Mahmut Temizyürek, “Bilim eril mi, dişil mi?”, Radikal Kitap Eki, 20 Nisan 2007
İstanbul kuşatıldığında bile tartışılmaya devam edilen 'melekler erkek mi dişi mi' konulu teolojik tartışma, din açısından bakılırsa, hiç de saçma bir tartışma değildi. Din adamları, meleklerin cinsiyetinin belirlemesinden daha nice toplumsal cinsiyet önermesi çıkaracaklardı, çıkardılar da.
Melekler çağı egemenliğini çoktan yitirdi, üç dört yüzyıldır bilim çağındayız. Bu çağda da o tartışmayı hatırlatacak nitelikte, ama hayati önemde bir soru sorulacaktır: Bilimin bir cinsiyeti var mı?
Bugüne kadar, bilim adamlarının belirli özellikleri gözlemlenmiş, tartışılmıştı. Örnekse, bilimcilerin, çok kez 'kişisel varoluştan nesnel gözlem ve anlayış dünyasına kaçarak' yaşamayı yeğlemeleri konusu. 'Aritmetik kuralları kadar gayrı şahsi ve insani değerlerden azade bir gerçeklik duygusuna tutkuyla sarıldıkları' eleştirisiyle bile karşılaştılar. Bu bir yakıştırma değil, Einstein gibi bir bilim adamının itirafıydı. Eleştirilen şuydu: Bilim adamları, kişisel düzeyde zorlandıkları zaman, bilime ait bir erişilmezlik zırhına bürünürler. Alanlarının özel ve yoğun bilgisi onları ayrıcalıklı kılar, bu konum bilgisi işlemeye başladığı anda, karşısındaki herkesi sıradanlaşır. "Bilim işte budur" diye konuşurlar; ama aynı dilde konuşan başka ve karşıt yüzlerce bilim cemaati daha vardır. Laboratuvar güvenliğinde kurulmuş dünyalarının 'nesnellik', 'akıl' gibi sarsılmaz güçte kutsal kaleleri, yine başka bir bilim cemaati tarafından kuşatılmışsa, biraz kulak kabartırlar dışarıdaki seslere, o kadar.
Bu bilim cemaatlerin aslında, başka birçok cemaate benzer biçimde 'erkek cemaatler' olduğunu ilk söyleyen feministler oldu. Başlangıçta pek dönüp de bakılmadı bile bu eleştiriye, feminist çevreler arasında yankılandı yalnızca. Ne zaman ki, tam da o cemaatten, bilim insanları içinde etkin rol almış birileri tarafından 'bilimin eril bir proje' olduğu söylendi, ortalık şöyle bir dalgalandı. Bilimin cinsiyeti epistelomojik bir düzeye yükseldi birden. Tartışmayı açanlardan biri matematiksel biyofizikçiydi. Tam içerden biri, Evelyn Fox Keller.
Doğayı köle yapmak
1970'lerin ortasında Keller'ın sorduğu soru yalın ve naifti aslında: 'Bilimin doğası erillik fikrine ne kadar bağlıydı ve başka türlü olsaydı bu durum bilim açısından ne anlam ifade ederdi?' Soru tam da bu kadardı. O güne kadar, Keller'ın yaklaşımı da, pratiği de bu soruyu akla getirmeyecek kadar, getirse de saçma bulacak kadar erildi aslında. Öyle yetişmişti o da. Feminizm dalgası, onun da gözünü açmış kendine ve çevresine bakabilmişti. Görmüştü ki, bilim dünyası da eril bir dünya. Yeni de değil üstelik tarih boyunca böyle bu. Bilimin en eski babalarından Francis Bacon'ın bilim felsefesi şu amacı vaaz etmemiş miydi: "Doğayı inansın hizmetine koşmak ve onu kendi kölesi yapmak". Bu dilde ne mi vardı? Bu dil tam da eril, erkekcil (masculinist) dildi, daha ne olsun. Ne mahsuru var diyenlere, bugünkü sonucu hatırlatmalı.
Sonuç mu ne oldu? Artık bunu kimse üzülmeden yanıtlayamıyor. Doğanın köleleştirilmesi, onu insanın buyruğuna sokma tasarımı, bu eşsiz gezegenin yok edilmesi sonucuna doğru hızla gidiyor. Kimi bilimcilere göre artık çok geç, geri dönüş bile yok. İşte erkekçil bilimin zaferi!
O halde Keller, bu soruyu sormakta son derece haklıydı: 'Bilimin doğası erillik fikrine ne kadar bağlı?' 'Başka türlü olsaydı, sonuç ne olurdu?' Sorudaki umut şuradaydı: Biyolojik anlamda değil, kültürel anlamda kadın doğulmuyor kadın olunuyorsa, erkek doğulmuyor kültürler onu erkek yapıyorsa, bilimim de bu toplumsal cinsiyet belirlemesinden etkilenme olasılığı mümkündü. Ama bugüne kadar nesnelliğin ve aklın erkekçil, duygusallığın ve öznelliğin dişil diye ayrıştığı toplumsal cinsiyet bölümlenmesinde bu nasıl mümkün olabilir?
Keller, o güne kadar bilimin dilindeki bu eril anlamların doğal, aşikâr bir şey olduğunu düşünmekten olumsal ve iç karartıcı olduğunu düşünmeye başladığında, dahası, bunların da yüzeydeki kozmetik kalıntılar değil, derine işlemiş bir içkinlik taşıdığını görmeye başlayınca bilim tarihinin ve var olan bilim projesinin topyekûn bir sorgusuna girişti. Bu sorgu onu bilimin reddine değil, tam aksine daha güçlü bir sahiplenme ile sorgulanmasına götürdü.
Benlik imgesi
İşte, Batı'da 1985 yılında yayımlandığında bilim çevrelerinde ilgiyle karşılanan, tartışmalar açan Toplumsal Cinsiyet ve Bilim Üzerine Düşünceler, bu sorgulamanın belli başlı dokuz makalesini içerir. Bu makaleler, bilim çevrelerinin en çok tartıştığı metinler olmayı da hak etmiş ve bir tabuyu yıkmaya değilse de sarsmaya yol açmıştır.
Kitap üç bölümden oluşuyor. Giriş'te yazar, bu düşünceye ulaşma serüvenini içtenlikli bir dille anlatıyor. Keller'ın da borçlu olduğu feminist düşüncenin doğuş ilkelerinden biri de 'kişisel olanın siyasal olduğu' ilkesiydi. Yazar bu sözün kapsamını açıyor. Bu sözün kapsamı, tarihten psikanalize, doğa bilimlerinden teknolojiye geniş bir alanda çözümlemiyor kitapta.
Keller'ın, Platon'un, Bacon'ın ve on yedinci yüzyıldaki bilim devriminin cinsel diline ilişkin birinci bölümdeki çözümlemesi, şu teze dayanıyor: "Modern bilimin ideolojisi, inkâr edilemez başarısıyla birlikte kendi yansıtma biçimini içinde barındırmaktadır." Bu yansıtmadaki benlik imgesi ise apaçık biçimde erkek benlik imgesidir. Kadın bilimci de olsa bu toplumsal cinsiyet anlayışını belirlediği eril benlik imgesi, bilim tarihine damgasını vurmaktadır. Yazar, ikinci bölümde bu erkek benlik imgesinin psikanalitik analizini yapmaya koyuluyor. Kendisi de psikanalizden geçmiş biri olarak bu alanını kavramlarını kullanmadaki yetkinliği, tezlerinin inanılırlığına ve güvenilirliğine bir kanıt sayılır mı, bu ayrı, ama metne önemli bir yetkinlik kazandırıyor.
Keller'ın düşüncelerinin bir farklılığı da şurada: Birçok feministin savunduğu, bilimin basitçe 'eril bir proje' olduğu ve reddedilmesi gerektiği görüşüne katılmıyor Keller. 'Dişi Bilim' kavramının da yanlışlığını savunuyor. Bunların yerine, "bilimin, eril bir proje olmaktan çıkartılıp insani bir proje olarak yine bilimin içindekilerce düzeltilmesi ve duygusal emek ile düşünsel emek arasındaki, bilimin erkeklere tahsis edilmiş bir alan olarak kalmasını sağlayan işbölümünün reddedilmesi" görüşünü ısrarla savunuyor.
Bilimin cinsiyeti, epistemolojinin bir konusu olarak öteden beri tartışma gündeminde. Dilde biçimlenmiş söylemlerden, seçilen sözcüklerdeki cinsiyet belirten göstergelere kadar her konu tartışmanın içine girmiş durumda. Konu bilimden çıkıp edebiyata da taşındı. 'Kadın yazar', 'erkek yazar' kavramı, kayda değer yeni kavramlarla ve bakış açılarıyla irdeleniyor. Bu konu yalnızca spekülatif tartışmalarla değil, Luce İrigaray'ın Fransa'da yaptığı gibi kadın ve erkek söylemleri üzerine dilsel araştırmalarla sürdürülüyor.
(İrigaray'ın konuya ilişkin bir kitabı, Ben Sen Biz, Farklılık Kültürüne Doğru adıyla İmge yayınlarından çıktı.) Bunun yanı sıra, Michele Le Doeuff gibi felsefecilerin görüşleri hiç de kulak ardı edilecek cinsten değil. (Doeuff'un da bir söyleşisi Fransız Düşünürleriyle Söyleşiler adıyla İmge yayınlarınca karma bir kitapta yayımladı.) Konuya bilimdeki yerinden başlamak gerekirse, Keller'ın kitabı öncelikli konumda.