Ayşe Çavdar, “Çeteler, çıkarlar ve tutkular”, Aktüel, Şubat 2008
Hayatın tutkudan arındırılması sürecinin bireysel yaşamların ötesinde, modern toplumun ağız tadı bağlamında neye tekabül ettiğini anlatan bir kitap yayınlandı geçtiğimiz günlerde. Tutkular ve Çıkarlar: Kapitalizm Zaferini İlan Etmeden Önce Nasıl Savunuluyordu, tutkulu bir akademisyenin kesinlikle edebi nitelik taşıyan bir çalışması. Hirschman, kapitalizmin neden can sıkıcı bir düzen olduğunu anlatıyor. Tutkusuzluğumuzun neden olduğu can sıkıntısının, ağırlıklı olarak 17 ve 18. yüzyıllarda bir toplumun nasıl yönetileceği sorusuna cevap arayan düşünürlerin attıkları bir nevi kazık olduğunu söylüyor. Hirschman’a göre söz konusu düşünürler, “çıkarların yalan söylemeyeceklerini” keşfettiler, çünkü onlara göre “çıkarlar üzerine kurulmuş bir dünya daha öngörülebilir, dolayısıyla yönetilebilir” bir dünyaydı. Oysa tutkuların insanları nereye sürükleyebileceği bilinemezdi ve tutkularını ön planda tutan insanlar kolay kolay yönetilemezlerdi.
İsimlerini burada sayamayacağım söz konusu düşünürler daha da ileri gittiler ve “çıkar temelli insan davranışlarının öngörülebilirliğinden en fazla faydayı sağlamanın, öngörülebilirliği bireylerin ekonomik etkinlikleriyle ilgili olarak kullanmakla mümkün olabileceği”ni dikte ettiler. Dolayısıyla, iradelerimizi yönetmeye talip olanların tek yapması gereken bizlere kimi çıkarlar vadetmeleriydi; daha konforlu, güvenli, zengin yaşamlar, iyi gelecekler, uzun ömürler...
İlk bakışta mantıklı görünüyor, ama Hirschman bütün bunların o kadar da mantıklı olmayabileceğini düşünüyor. Ve bu noktada James Steuart’tan bir alıntı yapıyor: “Bir halk çıkarını düşünmese, yönetilmesi imkânsız olurdu. Herkes ülkesinin çıkarını değişik biçimde görür ve birçoğu da ülkenin çıkarını el üstünde tutmaya çalışırken yıkımına katkıda bulunabilir.”
Bu alıntı aklıma, 22 Ocak sabahı okuduğumuz haberleri getirdi. Ergenekon Operasyonu’yla bir “bu ülkenin çıkarlarını en çok düşünenler çetesi” daha tutuklandı. Bu insanlar ülkelerinin çıkarlarını o kadar düşünüyorlardı ki, aynı ülkenin yasalarını hiçe sayarak, o ülkeden aldıkları güçle insan öldürmeye, darbe yapmaya, o ülkenin sıradan insanlarının kendilerini daha az saygın ve güvende hissetmelerine neden olmaya yetkin hissediyorlardı. Aralarında emekli askerler, halihazırda avukatlık yapanlar, mafya babaları vs. vardı. Hepsi de belli bir gücü tecrübe ediyor gibiydiler; bu ülkenin çıkarlarını koruma fikrinin ve vatanseverlik iddiasının kazandırdığı bir gücü. Kendilerinden fazlasıyla emin görünüyorlardı.
Hirschman’ın pek çok kitabı arasında biri daha var ki, buradan okunduğunda, bu türden vatanseverlik gösterilerinin aynı ülkede yaşayan başkalarına ne yapabileceğini gösteriyor. 1970’te yayımlanan Exit, Voice, and Loyalty (Terketme, Sesini Yükseltme ve Sadakat) adlı kitabında Hirschman özetle şunları söylüyor: Terketme fiziksel bir nitelik taşımak zorunda değil, zihinsel ya da duygusal da olabilir. Yani fiziksel olarak bir ülkede varlığınızı sürdürüyor olabilirsiniz, ama söz gelimi o ülkenin yönetimine katılmıyorsunuz, olup bitenlere ilginizi kaybediyorsunuzdur. Vatandaşlık görevlerinizi yerine getirmez ya da bir şeylerin daha iyiye gitmesi için isteğinizi kaybedersiniz.
Böylesi “ülkesini çok sevenler çeteleri”nin yaptığı asıl şey bu işte. Bir şeylerin daha iyiye gitmesi için isteğimizi kaybetmemize neden oluyorlar. Seveceğimiz varsa da sevmiyoruz bu ülkeyi, devam etme hevesini öldürüyorlar. Ve yaşadığımız ülkeyle aramıza soktukları mesafede varlıklarını sürdürüp, çıkarlarını maksimize ediyorlar. Kötü olansa bunu son derece tutkulu bir şekilde yapmaları ve kimi canı çok sıkılanların da bu tutkunun albenisine kapılıp gerçekte olup bitenleri anlayamamaları. Hirschman’ın anlatmaya çalıştığı da bu; çıkarların kendisi bir tutku nesnesi haline geldiğinde işler içinden çıkılmaz hale gelebiliyor ve kendini soğukkanlı bir biçimde kurumsallaştıran kapitalizm şimdi tüm dünyada olduğu gibi yolunu kaybedebiliyor. Hiç akıldan çıkmaması gereken bir de sorusu var Hirschman’ın: “Hangi toplumsal düzen hem güçlü bir biçimde çeşitli sorunları çözeceği beklentisiyle uygulandığının, hem de açık ve korkunç bir biçimde başarısız olduğunun bilinci karşısında uzun süre varlığını sürdürebilir?”