Giriş, s. 11-27.
Sosyal Bilimler literatüründe Ferdinand Tönnies'den bu yana cemaatten cemiyete geçiş olarak nitelendirilen, biri toplumsal baskıların hâkim olduğu, diğeri bu baskıların arka plana itildiği iki farklı toplum modelini betimleyen ayrım, modernitenin en önemli unsurlarından biri sayılır.
Herkesin birbirini tanıdığı, yüz yüze ilişkiler kanalıyla toplumsal normların oluştuğu, her bireyin yaşamının başkalarının gözü önünde ve başkalarının denetimine tabi olduğu, din ve geleneklerin bireyin yaşamını yönlendirdiği modern-öncesi toplumlardan modern topluma geçiş, bireye geniş bir özgürlük alanı tanımış, bireysel yaşamlar görünür olmaktan çıkmış, birey başkalarının baskılarına maruz kalmadan kendi yaşam alanını ve tercihlerini saptayabilir olmuştur.
Hiç kuşkusuz modern toplum, bireyler açısından tüm baskılardan arındırılmış toplum değildir. Geleneksel toplumlardan modern topluma geçiş beraberinde farklı tür baskıları da getirmiştir. Sosyal bilimlerdeki kuramsal çalışmaların gündeme getirdiği eleştiriler bu tür baskılara dikkatimizi çekmektedir.
Bu eleştirilere göre, evet, modern toplumda birey artık özgürdür ama bu özgürlüğünde yapayalnızdır. Dev kentlerde yaşamakta, dev bürokrasilerin çarkları altında ezilmekte, iktidarların yaşamı hakkında verdiği kararlara ara sıra oy vermenin dışında katılamamakta, giderek edilgenleştirilmektedir. Kitle toplumunun bireyi, çaresizliğe ve yalnızlığa mahkûm edilmiştir. Kapitalist ekonomi her bir bireyi herkesin sahip olduğu "şeylere" sahip olmaya zorlamakta, para hırsı yaşamın anlamını belirlemektedir.
Bu bağlamda "normal insan" tanımı kapitalizmin rekabet ilkesi ve iş disiplinine göre belirlenmiş, okullarda, orduda, işyerlerinde, hapishanelerde, akıl hastanelerinde birey bu disipline uyum sağlamak üzere yönlendirilmiş, cinsellik metalaştırılmış, kadın ve erkek rolleri kapitalist düzene göre şekillendirilmiş, insan bedeni kapitalizmin iç mantığına tabi kılınmıştır.
Gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan anoreksi ve blumia hastalıklarının gösterdiği gibi, bireyin bedeni üzerinde bile modanın baskısı ve tahakkümü vardır. Modern bilimin birbiriyle çelişen bulguları bilimin güvencesine sığınmayı da güçleştirmiş, modern toplumun insanı bir yandan bilimin diğer yandan medya ve reklam sektörünün bilgi bombardımanı altında sürekli yaşamını ve sağlığını risk altında görür olmuştur.
Özetle, bu eleştirilere göre birey hâkim olamadığı, hatta çarklarının nasıl döndüğünü pek de anlayamadığı bir dünyada yaşamaktadır.
Öte yandan, geleneksel toplumun bireysel mutluluk pahasına tümüyle baskı üzerine kurulmuş olduğu da söylenemez. Geleneksel toplum, evet, bireyin yaşamını gözaltında tutmakta, ancak aynı zamanda ona sıcak ilişkilerin, komşuluğun, dayanışmanın, yardımın, misafirperverliğin hâkim olduğu, geniş ailelerin koruması ve kollaması altında olan güvenilir bir yaşam sunmaktadır.
Ancak, modern toplumun gündeme getirdiği yeni sorunlara ve geleneksel toplumun olumlu bulunabilecek özelliklerine rağmen, bu iki toplum modeli arasındaki önemli fark, yukarıda belirttiğimiz gibi, modern toplumda bireyin kendi yaşam tercihlerini yapabilmesi ve bu tercihlerin hukuk sistemiyle desteklenmesidir.
Aynı zamanda modern toplum bireyi ahlaki tercihlerinde de serbest bırakan toplumdur. Bireysel ahlakı hukuk sistemi kanalıyla cemaat, dini öğretiler ya da gelenek değil bireyin bizzat kendisi belirler. Birey kendi ahlak anlayışını geleneklere ya da dine dayandırabileceği gibi, seküler bir etik öğretisine de dayandırabilir.
Hem modern hukukun hem de liberal demokrasinin tanımının tam da bu konuyla, bireysel tercihlere tanıdığı meşruiyet kavramıyla, yakından ilişkili olduğunu düşünüyoruz. George Orwell'ın ünlü 1984 romanında anlatıldığı gibi, totaliter toplumlarda devletin bireyin yatak odasına kadar girdiği ve bireyi her an gözaltında tuttuğu ürkütücü distopya senaryolarına kıyasla, çağdaş demokrasilerin hukuk devleti bireyi sadece devletin baskısından değil, aynı zamanda cemaatin baskısından da korumayı amaçlar.
Bu bağlamda, geleneksel toplumlarda bireyin hareket alanını kısıtlayan kurum ya da normlar bütünü içinde çok önemli bir yer tutan dinin belirleyici rolü modernite ile birlikte arka plana itilmiş, laik devlet dini baskıyı hukuk dışına çıkararak kişilerce içselleştirilmiş bir iç denetim mekanizmasına indirgemiştir.
Diğer bir deyişle, laik devlette din ancak bireyin kendisi dini öğretileri kabullendiği ve kendi yaşamını bu öğretilere göre şekillendirdiği sürece meşru bir denetim mekanizmasıdır. Laik hukuk dine bu tür bir meşruiyet alanı tanımaz.
Dolayısıyla, bir anlamda modernleşme tarihini bireyin mutlak idarelerin, dini kurumların, cemaatin, mahallenin ve ailenin baskısından kurtulma tarihi olarak okumak da mümkündür. Yüz yüze ilişkiler yerine anonimite ve bürokratik ilişkilerin hâkim olduğu modern toplumlarda kişi artık bir cemaatin üyesi olarak değil, birey ve vatandaş olarak yer alır. Birey ve vatandaş olarak hakları ve bu hakların nasıl sınırlanacağı yasalarla belirlenmiştir.
Buna rağmen, dini öğreti ve normların baskın olduğu toplumsal yapılarda laik hukukun farklı kimlikteki bireyleri koruması sadece hukuk alanına giren özgürlüklerle sınırlıdır. Cemaat içinde bireyin dışlanması, küçümsenmesi, kendisiyle konu komşu ilişkilerinin kesilmesi, toplum içinde tuhaf bakışlara maruz kalması, ticaretle uğraşıyorsa kendisinden alışveriş edilmemesi vb. davranış biçimlerini kapsamaz.
Toplumsal normlara ve davranış kalıplarına başkaldıran her birey hemen hemen tüm toplumlarda bu tür bir dışlanmaya maruz kalabilir. Ancak, modern toplumlarda hukuk bireysel özgürlüklerin önünü açtığı ölçüde kişilere kaçış imkânlarını da hazırlar.
Bu tür özgürlükler kısıtlandığı, gelenekle, genel ahlakla, dini öğreti ve yasaklarla bağlantılı sayılarak hukuken mazur gösterildiği ya da idari tasarruflarla hoş görüldüğü hatta teşvik edildiği takdirde kaçış imkânlarının azalması ve bireyin genelgeçer ahlak kurallarını kabullenmeye zorlanması kaçınılmazdır.
Araştırmanın Amacı
Türkiye'de din, muhafazakârlık ve toplumsal baskı arasındaki ilişki, son seçimlerde halkın neredeyse yarısının oylarını alan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile birlikte kamuoyunda en çok tartışılan konular arasına girmiştir. AKP'nin Türkiye'deki laik rejimi değiştirip bir İslam devleti kuracağı yolundaki "takiye" iddiaları Türkiye' nin giderek "İslamlaştırıldığı" tezlerine dönüşmüş, bu bağlamda görüşlerine başvurulan Türkiye sosyal bilim camiasının en önemli isimlerinden Şerif Mardin'in gündeme getirdiği "mahalle baskısı" kavramı bu tartışmaların odağına oturmuştur.
Türkiye'de yapılan sosyal bilim araştırmalarında, muhafazakârlık ile dindarlık arasındaki bağ pek çok araştırmacı tarafından saptanmıştır. Örneğin, 1999 ve 2006 yıllarında yayımlanan ankete dayalı iki çalışmanın sonuçlarına göre, farklı olana mesafeli bakış özellikle kendisini dindar olarak tanımlayanlar arasında belirgindir.
Kürt, Alevi, gayrimüslim, yabancı, eşcinsel vb. kimlikler "öteki" olarak en istenmeyen komşular arasında yer alırken eş, arkadaş, komşu, ticari ortak, alışveriş edilen bakkal, evin kime kiraya verileceği, kimin evinde kirada oturulacağı, iş kurarken güvenilecek kişi vb. tercihlerde karşı taraftaki kişinin dindar olması ön plana çıkartılmakta,(1) dindarlık arttıkça genç kız ve kadınların kısa etek giymeleri, lise çağındaki kızların erkek öğrencilerle aynı sınıfta ders görmeleri, birbirini tanımayan kadın ve erkeklerin şehirlerarası otobüslerde yan yana oturmaları gibi konularda muhafazakâr tutumlar artmaktadır.(2)
Kadın sorunsalının irdelendiği 2004 yılında gerçekleştirilen ankete dayalı bir başka çalışmaya göre, dindarlık arttıkça kadınların siyasette yer almalarına olumlu bakış azalmaktadır.(3) 2005 yılında yapılan ve Türkiye'de muhafazakârlık olgusunu irdeleyen bir araştırmada kimlerin geleneklere daha sadık oldukları sorulmuş, halkın %84'ünün köylerde ve Anadolu kentlerinde yaşayanlar ile dini ibadetlerin tümünü yerine getirenlerin geleneklerine daha bağlı olduklarını düşündüğü saptanmıştır.(4)
Araştırmamızın amacı, daha önce yapılmış bu çalışmalarda belirlenen dindarlık ile muhafazakârlık arasındaki yakın ilişkiyi daha derinlemesine irdelemek, Anadolu kentlerinde farklı kimlik ya da yaşam tercihleri olan kişilerin din ve muhafazakârlıktan kaynaklanan baskı ve ötekileştirme ile karşı karşıya kalıp kalmadıklarını saptamaya çalışmaktı.
Başlangıç noktamız, Şerif Mardin'in gündeme getirdiği "mahalle baskısı" tartışmasını somutlaştırmak, varsa, bu tür baskıların nasıl şekillendiğini ve kime karşı yöneltildiğini anlayabilmekti. Özellikle, Şerif Mardin'in gazetelerde yayımlanan söyleşilerinde bahsettiği gibi dini muhafazakârlıktan kaynaklanan bir baskı olup olmadığını, "mahalle baskısı" kavramsallaştırmasının kişilerin daha özgür davranabildiği büyük kentlere kıyasla Anadolu kentlerindeki gerçeklikle örtüşüp örtüşmediğini araştırmayı planlamıştık.
Ancak, saha araştırması sırasında konunun başta saptadığımız amacı aştığını, sadece toplumdan kaynaklanan baskıyla sınırlı tutulamayacağını gördük. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kadrolaşması, dini cemaatlerin ekonomik gücü ve yaygın örgütlenmesi sonucunda laik kimliği olan kişilerin yalnızlaştırma/ötekileştirme ya da iktidar kaynaklı baskıya da maruz kaldıkları gittiğimiz her ilde bize aktarılanlar arasındaydı.
Hiç kuşkusuz, Türkiye'de ayrımcılığa uğrayan ya da baskı gören kesimler sadece azınlıkta olan etnik ve dini gruplardan ya da laik duyarlılığı olan kişilerden ibaret değil. Örneğin, benzer şikâyetler İslami kimliği olan kişiler tarafından da gündeme getirilmekte. Cumhuriyet laikliğinin kendilerini dışladığı, yıllarca iktidar odaklarından uzak tuttuğu, "beyaz Türklerin" sosyal statü ve entelektüel prestij dünyasında kendileri gibi "zencilere" yer verilmediği, küçümsendikleri, marjinalleştirildikleri hakkında uzun zamandır dile getirilen eleştiriler var.
Ancak, bu çalışmanın kurgusu "İslami" kesimi kapsamıyordu. İslami hayat tarzını seçmiş olanların karşılaştıkları baskı kamuoyunda tartışıldığı ve bu konuda pek çok araştırma yapılmış olduğu halde,(5) laik kimlikte olanların baskıya maruz kalıp kalmadıkları bugüne kadar araştırılmış konular arasında değildi. Bu nedenle konumuzu yukarıda saydığımız gruplarla sınırlı tutmaya karar verdik.
Kaldı ki, "İslami" kesimden pek çok kişinin gündeme getirdiği, geçmişte de bu kesime karşı ayrımcılık uygulandığı tezini araştırmamızın amaçları açısından anlamlı bulmuyoruz. Araştırmamızın nihai amacını, Türkiye'de çoğulculuğun hâkim olması, demokratik bir hukuk devleti çerçevesinde farklı kimliktekilere karşı mevcut olan ayrımcılık ve dışlamanın hukuksal kararlar ve idari tasarruflar kanalıyla giderilmesi ve geçmişle hesaplaşmak yerine geleceğe dönük olarak nelerin yapılması gerektiğine dair fikir üretenlere sorunların aktarılması olarak tanımlayabiliriz.
Türkiye'deki farklılıkların zenginlik olduğunu, kimsenin yaşamına ve tercihlerine karışılmaması gerektiğini sık sık dile getiren Adalet ve Kalkınma Partisi yetkililerinin, üst yönetimin bu söylemi ile yerel yönetimlerdeki partililerin icraatları arasındaki kopukluğu görmelerinin Türkiye'deki siyasi gerginliğin çözülebilmesi için bir önşart olduğunu düşünüyoruz.
Bu önşartın yerine getirilebilmesi geçmişin hesaplarını yapmakla değil, bilakis geçmişte yapılmış yanlışların tekrarlanmamasıyla mümkün olabilir. Şunu da belirtelim ki, "İslami" kesimin dile getirdiği bu şikâyetler Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarıyla birlikte azalmış görünüyor.
Yukarıda değindiğimiz 1999 ve 2006 yılında yapılan iki araştırmanın sonuçlarının gösterdiği gibi, 1999 yılında halkın takriben %42'si Türkiye'de dindar insanlara baskı yapıldığı kanısındayken bu oran 2006 yılında %17'ye düşmüştür.(6)
Araştırmanın Metodolojisi
On iki Anadolu kentinde yüz yüze yapılan derinlemesine mülakat yöntemiyle yürütülen bu araştırmanın saha çalışmasını Aralık 2007-Temmuz 2008 tarihleri arasında bizzat gerçekleştirdik. Gittiğimiz iller Erzurum, Kayseri, Konya, Malatya, Sivas, Batman, Trabzon, Denizli, Aydın, Eskişehir, Adapazarı (Sakarya) ve Balıkesir'di. Ayrıca, karşılaştırma amacıyla, Anadolu'dan büyük kente göç etmiş kişilerin çoğunlukta olduğu İstanbul'un Sultanbeyli ve Bağcılar semtlerine de gittik.
Araştırmaya dahil ettiğimiz illeri seçmemizdeki kriterleri şöyle sıralayabiliriz: Turizme açılmış olan Akdeniz ve Ege'nin sahil kentleri hariç Türkiye'nin hemen hemen tüm bölgelerinden en az bir ili çalışmamız kapsamına aldık. Örneklemimize dahil illerden Eskişehir, Konya, Kayseri ve Sivas İç Anadolu, Malatya ve Erzurum Doğu Anadolu, Batman Güneydoğu Anadolu, Trabzon Karadeniz, Adapazarı (Sakarya) ve Balıkesir Marmara, Aydın ve Denizli ise Ege bölgelerinde yer almakta.
Bu illeri seçerken farklı gelişmişlik düzeyinde olmalarına da dikkat ettik. Devlet Planlama Teşkilatı'nın en son yayımlanan 2003 yılı raporuna göre, 81 il içerisinde gelişmişlik sıralamasına göre örneklemimize dahil olan illerden Eskişehir 6., Denizli 12., Balıkesir 15., Kayseri 19., Aydın 22., Adapazarı (Sakarya) 23., Konya 26., Trabzon 38., Malatya 41., Sivas 53., Erzurum 60. ve Batman 70. sıradalar.(7)
Ayrıca, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne verilen seçmen desteği ile dini muhafazakârlık arasında bir bağ olabileceği varsayımından hareketle, seçtiğimiz illerin 2007 seçimlerindeki oy dağılımına baktık. Bu seçimlerde AKP'nin ülke çapında %47 civarında oy aldığını göz önünde tutarak, bu oranın altında, üstünde ve çok üstünde olan iller arasında seçim yapmaya dikkat ettik.
Buna göre örneklemimize dahil illerden AKP'nin %29 civarındaki oyla en az oy aldığı il Aydın, %68 civarında oyla en çok oy aldığı il ise Erzurum. Erzurum dışında çok yüksek oranlarda oy aldığı diğer üç il %67 ile Malatya, %66 ile Kayseri ve %65 ile Konya. Bunların dışında, yukarıdakiler kadar yüksek olmasa da AKP oylarının %47'den yüksek olduğu diğer iller %57 ile Trabzon, %55 ile Sivas ve %53 ile Adapazarı (Sakarya). Batman %46, Eskişehir %44, Denizli %43 ve Balıkesir %41 civarındaki oylarıyla AKP Türkiye ortalamasının biraz altındalar. Adalet ve Kalkınma Partisi oylarıyla ters orantılı olarak, laiklik konusunda hassas olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin oyları da bu illerde değişkenlik gösteriyor.
Seçtiğimiz iller arasında CHP'nin en düşük oy aldığı il %4 civarı ile Batman, en yüksek oy aldığı il ise %25 ile Eskişehir. Partinin Türkiye ortalaması olan %21'in üstünde oy aldığı diğer iller %24 ile Aydın, gene %24 ile Balıkesir ve %22 ile Denizli. Bunları, %21'in altında olan %19 ile Malatya, %16 ile Sivas ve %14 ile Trabzon takip ediyor. Batman'ın yanı sıra CHP'nin en düşük oy aldığı diğer iller %10 ile Kayseri, %9 ile Adapazarı (Sakarya), %8 ile Konya ve %5 ile Erzurum.
Her ilde üç ila dört gün süreyle 265'i erkek, 136'sı kadın olmak üzere toplam 401 kişi ile görüştük. Görüştüğümüz kişilerin bir kısmı ile, önceden temas kurduğumuz kurumlarda, bir kısmıyla ise edindiğimiz bilgiler doğrultusunda gittiğimiz ya da tesadüfen rastladığımız mekânlarda konuştuk. Bu temaslar bizi başka kişilere yönelttiği gibi, kentin sorunları hakkında bilgi edindiğimizden başka nerelere gitmemiz gerektiği hakkında da ipucu verdi.
Örneğin, kentteki ticaret ya da sanayi odası iktidar yanlısı ya da cemaatlerden kişilerce yönetiliyorsa, bu kurumlara gitmek araştırmamızın amacı açısından anlamsız olacaktı. Aynı şekilde, yerel medyada kimlerin muhalif kimlikte olduğunu ancak temas kurduğumuz kişiler kanalıyla öğrenebildik.
Bu kişiler ayrıca bize, diyelim ki, Alevilerin hangi kahvehanelere gittiğini, hangi mahallelerde oturduklarını, hangi kitapçılarda laik duyarlılığı olan kişileri bulabileceğimizi ya da gençlerin gittikleri mekânların yerlerini söylediler.
Görüşme yapacağımız kurumları, CHP il örgütleri, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Eğitim-Sen, Eğitim-İş, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Cem Vakfı, yerel medya kuruluşları, üniversiteler, öğrenci klüpleri, kadın kuruluşları, Ticaret ve Sanayi Odaları, hastaneler ve Tabip Odaları olarak belirledik. Önceden belirttiğimiz istek üzerine, bu kuruluşların tümünde bizimle görüşmek üzere toplanmış çok sayıda kişiyle konuştuk.
Ayrıca kadınların işlettiği ve sırf kadınların çalıştığı bir lokanta, kadınların örgütlediği iki sanat evi, kadın sorunlarını irdeleyen bir sivil toplum kuruluşu, kentteki köklü eşraf ailelerine ait büyük bir holding merkezi ve bir büro, bir fabrika, Alevi mahalle ve kahvehaneleri, Alevi bir çiftin evi, yerel bir Sanayi Odası'nın lokantası, bir hastane kantini, yerel bir televizyonda kadın bir program yapımcısının villası, sahipleri muhalif olarak bilinen eczane-mimarlık bürosu, doktor muayenehanesi-işyeri-kitapçı-büfe vb. mekânlar, bir Ermeni kilisesi, bir Süryani manastırı, sahibi Ermeni bir kuyumcu dükkânı, bir Roman mahallesi, kentteki içkili lokanta ve barlar, içki satan büfeler, TPAO lojmanları lokali, Hâkimler Evi, Öğretmenler Evi, otel lobileri, öğrencilerin gittikleri üniversite kantinleri ve kafeler, bir diskotek, bir türkü evi, gençlerin sahneye koyduğu bir oyun, bir şiir dinletisinin sunulduğu bir kafe ve DTP'li bir belediye gittiğimiz yerler arasındaydı. Bunların yanı sıra kentlerdeki anacaddeleri, büyük alışveriş merkezlerini, ara sokakları, kebapçıları, geleneksel lokantaları, modern restoranları, esnafın yoğun olduğu çarşıları, hanları, haftalık pazaryerlerini gezdik.
Görüşme yaptığımız kurumlardan bir kısmının, örneğin, Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürkçü Düşünce Derneği ya da Eğitim-İş gibi kurumların sorgulanabileceğinin farkındayız. Türkiye'deki din, muhafazakârlık ve laiklik konularındaki "kamplar" arasında bu kurumlar hakkında değişik değerlendirmeler var. Ancak, araştırmamız özellikle laik kimliktekilere baskı olup olmadığı üzerine kurgulandığından, kamuoyunda laiklik konusunda hassasiyetleriyle bilinen bu kurumlar doğal olarak araştırmamız kapsamına dahil edildi.
Kaldı ki, İstanbul'daki siyasi ortamdan bakıldığında "sekter" ve belirli bir anlayış içine hapsolmuş gibi görünen CHP ve Atatürkçü Düşünce Derneği gibi kurumların Anadolu ortamında farklı bir işlev gördüklerini gözlemledik. Buralarda toplanan kişiler, sadece laik duyarlılığı olan, hatta laiklik sorununu yaşamlarının odağına oturtanlardan oluşmuyordu. Bu merkezlerde, farklı kimliği olan çeşitli kesimden kişiler toplanabilecekleri ve dertleşebilecekleri bir mekân bulmuşlardı. Bu mekânlarda saçları uzun, küpeli oldukları ya da renkli tişört giydikleri için halkın baskısına maruz kalan gençlerden, sol kimlikli ya da Kürt üniversite öğrencilerine, laik kimlikli memurlara, Alevi ya da başı açık/kapalı kadınlardan lise öğrencilerine kadar pek çok kişi toplanmıştı. Sivil toplum kuruluşlarının yerel örgütlerinin olmadığı Anadolu'nun muhafazakâr kentlerinde bu kurumlar pek çok kimliğin sığınabildiği ender mekânlar olma özelliğini taşıyor.
Amacımız kurumsal kimlik ya da kurumun bakış açısını saptamak olmadığından, konuştuğumuz kişilere genel izlenim, değerlendirme ya da analizle ilgilenmediğimizi, daha çok kişisel hikâyeleri ve somut olayları dinlemek istediğimizi açıkça belirttik.
Hatta zaman zaman bir partinin ya da bir kuruluşun il başkanı, Türkiye'deki laiklik, köktendincilik vb. konulardaki görüşlerini anlatmaya kalktığında araştırmamızın bu gibi değerlendirmeleri kapsamadığını, kendi deneyimleriyle ilgilendiğimizi vurguladık.
Uyarılarımıza rağmen, bu kişilerin Türkiye'nin politik ortamı hakkında bize ilettikleri görüş ve analizlerinin hiçbirini çalışmamıza dahil etmedik. Dolayısıyla, raporda yazılanlar kişisel görüş ve değerlendirmeleri içermemekte, doğrudan kişilerin başlarından geçmiş somut olaylara dayanmaktadır.
Araştırmanın metodolojisiyle ilgili belirtmek istediğimiz bir diğer husus, araştırmamızın sonuçlarından hareketle Türkiye'nin tümü hakkında istatistiki bir genelleme yapılamayacağıdır. Örneğin, Türkiye nüfusunun yüzde kaçının ileride bahsedeceğimiz türden baskılara maruz kaldığını bilmiyoruz. Bu araştırma, Türkiye'deki kamuoyunun eğilimlerini belirleyebilecek ve tüm Türkiye nüfusunu temsil niteliğine sahip bir örneklemle yürütülmüş anket çalışması değildir.
Hedef kitlemizi, araştırmanın amacıyla bağlantılı olarak, farklı kimlikteki azınlık gruplar arasından seçtik. Diğer bir deyişle, bu niteliklere sahip kişileri özellikle aradık. Bu tür örneklemlere sosyal bilim metodolojisinde "amaçlı örneklem" (purposive sample) denilmektedir.
Ancak, sosyal bilimlerdeki metodoloji tartışmalarında sıkça dile getirilen, örneklemin beklenilen sonuçları çıkarmak üzere seçilmiş olduğu sorunsalıyla (selection bias) karşı karşıya olmadığımızı düşünüyoruz. Çalışmamızda, yukarıda belirttiğimiz gibi, örneklemimiz farklı ekonomik gelişmişlik düzeyinde olan, Türkiye'nin farklı bölgelerinde yer alan, kadınlardan Alevilere, farklı giyim tarzlarını seçmiş gençlerden laik kimliktekilere, solcu öğrencilerden Kürt öğrencilere kadar çok değişik ili ve kesimi kapsıyordu.
Değişik sosyoekonomik göstergelere sahip, Türkiye'nin hemen hemen her bölgesinden seçilmiş olan bu illerin ve gene değişik sosyal statüsü ve kimliği olan bu kişilerin bize anlattıklarını birbiriyle karşılaştırma olanağımız vardı. Bu karşılaştırmayı yaptığımızda, gittiğimiz hemen hemen her kentte anlatılanların çoğunun aynı konulara ilişkin olduğunu gördük. Diğer bir deyişle, hikâyeler her yerde tekrarlıyordu.
Örneğin, minibüs ya da otobüslerde başı açık kadınlara yer verilmediği, araçta başı açık yaşlı kadınlar varken bile erkeklerin başı kapalı genç kızlara yer vermeyi tercih ettikleri Anadolu'nun pek çok kentinde çok sık duyduğumuz şikâyetler arasındaydı.
Aynı şikâyeti, İstanbul'un Bağcılar semtinde de duyduğumuzda gerçekten şaşırdık. Üstelik, Bağcılar'da konuştuğumuz kadınlara Anadolu'da bu konuda bize ifade edilen şikâyetlerden hiç bahsetmemişken. Değişik kentlerde farklı insanların hep aynı konulara değinmesini ve çok benzer hikâyeler anlatmalarını tesadüfle açıklamak mümkün olamayacağından, bulgularımızın genel bir sorunsalı açıklamada yol gösterici olduğunu düşünüyoruz.
Kaldı ki, olayların tekrarlaması sosyal bilim kuramlarının oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Her bilim dalı gibi sosyal bilimlerin de amacı, karşılaştırmaya başvurarak genelleme yapabilmek ve kuram üretebilmektir.
Sosyal bilim kuramları laboratuvar testlerinden geçerek kanıtlanmış bilgilere dayanmaz. Büyük toplumsal olayların, örneğin bir devrimin, bir ayaklanmanın, bir rejim değişikliğinin tekrarlanması mümkün olmadığından bu değişimin hangi faktörlerin etkisi altında gerçekleştiği üzerine kuram üretmek ancak başka yerlerdeki ya da zamanlardaki benzer değişimlerle karşılaştırılarak yapılabilir.
Toplumsal gerçekliğin tüm boyutları hakkında istatistiki bilgi toplamak da her zaman mümkün değildir. Bu tür olanaklar mevcut olmadığından, sosyal bilimcilerin yaptıkları genellemeler benzer olguların farklı zaman dilimleri ya da mekânlarda sürekli tekrarlamasından yola çıkarak karşılaştırma yapılması ve bu olguların bir "örüntü" oluşturup oluşturmadığı üzerine kuruludur.
Amaç, eğer belirli koşullarda hep aynı olgu karşımıza çıkıyorsa, bu koşullar ile tekrarlayan bu olgu arasında bir ilişki olabileceğini varsaymak ve bu ilişki üzerine kuram üretmektir. Diğer bir deyişle sosyal bilimler olguların özgüllüğünden, başka hiçbir örnekle karşılaştırılamayacakları iddiasından, yola çıkmaz.
Araştırdığımız konunun, bir anket çalışmasına kıyasla bu yöntemle ele alınmış olmasının genelleme yapmamıza olanak tanımadığı görüşünde de değiliz. Anket çalışmaları genel eğilimleri belirler. Nüfusun tümü hakkında genel bilgi edinmemizi sağlar, ancak nüfus içindeki küçük gruplar hakkında güvenilir bilgi vermez. Hatta çoğu kez anket örneklemlerinde bu grupları "yakalayabilmek" bile mümkün değildir.
Örneğin, Türkiye nüfusunu temsil niteliğine sahip 1500 kişilik tesadüfi yöntemle seçilmiş bir örneklemde, ileride bahsedeceğimiz hikâyeleri anlatanların çoğu yer almayabilir. Üstelik, anketler kanalıyla kişilerin yaşamlarında karşılaştıkları durumları, o kişilerin neler hissettiklerini, anlam dünyalarının ne olduğunu vb. ayrıntıları saptayabilmek çok daha zordur. Derinlemesine mülakat yönteminin sosyal bilimlerde sık kullanılması bu nedenledir.
Bize anlatılanların doğru olup olmadığını da araştırmadık, çünkü birbirini yalanlaması olası iki farklı anlatımdan hangisinin doğru olduğuna karar vermek ancak hukuksal süreçlerle mümkün olabileceğinden, bu tür bir çabanın sonuçsuz kalacağını düşündük. Kaldı ki, çalışmamız gerçekliği saptamaya yönelik olmaktan çok, farklı kimliği olanların bu gerçekliği nasıl yaşadıklarını ve nasıl algıladıklarını anlamaya yönelikti.
Mülakatları bir araştırma kuruluşu kanalıyla değil bizzat kendimiz gerçekleştirdiğimizden bize anlatılan somut hikâyelerin doğruluğundan kuşkulanmamızı gerektirecek bir kişilik ya da durumla nadiren karşılaştık. Doğruluğundan kuşku duyduğumuz hikâyeleri raporumuza almadık.
Algıladığımız kadarıyla konuştuğumuz sıradan kişiler, birkaç istisna hariç, kendi yaşadıklarını büyük bir samimiyetle anlatıyor, ancak aynı zamanda bize ilettikleri tüm şikâyetlere karşın "memleketlerinin" biz yabancıların gözünde "kötü görünmesinden" çekiniyorlardı. Hatta, çoğu kez, yaşadıkları kentin "o kadar da kötü" olmadığını vurgulayarak belirtiyorlardı. Kaygı duyuyorlar, kamusal alanda ya da işyerlerinde ayrımcılık ve baskıya uğradıklarını anlatıyorlar, gene de bu tür baskıların sadece yaşadıkları kente ait olmadığını, kentin Türkiye'deki tüm kentler gibi aynı sorunlarla baş başa kalmış olduğunu belirtiyorlardı.
Diğer bir deyişle, anlattıkları hikâyelerin uydurulmuş yalanlar olması bir kenara, bilakis anlattıklarını bazen otosansürden geçirdikleri izlenimine bile kapıldık.
Araştırmaya İlişkin Genel Gözlemler
Bu araştırmanın sonuçlarından hareketle toplumdan kaynaklanan baskıların, örneğin, Alevilere/kadınlara/değişik giyim tarzı olan erkek öğrencilere vb. farklı kimliktekilere karşı olan tutumun, AKP iktidarıyla bağlantılı olduğu iddia edilemez. Toplumsal baskılarla iktidardan kaynaklanan baskıları özenle ayırmaya dikkat ettik. Gittiğimiz kentlerdeki yaşamı eskiden beri var olan muhafazakâr ortamın mı şekillendirdiğini, yoksa AKP iktidarıyla birlikte kadrolaşma ve cemaat faaliyetlerinin de yaygınlaşmasıyla yeni bir muhafazakârlıkla mı karşı karşıya kaldığımızı bilmiyoruz.
Konuştuğumuz kişilerden çoğu yaşadıkları kentin eskiden bu kadar muhafazakâr olmadığını söyleseler de, aksini söyleyenler de oldu. Ancak, araştırma sonucunda edindiğimiz izlenim, toplumda mevcut olan farklı kimlikte olanlara karşı uygulanan baskı ve ayrımcılığın, Anadolu kentlerinde AKP tarafından atanmış kadroların icraatları ve cemaatlerin faaliyetleriyle birleşip Türkiye'nin geleceği hakkında kaygı veren bir ortam yarattığıdır.
Çalışmalarımızın sonuçlarını sunduğumuz bu raporda, görüştüğümüz kişilerin bize anlattıklarını olduğu gibi kaleme almaya özen gösterdik. Anlatılanları "dışarıdan" bir okumayla "baskı" olarak yorumlamak ya da anlatılanların doğru olup olmadığını sorgulamak yerine, kişilerin kendi dünyalarında bunu nasıl algıladıklarını ve yaşadıklarını anlamaya çalıştık.
Toplumsal baskı kimi zaman gerçeklik kadar algılamayla da ilgilidir. Algılama ise, kişinin değer dünyasıyla bağlantılı olduğundan kişiden kişiye farklılık gösterebilir. Nitekim, gittiğimiz kentlerden ilkinde, Erzurum'da, bu karmaşık süreci tek bir faktörle açıklamanın ne kadar güç olduğunu bizzat "baskı" kelimesinin bizlerde ve Erzurumlularda farklı anlam taşıyabileceğini algılamamız sonucunda fark ettik. İstanbul'un anonim ortamında yaşayan ve bireysel tercihlerimize nispeten karışılmayan bizlerin "baskı" olarak nitelendireceği konuların bir kısmı, Erzurumlularca baskı şeklinde algılanmıyordu.
Örneğin, Erzurum'da Alevi kadınlar sokağa çıktıklarında başörtüsü taktıklarını söylediler. Kapalı mekânlarda yabancı erkeklerin yanında başı açık olan Alevi kadınların sokağa çıktıklarında örtünmeleri pekâlâ baskı olarak yorumlanabilir. Oysa, kendileri bunu hiç de böyle algılamıyor, bu şekilde daha rahat ettiklerini, kadınların örtünmesinin bir Erzurum geleneği olduğunu belirtiyorlardı.
Liseli bir genç kız okulu bitirdikten sonra örtünmesi için ailesinin kendisine baskı yaptığından şikâyet edip, daha sonra sınıfında oruç tutmayan tek bir öğrenci olduğundan, sınıfça bu öğrenciye günaha girdiğini söylediklerinden, bir-iki gün sonra onun da oruç tutmaya başladığından gururla söz ederken, "baskı" unsurunu kendi dünyasının sınırları içinde algılıyor, anlattığı her iki olayın da aynı "baskı" kategorisine dahil edilebileceğini fark edemiyordu.
Liseli bir erkek öğrenci başı açık kızları daha güzel buluyor, ancak evlendiğinde karısının örtülü olmasını istiyordu. Kendi tercihiyle yaşadığı toplumun normları arasındaki bu kopukluk ona hiç de tuhaf görünmüyor, toplumsal normların yaşamını yönetmesini "baskı" olarak algılamıyordu. "Sonuçta," diyordu, "insanın çevresine uyum sağlaması gerekir."
Öte yandan, bizim "baskı" olarak nitelendirmekte zorluk çekeceğimiz konuların bir kısmı bize baskı örneği olarak sunuldu. Bu tür örneklerin en önemlisi, neyi araştırdığımızı açıkça belirtmemize rağmen gittiğimiz her yerde kentteki Fethullah Gülen hareketinin örgütlenmesinin yaygınlığından, faaliyetlerinin kapsamının genişliğinden bahsedilmesi oldu. Gönüllü hizmet, yardımlaşma ve teşvik olarak nitelendirilebilecek bu örneklerin tümünün kişilere yönelik bir baskı unsuru oluşturduğunu söyleyebilmek güç. Buna rağmen, bu cemaat hakkında anlatılanların, ileride bahsedeceğimiz üzere, tamamen kişisel tercihlerle yerine getirilmiş yaşam pratikleri olduğu ve hiçbir baskı unsuru içermediği de söylenemez.
Özetle, kendi aramızdaki söylemle, "aramadığımız halde dini cemaatler konusu geldi bizi buldu". Araştırmamızın belki de en önemli bulgusu, Türkiye'nin giderek İslami bir kimliğe büründüğü tezleriyle bağlantılı olarak Gülen hareketi ve faaliyetleri hakkında edindiğimiz bilgilerden oluşuyor. Bu konu, araştırmamızın baştaki amacını aşsa da, bu bilgileri çalışmamıza ekledik. Bu hareket ile Adalet ve Kalkınma Partisi arasında bir bağlantı olup olmadığı araştırdığımız konular arasında değildi.
Saha çalışması süresince görüştüğümüz kişilerin çoğu, bize güvenerek, yaşamları hakkındaki pek çok ayrıntıyı anlattılar. Ancak, kimliklerinin açığa çıkmasından çekinenler de oldu. Örneğin, Anadolu üniversitelerinden birinde görev yapan bir doçent, kimliğini gizleyeceğimize dair verdiğimiz tüm teminatlara karşın, önce görüşmeyi kabul edip daha sonra kendisini bir daha aramamamızı rica eden bir mesaj gönderdi. Başka bir kentteki bir kamu çalışanı, laik kimliğinden dolayı görev yaptığı yerde üstlerinden baskı gördüğünü anlatıp, daha sonra bize yazarak birkaç gündür uyuyamadığını, başına bir iş gelmesinden korktuğunu, sesini banttan silmemizi ve anlattıkları hakkında hiçbir şey yazmamamızı istedi.
Görüşmelerimizde, kimliklerinin açıklanmasından çekinsinler veya çekinmesinler, kimsenin ismini kullanmayacağımızı belirttik. Bu sözümüze sadık kalarak çalışmamızda, görüştüğümüz kişilerden hiçbirinin ismi, hatta herkesin birbirini tanıdığı daha küçük kentlerde kimden bahsedildiği anlaşılabilir çekincesiyle yer yer kişinin çalıştığı kurumun ya da kentin ismi bile verilmemiştir. Hiç kuşkusuz bu örnekler, hissedilen baskının küçük kent insanlarını ne denli sindirdiği üzerine ipucu verecek niteliktedir.
Araştırmaya başladığımız Aralık 2007 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi aleyhine açılan kapatma davası gündemde değildi. Bu davanın daha sonra açılmış olmasının araştırmamızın amacı hakkında kuşku yaratacağından epeyce kaygılandık. Türkiye'de din, laiklik, muhafazakârlık vb. konularda uzun yıllardır devam eden gergin ortamda "liberal", "ulusalcı", "laik" ve "İslami"(8) duyarlılığı olan kesimlerin "kamplara" bölündüğü ve gerçekleştirilen her araştırmanın bu kamplaşma etrafında yorumlandığı bir düşünce dünyasında amacımızın sorgulanabileceği gerçeği ne yazık ki Türkiye'de araştırma yapan her kişi ya da kurumun karşılaştığı bir sorun.
Bu kaygımıza rağmen, Anayasa Mahkemesi'nin partiyi kapatma yerine iktidarı uyarmaya karar vermesi sonucunda hem laik hem de İslami duyarlılığı olan kesimlerin sağduyulu hareket etmeleri ve ülkedeki bu gerginliği çözmeye çalışmaları doğrultusundaki çağrılara araştırmamızın sonuçlarının katkıda bulunacağını umuyoruz.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yerel yönetimlerdeki partililer ve atadığı kadroların ne gibi uygulamaları olduğunu daha iyi bilmesi, laik kesimde hangi uygulamaların kaygı yarattığını daha iyi anlayabilmesi ve bu uygulamaların Anadolu kentlerindeki dini cemaat faaliyetleri ve zaten halkta mevcut olan farklı kimliktekilere karşı önyargıyla birleştiğinde ne gibi bir ortam yarattığını görmesi bundan sonraki politikalarında parti yönetimine yol gösterebilir.
Etnik, dini, ya da laik kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğradıklarını belirten, küçük kentlerin muhafazakâr ortamında kıstırılmış hisseden, iktidar odaklarından uzak oldukları için mesleki yaşamlarında sıkıntı çektiklerini anlatan, iktidarın ve cemaatlerin parasal gücü karşısında kendilerini ezik ve dışlanmış gören, haklarını arayamadıklarını, aramaya kalksalar bile kendilerini dinleyecek merci bulamadıklarını söyleyen insanların bize aktardıklarını kamuoyunun "duyması", yukarıda değindiğimiz kamplaşmanın tarafları arasındaki diyalog eksikliğinin giderilmesine yardımcı olabilir umudunu taşıyoruz.
Yukarıda değindiğimiz gibi, araştırmamızın nihai amacı, Türkiye'de giderek keskinleşen laiklik konusundaki bölünme ve çatışma ortamının her iki taraftan da gelebilecek otoriter seçeneklere sığınarak değil sağduyu ve konsensüs politikalarıyla giderilmesi, demokrasimizin kurumsallaşması, insan ve vatandaş haklarına saygılı bir hukuk devletinin geri dönülmez biçimde sağlamlaştırılması, demokrasiye geçtiğimiz 1946 yılından bu yana iktidar ve muhalefet partileri arasında bir türlü kurulamayan yapıcı eleştiri geleneğinin yerleşmesi, iyi vatandaş eğitimine dayalı topyekûn bir seferberlik stratejisi izlenerek halk arasında farklı kimliktekilere karşı olan önyargı ve ayrımcılığın giderilmesi gibi konularda hem iktidara hem de muhalefete sorunlu alanlar hakkında bilgi vermektir.
Bu bağlamda, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana kamuoyu gündeminin ilk sıralarını işgal eden laiklik sorununun ancak otoriter seçeneklerle çözümlenebileceğini düşünenlerin, sorunu daha da derinleştirdiklerini ve toplumsal barışı sağlayacak akılcı çözümlerin devreye girmesini geciktirdiklerini düşünüyoruz.
Notlar
(1) Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Değişen Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul, TESEV, 2006, 79-80. Yukarı
(2) Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak, Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul, TESEV, 2000, 100-18. Yukarı
(3) Ersin Kalaycıoğlu ve Binnaz Toprak, İş Yaşamı, Üst Yönetim ve Siyasette Kadın, İstanbul, TESEV, 2004, 95. Yukarı
(4) Hakan Yılmaz, Türkiye'de Muhafazakârlık, Açık Toplum Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projesi desteğiyle yürütülen kamuoyu araştırması, yayımlanmamış rapor, 2005, 13. Yukarı
(5) Bu konuya değinen birkaç örnek için bkz. Hasan Hüseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, 3. cilt, Rehber, 1989; Nilüfer Göle, Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Metis, 1991; Aynur İlyasoğlu, Örtülü Kimlik, İslamcı Kadın Kimliğinin Oluşum Öğeleri, Metis, 1994; Ruşen Çakır, Direniş ve İtaat, İki İktidar Arasında İslamcı Kadın, Metis, 2000; Örtülemeyen Sorun Başörtüsü, Temel Boyutları ile Türkiye'de Başörtüsü Yasağı Sorunu, AKDER, 2008; Binnaz Toprak, Islam and Political Development in Turkey, Leiden, E.J. Brill, 1981; Binnaz Toprak, "Islam and Democracy in Turkey", Turkish Studies, cilt 6, sayı 2, Haziran 2005, 167-87. Yukarı
(6) Çarkoğlu ve Toprak, 2000, 69; Çarkoğlu ve Toprak, 2006, 30. Yukarı
(7) Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Bölgesel Gelişme, 2003. Yukarı
(8) Yukarıda, "laik", "İslami", "liberal", ya da "ulusalcı" gibi sıfatları tırnak içine almamızın nedeni, bu sıfatlara hiçbir değer yargısı yüklemediğimizi göstermek içindir. Kamuoyunda bu sıfatlar sıkça kullanıldığı ve kimlere gönderme yapıldığı bilindiği için biz de kullanıyoruz. Bundan böyle bu kelimeleri tırnak içinde belirtmeyeceğiz. Yukarı