Akdeniz, Fernand Braudel , s. 9-12.
Bu kitapta gemiler yol alır; dalgaların şarkıları sürer gider; bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Rivierası'na inerler; Provence'da, Yunanistan'da zeytinler toplanmıştır; Venedik'in durgun sularında ya da Cerbe kanallarında balıkçılar ağ çeker; tekne yapımcıları, vaktiyle yapılan teknelere benzer tekneler yapar... Ve biz yine, onlara göre, zamanın dışında olduğumuzu fark ederiz.
Giriştiğimiz deneme, geçmişin ve bugünün sürekli karşılaşması, birinden ötekine sürüp giden bir geçiş, açık yürekle çağrılan iki sesli, sonsuz bir türküdür. Bu diyalog, birbirine yansıyan sorunlarıyla bu kitaba bir ruh verirse, amacımıza ulaşmış olacağız. Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün sorunları –hatta kaygı ve sıkıntıları– adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir. İnsanların kendilerine yarattığı başka hiçbir dünya Akdeniz kadar kanıtlayamaz bunu; çünkü Akdeniz'in kendini anlatmasının, kendini tekrar tekrar yaşamasının sonu gelmez. Kuşkusuz zevki için olduğu kadar, gerektiği için de yapar bunu. Geçmişte var olmuş olmak, varlığını bugün de sürdürmenin bir koşuludur.
Nedir bu Akdeniz? Binbir şeyin hepsi birden. Bir manzara değil, sayısız manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık değil, birbiri üzerine yığılmış birçok uygarlık. Akdeniz'de gezen, Lübnan'da Roma dünyasını, Sardinya adasında tarihöncesini, Sicilya'da Yunan kentlerini, İspanya'da Arap varlığını, Yugoslavya'da Türk İslamı'nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta'daki kocaman taş yapılara ya da Mısır piramitlerine dek uzanır. Bugün hâlâ yaşayan çok eski şeylerin yanında, aşırı modern şeylerle karşılaşır: Aldatıcı bir durgunluk içindeki Venedik'in yanında Mestre'nin yoğun sanayi yerleşimini, hâlâ Ulysses'in teknesinin bir eşi olan balıkçı kayığının yanında deniz dibini tarayan balıkçı gemilerini ya da o koca koca tankerleri görür. Bu, hem adaların antik dünyasına dalmak, hem de her türlü kültür ve kazanç akışına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karşısında şaşkınlığa düşmek demektir.
Bütün bunlar Akdeniz'in çok eski bir yol kavşağı olmasındandır. Binyıllardan beri, her şey ona koşmuş, tarihinin altını üstüne getirip onu zenginleştirmiştir: insanlar, yük hayvanları, arabalar, gemiler, fikirler, dinler, yaşama sanatları. Hatta bitkiler bile. Bunların birçoğunu Akdenizli sanırsınız; oysa zeytin, üzüm ve buğday dışında –bunlar çok erken yerlerini almış olan yerli bitkilerdir– hemen hemen hepsinin doğum yeri denizden uzaktadır. Eğer İÖ 5. yüzyılda yaşamış olan tarihin babası Herodotos bugün bir turist kafilesine katılıp geri gelseydi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşerdi. Lucien Febvre şöyle yazar: "Onun Doğu Akdeniz gezisine şimdi çıktığını düşünüyorum. Şaşıp kalacağı ne kadar çok şey olurdu! Bu koyu yeşil yapraklı bodur ağaçların altın renkli meyvelerini, portakalları, limonları, mandalinaları ömründe gördüğünü hatırlamıyordu. Elbette, çünkü bunları Araplar Uzakdoğu'dan getirdiler. O acayip, tuhaf görünüşlü, saplarında çiçekler açan, kaktüs, agave,(*) aloes,(**) frenk inciri gibi yabancı adlar taşıyan dikenli bitkiler; onları da ömründe görmemişti. Elbette, çünkü bunlar Amerikalı'ydı. Yunanca ökaliptus adını taşıyan soluk yapraklı bu kocaman ağaçlarla hiç karşılaşmamıştı. Elbette, çünkü bunlar da Avustralyalı'ydı. Serviler derseniz, Acem kökenli. Bunlar işin dekorla ilgili yanı. Ya besinler, sürpriz sürpriz üstüne: Peru'dan gelen domates, Hint kökenli patlıcan, Guyana biberi, Meksika mısırı, Arapların hediyesi pirinç; fasulyeden, patatesten, Çin dağlarından inip İran tabiyetine geçen şeftaliden, tütünden hiç söz açmayalım." Oysa bütün bunlar Akdeniz çevresinin malı olmuş. "Bugün portakal ağacından yoksun bir Riviera, servi ağaçları olmayan bir Toskana, baharat satılmayan bir çarşı düşünebilir miyiz hiç?" (Lucien Febvre, Annales, XII, 29).
Akdeniz insanlarının bir listesini yapsaydık, kıyılarında doğmuş olanları ya da uzak çağlarda Akdeniz sularında yelken açmış, onun sekili topraklarını, tarlalarını işlemiş olanların çocuklarını, sonra zaman içinde birbiri ardına gelip buraları işgal edenleri alt alta yazsaydık, bitkilerin, meyvelerin adlarını sıralarken kapıldığımız duyguya kapılmaz mıydık?
Yer şekilleriyle olduğu kadar insanlarıyla da bir kavşak olan, birbirine zıt öğeleri kendinde barındıran Akdeniz, anılarımızda uyumlu bir imge, her şeyin birbiriyle kaynaşıp özgün bir bütünde toplandığı bir sistem gibi canlanır. Akdeniz'in bu tartışılmaz bütünlüğünün, bu köklü varlığın sırrını nasıl açıklamalı? Konuyu birkaç yönden ele almak gerek. Doğanın bu alanda emeği büyük ise de, bu her şeyi açıklamaya yetmez; inatla birleştirici bir rol oynayan insan da her şeyi açıklamaya yetmez. Bunu, hem doğanın sunduğu lütuflar ya da yağdırdığı lanetlerle –iki duruma da bol bol rastlarız– hem de insanların dün olduğu gibi bugün de sürüp giden sonu gelmez gayretiyle açıklayabiliriz. Yani sonsuz rastlantıların, felaketlerin ve doğa karşısında tekrar tekrar kazanılan başarıların toplamıyla!
Bu kitabın amacı, bu deneyim ve başarılar arasında ortaklıklar aramaktır, bugünün ışığının çoğu kez onlara uygun düştüğünü, bugün gözlerimizle gördüğümüz şeylerden hareketle dünün yargılanabildiğini, anlaşılabildiğini –ya da bütün bunların tersinin de geçerli olduğunu– kanıtlamaktan çok, bu deneyim ve başarıların ancak bir bütün olarak ele alındıklarında anlaşılırlık kazandıklarını kanıtlamaktır. Akdeniz, tarihe bir "başka" yaklaşım tarzı sunmak için güzel bir fırsattır. Çünkü gördüğümüz ve sevdiğimiz haliyle bu deniz, bizi şaşkınlığa düşüren geçmişiyle, kanıtların en açık seçik olanıdır.
Notlar:
(*) Nergisgillerden bir Meksika bitkisi. (ç.n.)Yukarı
(**)Zambakgillerden bir süs bitkisi, sarısabır. (ç.n.)Yukarı