Önsöz, Jean Guilaine ve Pierre Rouillard, s. 11-15.
Bu deneyimin de çevre düzeni yazarın tercihli alanı olan Akdeniz' den oluşsa da, Fernand Braudel'le karşılaşmayı hiç beklemediğimiz bir saha işte: tarihöncesi ve antik dünya. Ama insan coğrafi sürekliliklerin ve determinizmlerin sözcülüğüne soyununca, on yıllar boyunca hem temel yapılarının hem de en küçük ayrıntılarının izini sürdüğü bir tarihsel örgünün ilk ortaya çıkışının cazibesinden, kökenlerin baştan çıkarıcılığından kendini alabilmek mümkün mü?
Braudel, L'Identité de la France (Fransa'nın Kimliği) adlı eserinde "Tarihöncesi tarih değildir demeyin" uyarısında bulunmuştu. Bir neolitik çağ veya öntarih arkeologu bu ifadenin altına hiç duraksamadan imzasını koyacaktır. Hatta şunu da ekleyebilirdi: "Tarihi tarih yapan yazıdır demeyin." Neolitik, kalkolitik ve tunç çağlarının çoğu yazısız olan ilk tarım, metalürji ve sonra da kent uygarlıklarını kazmış, araştırmış, tahlil etmiş, çözümlemişseniz, bu çağların tarihinin ana hatlarıyla yazılabileceğini, orada kimlik üretiminin, toplumsal rollerin, seçkinler arası rekabetin, ekonomik değişimlerin, günlük hayat içinde varoluşun izlerinin sürülebileceğini de bilirsiniz. Ur'da, Kalde'de gömülen kral aileleriyle Anadolu' daki Alacahöyük'te MÖ 2500'de gömülenler arasında ne fark var? Birinciler "tarih"e, ikinciler "tarihöncesi"ne mi ait yani? Kof bir ayrım. İlk yaratılışlar ve ilk kuluçkadan çıkışlar devrine doğru elden geldiğince uzanma yönündeki bitip tükenmez arayış buradan kaynaklanıyor. Tarihçi bu anlamda tasarruf tedbirleri uygulayıp, en eski yerleşik uygarlıklardan vazgeçemez. Çünkü her şey o devirde belirlenmiş, hiyerarşik toplumlar, vaktinden önce gelişmiş bazı kentlerin ağırlığı, jeokültürel uzamlar, dinsel gelenekler, kısacası kavimlerden halklara geçişler hep o zamanlarda şekillenmiştir.
Bazıları Braudel'in bu yeni meydan okuması karşısında şaşırabilir. Ama onu eserinin bütünü içinde yerli yerine oturtalım. 1969' da okuyucusunu tüm Akdeniz'e sürükler ve bu yolculuğu eksiksiz tarihsel derinliği içinde, tarihöncesinden Roma fethinin tamamlanmasına kadar yaptırırken, sadece yolculuk zevkini tatmin etmekle kalmaz (böyle bir zevkin varlığı da inkâr edilemez); aynı zamanda "insanların yaşadığı tüm zamana yayılacak kadar geniş tutulmadığı sürece tarihin anlaşılamayacağı" konusundaki kesin kanaatini de bizlerle paylaşır. Uzun bir zaman dilimi ve coğrafya, çünkü coğrafya, Mezopotamya'daki, Mısır'daki ilk yaşam anlarından herhalde Fernand Braudel'in en sevdiği bölge olan Toscana'daki Etrüsk uygarlığına kadar, her büyük kültürel ve siyasal yaratının yerli yerine oturtulmasında hemen varlığını hissettirir. Civilisation matérielle et capitalisme (Maddi Uygarlık ve Kapitalizm) yayımlandıktan (1967) iki yıl sonra, Civilisation matérielle, économie et capitalisme (Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm) henüz gelişme aşamasındayken arada kaleme alınan bu tarihöncesi ve antik Akdeniz eseri, bir ölçek değişimine tanıklık ediyor. Fernand Braudel ekonomik incelemenin dışına çıkıyor, Akdeniz kıyıları boyunca uzanıp Akdeniz'i şekillendiren uygarlıkların terazinin kefesini bir o yana bir bu yana eğmeleri ve birbirlerine eklemlenmeleri üzerine düşünüyor: O zaman çıktığı keşif gezisi artık yüzyıllarla değil binyıllarla ölçülüyor, Fransa'nın Kimliği'nde de görülen uzun vadeli yaklaşım son noktasına erişiyor.
Dolayısıyla bu deneme bize sağlıklı geliyor. Hatta, büyük uzamlar ve uzun süreler tarihçisinin, genellikle kendi partikülarizmleri ve özgül sorgulamaları içine gömülüp kalmış öntarih uzmanına görüşünü ve ustalığını taşıması anlamında, mükemmel bir karşı-kanıt olarak da görülebilir bu durum. Bu nedenle elinizdeki eser belli anahtarlar verebilir, yeni yollar açabilir, cevaplara neden olabilir. Bazıları bundan ürkecektir: İş takipçisi ve merkantilist 16. yüzyılın izdüşümünü bambaşka bir antik dünyaya yansıtma tehlikesi yok mudur ortada? MÖ II. binyılın doğu limanlarının kozmopolitizmini veya arkaik bir Yunan sitesinin ticari bakımdan dışa açılmasını Rönesans kentlerinin kaynaşmasına benzeten Atina, Sparta ve Thebai arasındaki kavgaları "modern" İtalyan şehir devletleri arasındaki yarışmayla kıyaslayan, kolonizasyon döneminde Batı Akdeniz havzasını Egeli göçmenlerin düşlerini süsleyen bir "Far West" [Uzakbatı] gibi yorumlayan, "Amerikalı" Kartaca'dan söz eden Braudel böyle bir tehlikeye sık sık atılsa da, asla kendi kurduğu tuzağa düşmüyor. Adaları, ovaları, dağları, insanları ve zamanı ancak inandırıcı olabilecek varsayımlar ileri sürecek ve hiç güven telkin etmeyen spekülasyonları da basit soru işaretleri şeklinde sunacak kadar iyi tanıyor. Bu nedenle uzmanların kaçtığı, cevap bulma olanağına sahip olmadığı için hiç sormamayı, gündeme getirmemeyi tercih ettiği son derece yerinde soruları ortaya attığı, benzerlikleri vurguladığı, koşutlukları belirttiği için ona teşekkür borçluyuz aslında. Büyük blokların, derin kopuşların veya İskender'in fetihlerine, hatta (önce Batı'ya yönelse bile) Roma'nın fetihlerine varıncaya dek, terazinin Doğu'dan yana çok ağır basmasının tahlilleri, birçok nirengi noktası oluşturuyor. Tarihin kilit öneme sahip eklemlenmelerinden birini, Braudel çok güçlü bir kavram halinde sunmayı biliyor: "dünya ekonomisi" 16. yüzyıl için geçerli olduğuna bizi ikna edebildiği bu kavrama antikçağın bazı dönemleri için başvurmamış. Tüm Avrupa'yı işin içine katan bir bakış açısıyla demir çağını inceleyen bir meslektaşımızın bu kavramı "gereğince kullanması" Braudel için –kuşkusuz hoş– bir sürpriz olurdu.
*
Bu eser yeni değil. 1969'da yazılmış, sonra sümen altına itilmiş. Altmışlı yılların sonunda radyo-karbon keşfinin etkisi bazı zamandizinleri henüz derinlemesine değiştirmemişti; Yakındoğu'da neolitik ve kalkolitik çağlara ilişkin bulunan dağınık haldeki veriler bugünkü gibi genellemelere gidilmesine izin vermiyordu; pek çok kişi Batı megalitizmini metalürji ile aynı ölçekte yaygınlaşmış bir süreç olarak görüyordu; Deniz Kavimleri'nin, Etrüsklerin veya Kimberler ile Tötonların göçleri ölçüsüz bir çapa erişiyor veya asla sahip olmadıkları bir yer işgal ediyorlardı.
Sonuçta kendi devrinin akademik yaşamını paylaşan Braudel, her şeyin başlangıç noktası olarak uzaktaki Doğu'nun insanlarını gösterir veya MÖ I. binyılın sunumunu üç halkla –Fenikeliler, Etrüskler, Yunanlar– sınırlayıp, Akdeniz'in yaratılmasında aynı oranda payları bulunan Liguria, Kelt ve İberia'yı dışlarken bu çerçevenin dışına çıkmaz. Altmışlı yılların sonunda üniversitede öğrenci olanlar, o sırada aldıkları bilgileri hatırlayacaklardır: Fenikeliler hakkında (yazıyı bulmaları ve Pön savaşlarının Kartaca'sında tofet(*) uygulaması dışında) hemen hiçbir şey; Etrüskler (ve oluşturdukları "gizem", bu "gizem" Braudel'in de içini kemirip durur) hakkında birkaç ders vardır. Yunanistan ise iki imtiyazlı bölüm halinde mevcuttur: kolonizasyon dönemi ve klasik Atina. Fernand Braudel'in bakışı bu günlük üniversite çerçevesiyle, Akdeniz uygarlıklarının tüm cephelerini dikkate alacak bir formasyonun bürünebileceği (böyle bir şey hâlâ gerçekleşmemiştir) görünüm arasında (veya ötesinde...) bir yerlerdedir. Ama sürekli yenilenen arkeolojik malzeme yığılması aşılıp, konuya temel sorunlar perspektifinden bakılırsa, öze ilişkin soruların süreklilik arzettiği, en güzel keşiflerin ardından bile bu soruların varlıklarını koruduğu fark edilir. Zaten yazar da zamanın getirdiği belirlemelerin veya en heyecan verici buluntuların pırıltısının ötesinde, bu soruları gündeme getirmek istemiş, zaman zaman da tecrübesine dayanarak bunlara bazı yanıtlar önermiştir.
Ayrıca bu kitapta neolitik köylülerin fetihleri, bilim ve sanat alanlarında son derece bereketli bir Doğu, yorulmak nedir bilmeyen Fenikeli gemiciler ve tüccarlar, yazı, İon felsefesi veya Roma hukuku gibi muazzam kazanımlar karşısında her an büyülenen bir Braudel'le karşılaşıyoruz. Modern çağların tarihçisi, peşinden koşup durduğu tüm evreleri, hep süregiden ticaret evresini, ticarete bağlı olarak ortaya çıkan ve onu da kolaylaştıran Fenike alfabesi evresini hep birer devrim olarak sunar; arkaizm döneminin sonunda yerleşen biçimiyle Atina'nın işleyişi de devrimci bir dönüşüm olarak nitelenir; aynı şekilde nitelenen bir diğer gelişme de Roma Cumhuriyeti'nin ortaya çıkışıdır. Aynı zamanda, satır aralarında tarihe yönelik farklı bir okuma önerir, Yunanistan ve Roma gibi iki devi sarıp sarmalandıkları efsanevi havadan sıyırır, onları kendilerinden önce gelen uzun hazırlık dönemlerinin becerikli toparlayıcıları olarak algılar. Üstelik, Roma'nın üzerinden silindir gibi geçtiği halklara, yani Etrüsklere ve Kartacalılara bir düşkünlüğü vardır Braudel'in. Bu anlamda sadece zenginlere ve güçlülere atfedildikleri bilinen bazı şanlı vasıfları tamamen yadsımak değilse bile, en azından biraz hafifletmek ve mağlupların da hakkını biraz olsun teslim etmek için zaman zaman tarihi yeniden yazmak gerekli görünüyor. Önceden belirleyici başarıları gerçekleştirip, yolları açan Doğu olduğu halde, özellikle teknik veya sanat alanlarında Yunanistan'a da hak ettiğinden fazlası verilmemiş midir örneğin?
Olaylar söz konusu olduğunda, karşımıza onların sonuçlarını, büyük jeopolitik kümelerin gelişimi üzerindeki etkilerinin gerçek olup olmadığını, tarihçiler tarafından haddinden fazla önem verilmiş bazı bozgunlara yüklenmesi gereken anlamı –mağlupların görüşü– sorgulayan bir Braudel çıkıyor. Düzenli aralıklarla yinelenen çekişmelerin tortularına karşın, zor sınavlardan geçebilen, istikrarlı bloklar anlayışı hissediliyor: Braudel'in tarih felsefesine göre, kitlelerin ağırlığı zaman eğrisiyle uyumludur ve tarihöncesinden itibaren "melezleşmiş, karışmış bir insan" oluştuğuna ilişkin güçlü inançla kontrpuan oluşturur.
Kanaatlerinden güç alan bilimadamı kişiliğinin arkasındaki Öğretmen kimliği de hep yerindedir; İskender'i sadece ve çok fazla Doğu ile uğraşmakla suçlar (Batı havzasında yetişmiş bir insan açısından affedilemeyecek bir hata); onu ilk çalışmalarında yönünü henüz bulamamış bir doktora öğrencisiymiş gibi azarlar veya Roma' yı Akdeniz sınırlarının ötesine geçip yolundan saptığı için paylar.
Eserin son, ama en önemli yönlerinden biri de bizi, belgelerle top gibi oynamayı, onlara hedefi tam ortasından vuran sorular sormayı, hiç beklenmedik boyutlar katarak ayrıntıyı canlandırmayı, ilk bakışta parçalanmış, ilgisiz görünen durumlar arasında yakınlıklar kurmayı, dağınık öğeleri bir araya toparlamayı ve bunun da ötesinde çarpıcı anakronizmaların üzerinden sıçrayıp geçmeyi bilen o sihirbaz hikâye anlatıcısıyla, yazar Braudel'le karşı karşıya bırakmasıdır.
Kitap bu anlamda insana güç katıyor, diriltiyor. Tarihöncesine ve antik dünyaya yabancı birinin değil, kıdemli bir Akdeniz âşığının ürünü o; bu âşık, Akdeniz'in emekleme dönemlerini, ansiklopedik bir bilgi birikimiyle zenginleştirerek gözlerimizin önüne seriyor. Akdeniz'in masmavi göğünün altında siluetleri beliren megalitleri, ehramları, Yunan tapınaklarını veya bazilikaları resmeden sayfalar, ebediyen şimdiki zamanın parçası olmuş bir geçmişin görüntüsünü taşıyorlar bize.
Notlar:
(*) Fenikelilerde insan kurban edilmesi töreni ve bu törenin yapıldığı alan –ç.n.Yukarı