in öykülerinden örneklerle 1950 kuşağı öykücülüğünü içerik ve biçim yönünden inceleyen Dirlikyapan, tabii tüm bu öykücülerin başına Sait Faik’i koyuyor. Özellikle Sait Faik’in gerçeküstüne yönelim ve soyut anlatım açsından bir milat olan Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabına sık sık göndermede bulunan yazar, bu kitapla Sait Faik’in ‘bir dönüşüm’ gerçekleştirdiğini ve bu dönüşümle pek çok öykücüye esin kaynağı olduğunu belirtiyor. Bu bağlamda Demir Özlü’nü bir dergide yayımlanan ifadelerinde vurguladığı bir nokta da bu esin kaynağının ne olduğunu açıklıyor: “Sait Faik –bu büyük yetenek, büyük birey, derin duyuşlu bir şair– özellikle Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabıyla önümüzdeki kalıplaşmış rasyoneli yıktı, bize duyuşun, bireyliğin, yaratmanın yollarını açtı. Sait Faik’in zaten hakkı çoktan teslim edilmiş önemini bir de Ferit Edgü’nün kaleminden okuyalım: “Dostoyevski’nin, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük bir çoğunluğu da Sait Faik’ten geliyoruz.”
1950 kuşağı öykücülerinin en önemli beslenme kaynaklarından biri de o yıllarda yeni yeni Türkçeye çevrilmeye başlanan J. P. Sartre, Albert Camus gibi Varoluşçu yazarlardır. Bu noktada yazarın, Zeynep Direk’in bir yazısından alıntıladığı bir tespit önemli: “Türk edebiyatında öznenin doğuşu süreci ile edebiyatçıların varoluşçuluğa ilgi duymaları arasında bir koşutluk bulunduğu öne sürülebilir.”
Bugün her birini taktirle andığımız ve eserleri kayda değer bir kalıcılık ‘mertebesine’ erişmiş olan 50 kuşağı öykücüleri yaşadıkları dönemlerde eleştirilere maruz kalıyorlardı kuşkusuz. Özellikle edebiyatta bireyi, ‘toplumsal sorunları’ anlatmanın bir aracı olarak değil, başlı başına bir ‘sorunsal’ olarak ele aldıkları için, halktan kopmakla, bireyin dar çerçevesindeki duygu ve düşünce hallerine sıkışıp kalmakla da suçlanmışlardır.
Tabii bu noktada Dirlikyapan’ın da çok iyi sınıflandırdığı gibi, anlamsızlık içinde kavrulan, hiçlik duygusunu üzerinden atamayan, kimi zaman öldürme arzusu duyan, sebepsiz yere hırsızlık yapan, intihar eden veya edemeyen karakterler yaratan yazarlar, bir örnek vermek gerekirse Fethi Naci’nin şu eleştirisine maruz kalırlar: “Gerçeklerden kaçmaya başlaması, insan gücüne inanmaması, insanın toplum gerçeklerini değiştirebileceğinden şüphe etmesi bir edebiyatın çıkmaza girdiğinin, artık çökmeye başladığının en açık işaretidir. Böyle bir edebiyat milletin değil, toplum gerçeklerinden korkanların hizmetindedir.”
50 öykücülüğünün başlattığı süreç Fethi Naci’nin dediği gibi edebiyatın çökmesiyle değil, özellikle öykücülüğümüzün yeni bir ivme kazanması, öyküye ve öykücüye duyulan saygının artmasıyla ve geleneksel kalıpların sorgulanarak, öykücülüğün bir yenilenmeye doğru ilerlemesiyle sonuçlandı. Edebiyatımızda gerçek bir değişim ve dönüşüm yaratan bu önemli dönemeçle ilgili hem dil hem cümle yapısı hem içerik hem de toplumsal bağlam açısından derinlemesine bilgiler ve değerlendirmeler sunan Kabuğunu Kıran Hikâye, 50 kuşağı öykücülerini anlamak için mutlaka okunmalı.
Belki o gün gelenekselden bir kopuşla çağdaşın nimetlerine kucak açan öykücülüğümüzden, bugün de öğrenecek çok şeyimiz vardır...
Sahi en son ne zaman bir öykü okumuştunuz?