Giriş, sayfa 9-24.
Başlığı öyle demiyor ama, elinizdeki kitap aslında bir tarih kitabı değil bir felsefe kitabı. Etrafımızı kuşatan ve gerçekliğimizi (dağları, hayvanları ve bitkileri, insanların konuştuğu dilleri, toplumsal kurumları) oluşturan bütün yapıların belli tarihsel süreçlerin ürünü olduğu tezine dayanan adamakıllı tarihsel bir felsefe ama burada söz konusu edilen. Böyle bir felsefi anlayışın, gerçek tarihten yola çıkması tutarlılığı açısından elzem. Fakat, şöyle bir sorun var tabii: Tarihi yazanlar her ne kadar akademik çalışmalar üretseler de, bunu belli bir felsefi bakış açısından yaparlar. Bizi bir kısırdöngünün içine hapsedecekmiş gibi görünen bir durum bu. Fakat tarih ile felsefe –yerleşik dünya görüşleriyle, tarihsel veri toplamakta kullanılan rutin yöntemlerin birbirini ketlemesinde görüldüğü üzere– gerçekliğin nesnel bir değerlendirmesini imkânsız kılacak bir etkileşim içinde olabilecekleri gibi, olumlu bir etkileşime girip bu karşılıklı bağımlılığı verimli bir döngüye de dönüştürebilirler pekâlâ. Dahası, böyle olumlu bir etkileşimin çoktan başladığı, halihazırda devam etmekte olduğu da savunulabilir. Birçok tarihçi Avrupamerkezci bakış açısını terk etmiş, Batı'nın yükselişini sorgulamaya başlamıştır ("Neden Çin ya da İslam dünyası değil?" bugün artık yaygın bir sorudur), hatta bazıları insanmerkezciliği de terk etmiş, anlatılarına insanın tarihi dışındaki tarihleri de dahil etme çabasına girmiştir. Felsefe cephesine baktığımızda da bir kısım filozofun, Fernand Braudel ve William McNeill gibi akademisyenlerin ortaya çıkardığı yeni tarihsel verilerden yararlandığını, bunları geçmişin dogmalarından kurtulmuş, taze kan bulmuş, yeni bir materyalizm için hareket noktası olarak kullandığını görüyoruz.
Gelgelelim tarihsel süreçlerin rolüne dair yeni bir bilinçlilikten etkilenen tek disiplin felsefe değildir. Bilim de bir tarih bilinci kazanmıştır. Son yirmi otuz yıl içinde tarihin fiziğe, kimyaya ve biyolojiye de girdiğini söylersek hiç abartmış olmayız. Doğru, 19. yüzyıl termodinamiği, zaman okunu, dolayısıyla geri dönüşü olmayan tarihsel süreçler düşüncesini fiziğe yerleştireli çok oluyor. Evrim kuramı da, hayvanların ve bitkilerin ebedi özlerin vücut bulmuş halleri değil, tarihsel yapı parçacıkları olduğunu; üretken yalıtım yoluyla birbirine eklemlenen, uyum sağlamaya dönük niteliklerin yavaş yavaş birikmesiyle ortaya çıktıklarını göstermişti. Ne var ki bu iki kuramın klasik versiyonlarının kavramsal mekanizmaları nispeten zayıf bir tarih kavrayışı içerir: Klasik termodinamik de, Darvincilik de tek bir tarihsel sonucun mümkün olduğunu kabul etmişlerdir; termal dengenin sağlanması ya da en uygun tasarıma ulaşılmasıdır bu sonuç. Her iki kuramda da bu noktaya ulaşıldığında tarihsel süreçler durur. Bir anlamda en uygun tasarım ya da enerjinin en uygun biçimde dağılımı bu kuramlar açısından tarihin sonu anlamına gelmektedir.
O halde, tarihsel kaygıların bilimle bugünkü buluşmasının gerisinde bu iki disiplindeki ilerlemelerin bulunması kimseyi şaşırtmamalı. Ilya Prigogine, 1960'larda klasik sonuçların yalnızca toplam enerji seviyesinin her zaman korunduğu kapalı sistemler için geçerli olduğunu göstererek termodinamikte bir devrim yaratmıştı. Sistemin içine ya da dışına yoğun bir enerji akışına imkân verilirse (yani sistem denge durumundan uzaklaştırılırsa), mümkün tarihsel sonuçların sayısında ve tiplerinde büyük bir artış gözlenecektir. Tek ve basit bir kararlılık biçimi yerine, artık bir arada bulunan, çok sayıda, çeşitli karmaşıklık biçimleri (statik, periyodik ve kaotik çekerler [attractor]) vardır elimizde. Üstelik sistem bir kararlı halden diğerine geçtiğinde (çatallanma denilen kritik noktada), küçük akışlar sonucun belirlenmesinde kritik bir rol oynayabilecektir. Dolayısıyla belli bir fiziksel sistemi incelerken, çatallanmaların her birinde gerçekleşen dalgalanmaların doğasını da bilmemiz gerekir; bir başka deyişle, incelediğimiz fiziksel sistemin şimdiki dinamik durumunu anlayabilmek için tarihini bilmemiz gerekir.(1)
Fiziksel sistemler için geçerli olan bu durum, biyolojik sistemler için de geçerlidir. Çekerler ve çatallanmalar, dinamiklerin denge durumundan hem çok uzak olduğu, hem de çizgisel olmadığı, yani bileşenler arasında kuvvetli bir karşılıklı etkileşimin (ya da geri beslemenin) bulunduğu bütün sistemlerin ortak özelliğidir. Söz konusu sistem moleküllerden de oluşsa canlı varlıklardan da oluşsa, içinde dolanan yoğun bir enerji akışı ve geri besleme olduğu sürece sistem, kendi içinde kararlı haller yaratacak, ayrıca bu haller arasında keskin geçişler sergileyecektir. Biyoloji bu çizgisel olmayan dinamik fenomenleri kapsamaya başladıkça –avcılar ile avlar arasındaki evrimci "silahlanma yarışı"nda karşılıklı bir uyarımın gözlenmesi örneğinde olduğu gibi– "en uygun tasarım" kavramı da anlamını yitirecektir. Bir silahlanma yarışında önceden belirlenmiş en uygun bir nihai çözüm yoktur, çünkü "uygunluk" kriterinin kendisi de dinamiklerle birlikte değişmektedir.(2) Sabit bir uygunluk kriterine duyulan inanç biyolojiden silinip giderken, gerçek tarihsel süreçler bir kez daha sahneye çıkar.
İşte böylece, enerjinin denge durumundan ve çizgisel nedensellikten uzaklaşmak, doğa bilimlerine yeniden tarihsel kaygıları aşılamıştır. Bu kitap, genel olarak sosyal bilimlerde, özel olarak da tarih alanında benzer bir hamlenin felsefi düşüncede açacağı imkânlar yelpazesi üzerine bir incelemedir. Bu sayfalar, her biri kabaca 1000 yılında başlayan ve zamanımıza, bin yıl sonrasına ulaşan üç ayrı tarihsel anlatıyla Batı'nın gelişiminin izini sürerek çizgisel olmayan, dengeden uzak bir tarihe dair imkânları araştırıyor. Peki ama böyle bir yaklaşım, daha demin dile getirdiğim amaçla çelişmeyecek mi? Yüzyıl yüzyıl ilerleyen bir gelişim çizgisi izleme düşüncesi zaten özünde çizgisel değil mi? Bu tür sorulara, çizgisel olmayan bir tarih kavrayışının, sunum tarzımla uzak yakın hiçbir biçimde alakası olmadığı cevabını vereceğim; insani tarihsel süreçlerin denge dışı dinamiklerini yüzyıllar arasında ileri geri sıçrayarak doğru dürüst anlama imkânı var mı sanki? Tam tersine burada yapılması gereken metinsel değil, fiziksel bir işlem: Tarih fiziğe nasıl sızdıysa, şimdi de fiziğin insanın tarihine sızmasına izin vermeliyiz.
Bu yönde atılmış önceki adımlar, hepsinden de önemlisi fizikçi Arthur Iberall'ın öncü çalışması bu sızmanın beraberinde getireceği kavramsal değişimlere dair yararlı bir tablo ortaya koyuyor. Iberall, insanlık tarihinin ilk dönemlerindeki büyük değişimlerin (avcı-toplayıcıdan tarımcıya, tarımcıdan kent sakinine geçişin) ilerleme merdiveninde bir üst basamağa varan çizgisel bir gelişme olmadığını, çizgisel olmayan kritik eşiklerin (çatallanmaların) aşılması olduğunu gösteren ilk isimdir herhalde. Daha da önemlisi Iberall, belli bir kimyasal bileşik (örneğin su) nasıl farklı hallerde (sıvı, katı ya da gaz olarak) bulunabiliyorsa, ısı yoğunluğundaki kritik noktalarda nasıl bir kararlı halden diğerine geçebiliyorsa (bunlara faz geçişleri denir), bir insan toplumunun da, yerleşimlerin yoğunluğu, tüketilen enerji miktarı ya da etkileşim yoğunluğu bakımından kritik kütleye ulaştığında bu hal değişimlerini yaşayabilecek bir "madde" olarak görülebileceği düşüncesini ortaya atmıştır.
Iberall, ilk avcı-toplayıcı gruplarını, birbirlerinden ayrı yaşamaları, dolayısıyla nadiren ve düzensiz olarak etkileşime girmeleri anlamında gaz partikülleri olarak görmeye davet eder bizi. (Avcı toplayıcı grupların genellikle birbirlerinden yaklaşık 113 km uzakta yaşadıklarını gösteren etnografik kanıtlardan yola çıkan Iberall, insanların günde yalnızca yaklaşık 40 km yürüyebileceği tahminiyle iki grup arasında bir günlük yoldan daha fazla mesafe olduğunu hesaplamıştır.)(3) İnsanların tahıl ekip biçmeye başlamasıyla birlikte insanlarla bitkiler arasındaki etkileşim yerleşik topluluklar yarattığında, insanlık sıvılaşmış ya da artık daha sık, fakat hâlâ düzensiz bir etkileşim içinde olan gruplar halinde yoğunlaşmıştır. Nihayetinde bu topluluklardan birkaçı tarımsal üretimi, (üreticiler ve gıda tüketicileri arasında ilk kez bir işbölümünü mümkün kılarak) üretim fazlasının biçilip, depolanıp yeniden dağıtılabileceği noktaya varacak denli yoğunlaştırdığında insanlık kristalleşmiştir; yani merkezi hükümetler kentli nüfusları benzer kanunlar ve yasal düzenlemelere tabi tutmaya başlamıştır.(4)
Bu tablo ne denli basitleştirilmiş olursa olsun, çizgisel olmayan tarihin doğasına ilişkin önemli bir ipucu içermektedir: İnsanlık tarihinin farklı "aşamalar"ı gerçekten de faz geçişleriyle ortaya çıktıysa, aslında "aşama" falan değildirler – yani her biri bir öncekinden daha iyi olan, önceki durumu geride bırakan, ileriye uzanan gelişme basamakları değildirler. Tam tersine, nasıl ki suyun katı, sıvı ve gaz fazları bir arada bulunabiliyorsa, insanlığın her yeni fazı da yalnızca diğerlerine eklenir, önceki fazları geçmişte bırakmaksızın onlarla bir arada, etkileşim içinde bulunur. Dahası, nasıl ki belli bir madde farklı biçimlerde katılaşabiliyorsa (buz ya da kar tanesi olarak, kristal ya da cam olarak), insanlık da farklı biçimlerde sıvılaşır ve katılaşır. Örneğin steplerin göçebeleri (Hunlar, Moğollar), bitkileri değil hayvanları evcilleştirmişlerdir; sonrasında kır hayatı onlara sürüleriyle birlikte göç etmeyi dayatmıştır, sanki bir sıvı birikintisi olarak değil, akışkan, zaman zaman dalgalı bir sıvı olarak yoğunlaşmışlardır. Bu göçebeler katı hale geçtiklerinde (Cengiz Han'ın hükümranlığı sırasında örneğin), sonuçta ortaya çıkan yapı kristalden çok cama benzemiştir; daha amorftur, daha az merkezidir. Başka bir deyişle, insanlık tarihi sanki her şey insanlığın nihai hedefi olarak uygar toplumları işaret ediyormuş gibi, düz bir çizgi doğrultusunda ilerlememiştir. Tam tersine, her çatallanmada farklı kararlı haller mümkün olmuştur; bu haller gerçeklik kazandıklarında da bir arada ve birbirleriyle etkileşim içinde bulunmuşlardır.
Farkındayım, altı üstü manidar metaforlardan bahsediyoruz. Ama zaten bu kitabın kimi bölümlerinin amacı da, bu metaforik içeriği ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Şunu da ekleyeyim ki, metafor olarak bile Iberall'ın imgelerinin bir kusuru daha var: İnorganik madde-enerjinin, yapı üretimi bakımından, bu basit faz geçişleri dışında çok geniş bir alternatifler yelpazesi vardır; hem sonra basit "şeyler" için geçerli olan her neyse, insan kültürlerini oluşturan karmaşık maddeler açısından haydi haydi geçerli olması gerekir. Başka bir deyişle madde ve enerjinin en basit biçimlerinin bile, kristallerin oluşumunda söz konusu olan görece basit tarzın ötesine geçen bir kendi kendine örgütlenme potansiyeli vardır. Örneğin, okyanus sularından (tsunami olduklarında), lazere dek çok çeşitli tipte maddelerden oluşan, soliton denilen tutarlı dalgalar vardır. Sonra, farklı tipte tutarlı döngüsel faaliyetleri (periyodik ya da kaotik) koruyabilen, yukarıda bahsettiğimiz kararlı haller (ya da çekerler) vardır.(5) Son olarak, gerçek bir yeniliğin ortaya çıkamayacağı "çizgisel olmayan" önceki kendi kendine örgütlenme örneklerinin tersine, daha önceki süreçlerde ortaya çıkmış oluşumların (kristaller, tutarlı çekerler, döngüsel örüntüler) dahil olabileceği farklı bileşimleri içeren, "çizgisel olmayan katışım" diyebileceğimiz bir şey vardır. Gerçekten yeni yapılar bu sınırsız katışımlardan ortaya çıkar.(6) Bir araya getirdiğimizde, bütün bu kendiliğinden yapısal üretim biçimleri, inorganik maddenin düşündüğümüzden çok daha değişken, çok daha yaratıcı olduğunu söylemektedir. İşte maddeye içkin yaratıcılığa dair bu kavrayışın yeni materyalist felsefelerimize tam anlamıyla dahil edilmesi gerekiyor.
Kendi kendine örgütlenme kavramı, salt madde ve enerji sistemlerine uygulandığı biçimiyle, son otuz yılda hatırı sayılır bir keskinlik kazanmıştır kazanmasına, ama yine de insan toplumlarına uygulanmadan önce biraz daha inceltilmesi gerekir. Özellikle de siyaset ve ekonomi gibi çok geniş kapsamlı bir toplumsal etkinlikler yelpazesinde insanların karar alma süreçlerine rehberlik eden şeyler beklentiler ve tercihler olduğu için, insan davranışına dair her türlü açıklamanın, "inançlar" ya da "arzular" gibi indirgenemez bir maksatlılık barındıran oluşumlara atıfta bulunması gerektiğini de dikkate almamız gerekir. Bazı durumlarda bireylerin bir hiyerarşik örgütlenme içindeki konumlarının ve rollerinin, aldıkları kararlar üzerinde son derece kısıtlayıcı bir etkisi olur, kararlar o örgütlenmenin hedeflerini ve amaçlarını karşılamaya yönelir. Bununla birlikte başka durumlarda, karar alma sürecinde planlanmış sonuçlar değil, insanların kararlarının amaçlanmamış kolektif sonuçları belirleyici önemdedir. Karar alan birçok insanın etkileşimiyle kendiliğinden doğan bir toplumsal kuruma verilebilecek en iyi örnek, kapitalizm öncesi piyasadır. Kapitalizm öncesi piyasa, birçok alıcının ve satıcının merkezilikten uzak etkileşiminden doğan, sürecin tamamını kontrol eden merkezi bir "karar alıcı"nın bulunmadığı kolektif bir oluşumdur. Bazı modellerde piyasaların dinamikleri, periyodik çekerlerle yönlendirilir; periyodik çekerler, piyasaları üç yıllık işletme döngülerinden elli yıllık uzun dalgalara dek farklılık gösteren sürelerde yaşanan hızlanma ve patlama döngülerine girmeye zorlar.
İster madde-enerjinin kendi kendine örgütlenen biçimlerine, ister insanın etkinliğinin tasarlanmamış sonuçlarına uygulayacak olalım, bu yeni kavramlar yeni bir metodoloji gerektiriyor; felsefi bir önem arz edebilecek olan da işte bu metodolojik değişimdir. Bu değişimin neyi getirdiği az çok ortada: Biliminsanlarının çizgisel olmayan süreçlerin modelini çıkarmak için kullandığı denklemler kalem kâğıtla çözülemiyor, bilgisayarlara başvurulmasını gerektiriyor. Daha teknik bir ifadeyle, çizgisel denklemlerin tersine (bilim alanında en yaygın denklemler de bunlardır), çizgisel olmayan denklemleri analitik olarak çözmek çok güçtür; bunları çözmek için dijital makinelerin yardımıyla gerçekleştirilen ayrıntılı sayısal simülasyonlar kullanmak gerekir. Analitik aygıtların, çizgisel olmayan dinamiklerin incelenmesinde gösterdiği bu sınırlılık, çizgisel olmayan katışımlar (combinatorics) söz konusu olduğunda daha da artar. Bu durumda belli bileşimler, öngörülmeyen özellikler (emergent properties)* gösterir; yani kendisini oluşturan parçaların toplamını aşan, bir bütün olarak bileşime ait olan özellikler gösterir. Bu öngörülmemiş, birden beliriveren (ya da "sinerjik") özellikler parçalar arasındaki etkileşimlere dayanır; bu da demektir ki bütünden yola çıkıp bütünü onu oluşturan parçalara ayıran (bir ekosistemi türlere, bir toplumu kurumlara ayıran) yukarıdan aşağıya gidecek analitik bir yaklaşım tam da bu özellikleri gözden kaçırmaya mahkûmdur. Başka bir deyişle bir bütünü parçalarına ayırarak incelemek, ardından bu parçaları birbirine ekleyerek bütünün modelini çıkarmaya çalışmak karşılıklı etkileşim sonucu ortaya çıkan her türlü özelliği gözden kaçırmak demek olur, çünkü bu özelliğin yol açtığı sonucun toplama yoluyla değil çarpma yoluyla (yani karşılıklı etkileşimi dikkate alarak) bulunması gerekebilir.
Elbette ki, bu bünyevi sınırlılıktan ötürü analitik aygıtları öylece bir kenara atmak olmaz. Daha ziyade karmaşık oluşumların yukarıdan aşağıya bir yaklaşımla incelenmesini, aşağıdan yukarıya bir yaklaşımla birleştirmek gerekir: Analizin sentezle el ele ilerlemesi gerekir. Çizgisel olmayan dinamikler konusunda olduğu gibi, burada da bilgisayarlar vazgeçilmez bir yardım sunarlar. Örneğin bir yağmur ormanını yukarıdan aşağıya incelemek, yani bir bütün olarak ormandan başlayıp onu türlere ayırmak yerine, bilgisayara sanal bir "hayvan" ve "bitki" nüfusu girer, onların etkileşiminden bir bütün olarak ekosisteme atfedebileceğimiz sistematik özellikleri türetmeye çalışırız. Ancak ve ancak bütünün esnekliğinin, istikrarının ve diğer özelliklerinin (karmaşık besin ağları gibi) simülasyon sırasında kendiliğinden ortaya çıkması halinde, yağmur ormanı oluşumunun çizgisel olmayan dinamiklerini ve katışımını yakaladığımız sonucuna varabiliriz. (Yeni Yapay Hayat disiplininin benimsediği yaklaşım temelde budur.(7))
Bu kitapta, tarihe mümkün olduğunca aşağıdan yukarıya gidecek felsefi bir yaklaşımla bakmaya çalışacağım. Tabii bu dediğim, söyleyeceğim her cümlenin toplumsal gerçekliğe ilişkin titiz sentetik simülasyonlardan sonra ortaya çıktığı anlamına gelmiyor. Aşağıdan yukarıya bir yaklaşımla gerçekleştirilmiş birçok simülasyonun (kentsel ve ekonomik dinamikler bakımından) sonuçlarını dikkate aldım, fakat bu yöndeki araştırmalar hâlâ emekleme çağında. Sunduğum anlatının aşağıdan yukarıya bir yaklaşımla kaleme alınmış olması, sistem üreten belli bir sürecin gerçekten ortaya çıktığını gösteremediğimde bir sistematiklik koyutlamamak için çaba sarf ettiğim anlamına geliyor. (Özellikle de toplumdan, sistem oluşturan bir bütün olarak bahsetmekten kaçındım ve onun yerine toplumun altkümelerine odaklanmayı tercih ettim.) Ayrıca belli bir seviyedeki (ulus-devletler, kentler, kurumlar ya da bireysel karar alıcılar seviyesindeki) oluşumlara, hemen bir alt düzeydeki oluşumların nüfusu bağlamında baktım.
Metodolojik bakımdan bu yaptığım, ortodoks sosyolojinin yanı sıra ortodoks iktisadın da felsefi temellerinin reddi anlamına geliyor. Ortodoks iktisat (neoklasik mikro-iktisat), analizine toplumun tabanından, bireysel karar alıcı düzeyinden başlasa da, bunu bileşenleri atomize ederek yapar; her birini kendi bireysel tatminini ("marjinal fayda") başkalarından yalıtılmış biçimde en üst seviyeye çıkarmaya çalışıyormuş gibi gösteren bir model oluşturur. Söz konusu kararların tek tek alındığı, onları kısıtlayan tek şeyin bütçe darlığı olduğu varsayılarak ve bireyin eylemini çok çeşitli biçimlerde kısıtlayan toplumsal normlarla değerleri göz ardı edilerek, karar alıcılar daha da atomize edilir. Öte yandan ortodoks sosyoloji (işlevselci de olsa, Marksist-yapısalcı da olsa), bir bütün olarak toplumdan yola çıkmış, bireyler arası etkileşimlerin kolektif toplumsal kurumları doğurduğu kesin tarihsel süreçleri ayrıntılı olarak açıklama çabasına nadiren girmiştir.
Neyse ki, son yıllarda Douglas North, Viktor Vanberg ve Oliver Williamson gibi yazarların çalışmalarında görüldüğü üzere iktisadi ve sosyolojik düşünceleri sentezleyen bir yaklaşımın ("yeni kurumsalcı iktisat" adı altında) doğuşuna ve gelişimine tanık olduk. Bu yeni ekol (ya da ekoller dizisi), yapısalcı-işlevselci sosyologların bütüncülüğünün yanı sıra, neoklasik iktisatçıların atomculuğunu da reddeder. "Metodolojik bireyciliği" korur (aşağıdan yukarıya giden bütün bakış açılarına uygundur), fakat bireylerin yalnızca kendi çıkarlarına dayanarak (tatmini en üst seviyeye çıkarmaya çalışarak) kararlar aldığı düşüncesini reddeder ve oluşturduğu modelde bireyleri, kolektif açıdan geçerliliğe sahip farklı tipte normatif ve kurumsal kısıtlamalara tabi, kurallara uyan birimler olarak konumlandırır. Yeni kurumsalcılık sosyolojinin "metodolojik bütüncülüğü"nü de reddeder, fakat "ontolojik bütüncülüğü" diyebileceğimiz yönünü; yani kolektif kurumlar bireyler arasındaki ilişkilerden doğsalar da, bir kez oluştuktan sonra "kendi hayatları"nı sürmeye başladıkları (sadece şeyleşmiş oluşumlar olmadıkları) ve bireysel eylemleri çok farklı biçimlerde etkiledikleri düşüncesini korur.(8)
Yeni kurumsalcı iktisatçılar "malların mübadelesi" kavramının yerine kurumsal normlar, sözleşmeler ve bunların uygulanma usulleri gibi farklı türde kolektif oluşumlar arasındaki etkileşimi gündeme getiren daha karmaşık bir kavramı, "işlem" kavramını geçirerek, sosyolojik kavramları da iktisada dahil etmişlerdir. Hatta işlem kavramının, geleneksel modellerin genellikle dışarıda bıraktığı "sürtünme" boyutunu çizgisel iktisada eklediği de söylenebilir: Yani çizgisel iktisada piyasaların, rasyonelliğin sınırlı olması, kusurlu bilgi, ertelemeler ve sıkışıklıklar, fırsatçılık, sözleşmelerin uygulanma maliyetinin çok yüksek olması vs. ile malul olması da eklenmiştir diyebiliriz. Klasik modele "işlem maliyetleri"ni eklemek, reel piyasaların işleyişinde çizgisel olmayan yönlerin sürekli varolduğunu teslim etmenin bir yoludur. Bu kitabın amaçlarından biri de, iktisattaki bu yeni düşünceler ve metodolojiyle, kendi kendine örgütlenmeyi inceleyen bilimlerde bunlara karşılık gelen kavramlar arasında bir sentez oluşturma çabasına girmektir.(9)
Birinci Bölüm'de, ortaçağdan bu yana kent ekonomisinin tarihini inceleyerek bu senteze varmaya çalışıyorum. Bazı materyalist tarihçilerin (başta Braudel ve McNeill olmak üzere) paylaştığı bir görüşten yola çıktım: Avrupa kentlerinin özgül dinamikleri, Çin ve İslam dünyasının ilk dönemlerde ekonomik ve teknolojik üstünlüğe sahip olmalarına karşın sonunda Batı'nın hâkimiyetine tabi olmalarının önemli gerekçelerinden biridir. Bu kitabın önemli gayelerinden biri, daha önce de söylediğim gibi tarihe teleolojik olmayan bir bakışla yaklaşmak olduğundan, binyılın Batı tarafından fethedilmesi başka yerlerde gerçekleşemeyip de Avrupa'da gerçekleşen "ilerleme"nin sonucu olarak görülmeyecek, bilgi ve teknoloji birikimini yoğunlaştıran belli dinamiklerin (örneğin silahlanma yarışında söz konusu olan karşılıklı uyarım dinamiklerinin) ve belli kurumsal normların, örgütlenmelerin sonucu olarak ele alınacaktır. Her biri farklı bir bireyler ve kurumlar kümesini içeren ve her biri Avrupa'da kentsel havzanın başka başka bölgelerinde gelişen birkaç farklı karşılıklı uyarım biçimi (ya da teknik terimle "olumlu geri besleme" biçimi) analiz edilecektir. Ayrıca Sanayi Devrimi'nin, teknolojiler ile kurumlar arasındaki karşılıklı uyarımlar üzerinden de okunabileceği ileri sürülecektir; işin içine dahil olan unsurlar böylece bir kapalı devre oluşturabilmiş, bunun sonucunda ortaya çıkan bütün de kendi kendini sürdürebilir hale gelmiştir. Bu tarihsel anlatıya, kayalar, dağlar ve canlı olmayan başka tarihsel yapılarla ortak noktamız olan dinamik unsurlarla (enerji akışı, çizgisel olmayan nedensellik) özel olarak ilgilendiğinden ötürü, "jeolojik" anlatı diyorum.
İkinci Bölüm'deyse gerçekliğin başka bir alanı, mikropların, bitkilerin ve hayvanların dünyası ele alınıyor ve dolayısıyla kentler, son derece basitleştirilerek de olsa ekosistemler olarak değerlendiriliyor. Bu bölümde cansız enerji akışıyla ilgili soruların ötesine geçilip ortaçağdan bu yana kent hayatını besleyen organik maddelerin akışı değerlendiriliyor. Özellikle de kentleri hayatta tutan ve pek çok örnekte kente dışarıdan gelen gıda akışı değerlendiriliyor. Kentler, besinlerini yakınlardaki kırsal bölgelerden ya da sömürgecilik ve fetih yoluyla başka ülkelerden sağlayan asalak oluşumlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu bölümde genetik malzemenin kuşaklardan kuşaklara aktarımı da değerlendiriliyor; zararlı otlar ve mikroorganizmalar gibi sürekli denetimimizden kaçanların yanı sıra evcilleştirmeyi başardığımız hayvan ve bitki türlerinin genleri üzerinde, insan genlerine kıyasla daha fazla duruyoruz. Sömürgeci girişimler bu bölümde yalnızca anavatana gıda akışı sağlamanın değil, insandışı birçok türün genlerinin yabancı ekosistemlere girip buraları fethetmesinin bir aracı olarak da karşımıza çıkıyor.
Son olarak Üçüncü Bölüm'de, insanın terkibine karışan başka tür "malzemeler" ele alınıyor: Dilsel malzemeler. Mineraller, cansız enerji, gıda ve genler gibi, dili oluşturan sesler, kelimeler ve sözdizimsel yapılar da ortaçağ kentlerinin (ve modern kentlerin) duvarları arasında birikmiş ve kentsel dinamiklerle değişime uğramıştır. Bu dilsel malzemenin bazı bölümleri (derslerde öğrenilen yazılı Latince örneğin) o denli katıdır, o denli değişmezdir ki ölü bir yapı olarak aktarılmış, birikimin bir parçası olmuştur. Ama dilin başka bazı yapıları (kaba, konuşulan Latince), Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce gibi yeni yapıları doğurabilecek denli dinamik oluşumlardır. Bu bölümde çoğu kentsel ortamlarda ortaya çıkan bu oluşumların tarihi, bölgesel ve ulusal başkentlere ait lehçelerin (standartlaşma yoluyla) katılaşması süreci ve farklı iletişim aracı kuşaklarının (matbaa, kitlesel iletişim araçları, bilgisayar ağları) bu lehçelerin evrimi üzerindeki etkisinin tarihi inceleniyor.
Her bölümde anlatı MS 1000 yılında başlıyor ve (az çok çizgisel olarak) 2000 yılına dek geliyor. Ne var ki yukarıda da dediğim gibi, sunum tarzlarına karşın bu üç anlatının, ele aldıkları konunun "gerçek" bir tarihini oluşturduğunu söyleyemeyiz; daha ziyade, ele alınan üç tür (enerjik, genetik ve dilsel) malzemeyi etkileyen tarihsel süreçlerin bazıları hakkında, devamlılığı olan felsefi bir tefekkür sunulmaktadır. Her bölüm tek bir malzeme üzerine yoğunlaşmış olduğundan (adeta insanlık tarihinin, belli bir malzemenin penceresinden okunması olduğundan) bu anlatılara bakıp da tarih anlatısıdır demek zor olacaktır. Fakat burada karşınıza çıkacak genellemelerin büyük bölümü, katıksız felsefi spekülasyon ürünü değil, tarihçiler tarafından yapılmış genellemelerdir.
Kitabın çizgisel olmayan ruhu uyarınca, bu üç dünya (jeolojik, biyolojik ve dilsel) en büyük başarısı, zirve noktası insanlık olan bir evrimin hep daha ileri bir noktaya ulaşan, her biri öncekine göre daha büyük bir incelik, yetkinlik içeren aşamaları olarak değerlendirilmeyecektir. Jeolojik malzemenin küçük bir bölümünün (karbon, hidrojen, oksijen ve başka dokuz element) canlı yaratıkların ortaya çıkması için gerekli temeli oluşturduğu, organik malzemenin küçük bir bölümünün de (beyindeki belli nöronlar) dilin temelini oluşturduğu doğrudur. Ne var ki birbirini izleyen bu oluşumlar, giderek artan mükemmellik aşamaları olarak ilerlemek şöyle dursun, yalnızca farklı tipte malzemelerin birikimleridir; peş peşe gelen her katmanın kendi içine kapalı bir dünya oluşturmadığı, tam tersine farklı türde etkileşimlere ve bir arada yaşama tarzlarına vardığı birikimlerdir bunlar. Ayrıca her birikim katmanı kendi kendini örgütleme süreçleriyle kendi içinde bir canlılık taşır ve bu kendiliğinden gelişen düzenlilik üretiminin gerisindeki kuvvetler ve kısıtlamalar, bahsettiğimiz üç dünyada da ortaktır.
Hiç de mecazi olmayan bir anlamda, gerçeklik farklı tipte faz geçişleri yaşayan tek bir madde-enerjidir; her yeni "malzeme" birikimi katmanı, yeni yapılar ve süreçlerin üretimine açılan çizgisel olmayan dinamikler ve çizgisel olmayan katışımlar rezervuarını zenginleştirmektedir. Kayalar ve rüzgârlar, mikroplar ve kelimeler, hepsi de bu dinamik maddi gerçekliğin farklı tezahürleridir ya da başka bir deyişle hepsi de bu tek madde-enerjinin kendini ifade etme tarzındaki farklılıklara tekabül eder. Dolayısıyla izleyen sayfalarda "insanın" tarihsel başarılarının bir tarihini değil, farklı biçimlere bürünen madde-enerjinin ve bu biçimlerin çoğulluk içinde bir arada bulunmasının, bu biçimler arasındaki etkileşimin tarihi üzerine felsefi bir düşünme bulacaksınız. Bu kitabın aldığı biçim çerçevesinde, jeolojik, organik ve dilsel malzemelerin hepsine de "söz hakkı" tanınacaktır, umarım sonuçta ortaya çıkan maddi sesler korosu bu binyılın tarihini şekillendiren olaylar ve süreçlere dair taze bir bakış açısı sunar bizlere.
Notlar
(1) Bkz. Ilya Prigogine ve Isabelle Stengers, Order Out of Chaos: Man's New Dialogue with Nature, New York: Bantam, 1984 (Türkçesi: Kaostan Düzene: İnsanın Tabiatla Yeni Diyaloğu, çev. Senai Demirci, İstanbul: Kelepir Kitaplar, 1996). Prigogine ve Stengers şöyle diyor: "Zamanın yeni veçhelerinin fiziğe dahil edildiğini, klasik bilime içkin olan, her şeyi bilme hevesininse kademe kademe reddedildiğini gördük... Gerçekten de tarih, temelde insan toplumlarına yoğunlaşarak başlamış, insan toplumlarının ardından dikkatler hayatın ve jeolojinin zamansal boyutlarına yöneltilmiştir. Dolayısıyla zamanın fiziğe dahil edilmesi, tarihin doğa bilimleri ve sosyal bilimlere tedricen yeniden dahil edilmesinin son aşaması gibi görünüyor" (s. 208). Yukarı
Bir çatallanma sonrasında sistemin geleceğini belirlemede minör dalgalanmaların rolü üzerine bkz. a.g.y., altıncı bölüm.
(2) "Uygunluk" terimi, aslında neo-Darvincilikle birlikte anlam değişikliğine uğramıştır. 19. yüzyılda bu terim, hayatta kalmak için gerekli yetenekleri, uyarlanabilme becerilerini anlatıyordu; bugünse yalnızca doğurganlık ya da üretkenlik çağına eriştirilen yavru sayısında artış anlamına gelir. Bu anlamıyla, Sosyal Darvincilerin ırkçı teorilerinde kötüye kullandığı "en uygun" teriminin abartılı çağrışımlarından sıyrılmıştır. Ayrıca, terimin bu anlamıyla elverişli uygunluğun tanımı da daha düz (biraz da totolojik) hale gelmiştir: Hayatta kalan genler, kendilerinin daha fazla çoğaltılabilir kopyalarını yaratabilenlerdir. Bu anlamda uygunluğun (ve içinde tarihe ayırdığı sınırlı rolün), evrim kuramında hâlâ bir yeri olabilir. Ama mesele, çoğalmayla doğrudan ilgili olmayan uyarlanabilme niteliklerinin uygunluğuna geldiğinde, ortamlarına uygun bir biçimde uyum sağlamış bitki ve hayvan bedenlerini doğal seçilimin şekillendireceği düşüncesi güç kaybetmektedir. Özellikle de kendi kendine örgütlenme ve dengede olmayan, çizgisel olmayan dinamikler teorilerinin neo-Darvinciliğin formelliğine katılmasıyla birlikte, seçilim baskılarının uygun sonuçlar doğuramayacağı, özellikle de avcı-av silahlanma yarışlarında olduğu gibi, birlikte evrilme örneklerinde bunun geçerli olmayacağı açıklık kazanmıştır. Öte yandan bazı biliminsanları (örneğin Brian Goodwin ve Francisco Varela), kendiliğinden gelişen morfogenezden öylesine etkilenmişlerdir ki, onlar da ters yönde bir hataya düşmüş, doğal seçilimin önemli bir rolü olmadığını iddia etmişlerdir. Burada, uyum sağlama niteliklerinin birikmesini açıklarken –Kauffman'ın da ileri sürdüğü gibi– hem seçilim hem de kendi kendine örgütlenmenin önemli olduğunu savunan konumu benimseyeceğim. Bkz. Stuart Kauffman, The Origins of Order: Self Organization and Selection in Evolution (New York: Oxford University Press, 1993), özellikle de üçüncü bölüm. Yukarı
Kitapta sıklıkla kullanılan "ağ" (meshwork) terimini Kauffman'dan aldım. Şurada geçiyor: Stuart Kauffman, "Random Grammars: A New Class of Models for Functional Integration and Transformation in the Biological, Neural and Social Sciences", 1990 Lectures in Complex Systems, y.h. Lynn Nadel ve Daniel Stein (Redwood City, California: Addison-Wesley, 1991), s. 428.
Kauffman'ın çalışmaları, kendi kendine örgütlenmeye evrim teorisinde bir yer vermekte önemli olduysa da, Kauffman hâlâ eski bir bilim felsefesi okuluna bağlıdır. Bu okula göre, biliminsanlarının keşfettiği "evrensel yasalar", başlangıçtaki ve kısıtlayıcı koşullara dair tanımlarla birlikte, tümüyle mekanik bir biçimde (yani tümdengelimle) öngörüler türetmekte kullanılabilir. Çizgisel olmayan bilimin yarattığı yeni bilgiden tam anlamıyla yararlanabilmek için, artık yürürlükten kalkmış (yasabilimsel-tümdengelimci bilimsel açıklama modeli denen) pozitivist anlayışın bu felsefi mirasının reddedilmesi gerekmektedir. Bütün bunlar üzerine ve yeni paradigmanın biyoloji ve bilim felsefesi için ne anlama geldiğiyle ilgili olarak bkz. David J. Depew ve Bruce H. Weber, Darwinism Evolving: Systems Dynamics and the Genealogy of Natural Selection (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1995), özellikle de 13-18. bölümler.
(3) Arthur Iberall, "A Physics for the Study of Civilizations", Self Organizing Systems: The Emergence of Order içinde, y.h. Eugene Yates (New York: Plenum, 1987), s. 531-3. Yukarı
(4) Arthur Iberall, Toward a General Science of Viable Systems (New York: McGraw Hill, 1972), s. 211 ve 288. Iberall bu çalışmasında insanlığın tarımsal hayattan kentsel hayata geçişini "sıvı-damla" fazından, "plastik-katı" fazına bir çatallanma olarak değerlendirir (s. 211). Sonraki çalışmalarında bu geçiş daha farklı bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Kent hayatına geçiş, bürokratik bir elitin kristalleşmesinin bir sonucundan ziyade, az sayıda yerleşim arasındaki ticaret akışlarının kendi kendine örgütlenmesinin bir sonucu olarak değerlendirilmiştir. Ya da fiziksel terimlerle, az sayıda sıvı yerleşim arasındaki ticaretin, periyodik rüzgârlara (alizeler, musonlar) yol açanlara benzer, kendi kendini sürdüren bir konveksiyon hücresi yarattığı düşünülmüştür. Kısacası Iberall, önceki çalışmalarında kent hayatının gelişini dengede bir faz geçişi (fakat elitlerin yer değiştirme rolü oynaması gibi, dengede olmayan unsurlar da içeren bir geçiş) olarak görürken [a.g.y., s. 208], sonraları bunu dengede olmayan bir geçiş olarak değerlendirmeye başlamıştır: "Fakat, madde yoğunlaşması faz geçişinin gerçekleşmiş olması yüzünden [örneğin, yerleşik tarım topluluklarının ortaya çıkması yüzünden], uygarlığa geçiş oluşmaz. Uygarlığa geçiş, artık bir faz geçişi olmayan, hidrodinamik bir ikinci geçiştir, katmanlı akıştan dalgalı akışa geçişe benzeyen, dolayısıyla akış konveksiyonuna benzeyen, çizgisel olmayan dinamik bir süreçtir." (Arthur Iberall, "The Birth of Civilizations", The Boundaries of Civilizations in Space and Time içinde, y.h. Matthew Melko ve Leighton R. Scott, Lanham, Maryland: University Press of America, 1987, s. 217.) Yukarı
(5) J. D. Becker ve E. Zimmerman, "On the Dualism of Dynamics and Structure", The Paradigm of Self-Organization içinde, y.h. G. J. Dalenoort (Londra: Gordon and Breach Science Publishers, 1989), s. 100. Yazarlar, kendi kendine örgütlenen fenomenleri, bir sistemdeki enerji akışının tipine göre (ya da enerji akışının bulunmamasına göre) üç sınıfa ayıran bir sınıflandırmayı aktarırlar: a) tutucu (kristalleşme, polimerleşme), b) yayıcı (solitonlar), c) dağıtıcı (kimyasal saatler). Dağıtıcı tipe ilişkin iyi bir tartışma şurada bulunabilir: David Campbell, "Nonlinear Science: From Paradigms to Technicalities", From Cardinals to Chaos içinde, y.h. Nacia Grant Cooper (Cambridge, Britanya: Cambridge University Press, 1989), s. 225. Prigogine'in çalışması, yayıcı tipi anlamak açısından temel önemdedir. Çekerler ve çatallanmaların matematiği de en iyi biçimde şurada anlatılmıştır: Ian Stewart, Does God Play Dice? The Mathematics of Chaos (Oxford, Britanya: Basil Blackwell, 1989), 6. bölüm. Yukarı
(6) Kendi kendine örgütlenmeyi 5. dipnotta bahsedilen üç tipe indirgeme girişimine yöneltilen en önemli eleştiri şuradadır: George Kampis, Self-Modifying Systems in Biology and Cognitive Science (Oxford, Britanya: Pergamon, 1991), 5. bölüm. Kampis, bu üç ortodoks kendi kendini örgütleme tipinin öngörülemez (emergent) ya da sinerjik özellikler doğurmakla birlikte, yeni öngörülemez özellikleri açıklayamadığını savunur haklı olarak. Bu durum, çekerlerin yönlendirdiği dinamik sistemlerde gayet açıktır, çünkü bu kararlı haller faz uzamının topolojik özellikleridir ve faz uzamları da (tanım gereği) belli bir sistem için mümkün olan bütün halleri içerir. Buradan hareketle (tanım gereği), faz uzamlarında hiçbir gerçek yeni halin temsil edilemeyeceğine varılır. Bu eleştiri, kendi kendine örgütlenmenin ilk üç tipiyle uğraşan çizgisel olmayan bilim dalları için öldürücü bir eleştiri değildir, çünkü yeni olmak ve yenilik gerçekten de ender rastlanan olgulardır. Fakat bu eleştiri, bu sınıflandırmanın sınırlılıklarına dikkat çeker ve yeniliği yapıtaşlarının bileşimi, farklı yapıtaşlarının bileşkesel verimliliği anlamında ele alacak yeni bir yöntem (tamamlayıcı sistemler) geliştirme çağrısında bulunur. Bu dördüncü kendi kendine örgütlenme tipini anlatmak için "çizgisel olmayan katışım" terimini kullanmamın sebebi de budur. Santa Fe Enstitüsü'nde de aynı doğrultuda çalışmalar yapılmaktadır; Fontana'nın Turing gazları ya da Kauffman'ın rasgele gramerleri de bu yönde çalışmalardır. Bkz. Walter Fontana, "Functional Self-Organization in Complex Systems", Nadel ve Stein, 1990 Lectures in Complex Systems içinde, s. 407; Stuart Kauffman, "Random Grammars", a.g.y. içinde, s. 428-9. Yukarı
* Karmaşıklık ve kendi kendine örgütlenme dinamiklerini konu alan bilim dallarında son yıllarda çok sık kullanılan kavramlar "emergence" ve ondan türetilen "emergent". Düzanlamı "belirme, ortaya çıkma" olan "emergence" terimi bu bilim dallarında "basit kurallardan karmaşık örüntüler oluşması süreci" olarak tanımlanıyor. Sözgelimi çok sayıda nöron arasındaki etkileşimin, bu nöronlar tek başlarına düşünme kabiliyetine sahip olmasalar da, düşünme yetisine sahip bir insan beyni üretmesi "emergence"dır. Bir fenomene "emergent" diyebilmek için genelde alt düzeydeki tariften hareketle öngörülemez olması gerekir. Biz de bu terimi kitap boyunca "öngörülemez" olarak karşıladık, daha iyisini bulamadığımız için, ama maalesef bu karşılık, düzey atlayıp basitlikten karmaşıklığa geçiş boyutunu karşılayamıyor. O yüzden okurun bu boyutu aklında tutmasında fayda var. Biz de yer yer ek cümlelerle bunu vurgulamaya çalıştık. (ç.n.)
(7) Bkz. örneğin Christopher G. Langton, "Artificial Life", Artificial Life içinde, y.h. Christopher G. Langton (Redwood City, California: Addison-Wesley, 1989). Yukarı
Langton şöyle diyor: "Biyoloji hayatın mekanizmalarının izini sürerken, geleneksel olarak tepeden, canlı organizmayı karmaşık bir biyokimyasal makine olarak görerek işe başlamış, oradan analitik olarak aşağılara inmiştir – organlar, dokular, hücreler, organeller, zarlar ve son olarak moleküllere. Yapay hayatsa aşağıdan başlar, bir organizmayı, geniş bir basit makineler topluluğu olarak görür ve oradan sentezleyerek yukarı doğru çıkar; birbirleriyle etkileşim içinde hayata benzer, küresel dinamikleri destekleyen basit, kurallara bağlı nesnelerden oluşan geniş topluluklar inşa eder. Yapay Hayat'ın kilit kavramı öngörülemez davranıştır. Doğal hayat, çok sayıda cansız molekülün örgütlü etkileşimleriyle ortaya çıkar; her bir parçanın davranışından sorumlu olan global bir denetleyici yoktur... Yapay Hayat, hayata benzer davranışların üretilmesi karşısında benimsediği asli metodolojik yaklaşımda da, davranışların aşağıdan yukarı doğru paylaştırılmış olduğu ve yerel etkenlerce belirlendiği görüşünü hayata geçirir" (s. 2).
(8) İktisat ve sosyolojinin yeni sentezi (ve yeni kurumsalcılığın neden "iktisadi emperyalizmin" yeni bir biçimi olmadığı) konusunda bkz. Viktor J. Vanberg, Rules and Choice in Economics (Londra: Routledge, 1994), 1. bölüm. Yukarı
Viktor Vanberg ve James Buchanan, dengede olmamayla ilgili fikirlerin ve çizgisel olmayan bilim fikrinin hem iktisadın hem de sosyolojinin geleceği açısından taşıdığı önemin son derece farkında görünürler. Bu yazarlar Prigogine'in bazı düşüncelerini kullanarak, piyasalar ve bürokrasilere ilişkin olarak yeni, teleolojik olmayan bir teori, açık bir imkânlar dünyası varsayan bir teori geliştirirler. Fakat, insan-dışı madde-enerji ile insani kurumlar arasındaki etkileşime yeterince vurgu yapmazlar, oysa Prigogine'in görüşlerini insanların tarihine ilişkin çalışmalara tam anlamıyla dahil edebilmek için böyle bir vurgu gereklidir. Bkz. James M. Buchanan ve Viktor J. Vanberg, "The Market as a Creative Process", Philosophy of Economics içinde, y.h. Daniel M. Hausman (New York: Cambridge University Press), s. 315-28.
Oliver Williamson "işlem maliyeti" kavramının kökenlerini (kendisi bu kavramın herhalde en ünlü savunucusudur bugün, ama bu kavramı kullanan başkaları da vardır elbette) eski kurumsalcı ekolde bulur. Bkz. Oliver E. Williamson, "Transaction Cost Economics and Organization Theory", Organization Theory içinde, y.h. Oliver E. Williamson (New York: Oxford University Press, 1995), s. 207-11.
Bilim felsefesinin bakış açısından, yeni kurumsalcılığın araştırma programına dair değerlendirmeler Uskali Maki'nin çalışmalarında bulunabilir: "Economics with Institutions: Agenda for Methodological Enquiry", Rationality, Institutions and Economic Methodology içinde, y.h. Uskali Maki, Bo Gustaffson ve Christian Knudsen (Londra: Routledge, 1993), ve aynı cilt içinde Christian Knudsen, "Modelling Rationality, Institutions and Processes".
"Eski kurumsalcılar"ın da (Veblens ve Commons'ın takipçileri) çalışmalarını içeren daha genel bir metot değerlendirmesi için bkz. William Dugger, "Methodological Differences between Institutional and Neoclassical Economics", Hausman, Philosophy of Economics içinde, s. 336-43.
(9) Böyle bir sentez Robert Crosby'nin yazdığı "Asking Better Questions" başlıklı makalede ima edilmiştir. Cities and Regions as Nonlinear Decision Systems içinde, y.h. Robert Crosby (Washington, DC: AAAS, 1983), s. 9-12. Yukarı