Fatmagül Berktay, “ Kuzenler Cumhuriyeti’nin Yaralı Kadın ve Erkekleri”, Toplumsal Tarih, Sayı: 169, 2008
Bu yıl Kitap Fuarı’nın teması, “Akdenizli olmak”tı. Bu tema etrafında çokça “zeytinyağı ve portakal kokulu bir edebiyat”tan söz edildi. Ne var ki, Akdeniz edebiyatı aynı zamanda kan davalarının, “kanlı düğün”lerin, namus cinayetlerinin, berdellerin, özetle kadın bedeninin şiddet yoluyla toplumsal denetiminin serimlendiği bir edebiyat. Nedeni ise sadece Akdeniz insanının o genellikle romantize edilen tutkulu, sıcak, duygusal, kolay heyecanlanan bireysel yapısı değil, çok daha derinlerde yatan ve inatla süregelen bir toplumsal yapının varlığı. İşte, bu yıl 100. yaşını kutlayan ünlü etnolog Germaine Tillion’un 1966’da yayınlanıp 1983’te İngilizce’ye çevrilen, Türkçe’ye ise ancak 2005’te kazandırılan önemli yapıtı Harem ve Kuzenler kadının bağımlı konumda tutulduğu ve bağımlılığının işareti olarak da örtünmeye, yere bakmaya, yabancıdan kaçınmaya, mahrem alana ait olmaya zorlandığı bu yapıyı çözümlemeye girişiyor. Tillion’un bu tartışmaya yaptığı en büyük katkılardan biri, kadının bağımlılığının genelde sanıldığı gibi tek bir dine –İslam’a– bağlanamayacağı, tersine her üç tektanrılı dinin yayıldığı bir coğrafyada varolan bir akrabalık örüntüsünden kaynaklandığını göstermesi.
Örtünme ve yabancı erkeklerle temastan kaçınma, salt İslami olgular değildir ve erken Müslümanların da bu uygulamaları fethettikleri veya komşu oldukları halklardan aldıkları bilinmektedir. Diğer Akdeniz toplumlarının, örneğin İspanyollar’ın, Güney İtalyalılar’ın ve Yunanlılar’ın hem kadınları yabancı erkeklerden koruma, hem de “namus” odaklı bir ilişkiler ağına sahip olma açısından Müslümanlarla pek çok ortak noktaları vardır. Örtünmeye ilişkin olarak bildiğimiz en eski metin, İÖ 13. yüzyıla ait bir Asur yasasıdır. Bu yasa, örtünme ve peçeyi “saygın kadınlar”a özgüleyerek köle kadınların ve fahişelerin örtünmesini kesinlikle yasaklar. O zamanlardan bu yana örtünme ve peçe, statü ve saygınlık simgesi olarak kullanılagelmiştir. Saygın Atinalı kadınlar da örtünürlerdi; Strabon bu adetin Yunanistan’a Persler’den geçtiğini söyler. Gerçekten de peçe ve örtünme, İslamiyet öncesi İran’da ve Bizans İmparatorluğu’nda yaygındı. Örtünme ve kadınların mahrem alanla kısıtlanması, eşlerin ve kız evlatların aile dışındaki ilişkilerini sınırlandırıyor, bu da hem kadınların denetlenmesini, hem de babalığın güvence altına alınmasını kolaylaştırıyordu. Ayrıca örtünme, erkekler açısından da bir statü sembolüydü: Hangi erkeğin, karısını ve kızlarını dışarıda çalışmak, hatta çarşıya bile gitmek zorunda bırakmayacak kadar maddi güce sahip olduğunu ve böylece başka erkeklerin cinsel tacizinden koruyabildiğini gösteriyordu. Örtünme sadece bir sınıf olgusu değil, aynı zamanda kentsel bir olguydu; tarlada çalışmak zorunda olan köylü kadının peçeye girmesi zordu.
“Amca kızıyla evlenmek,
kendi sürüsünün etini yemek gibidir”
Mağrip özdeyişi
Akdeniz çevresinde kadın-erkek ilişkilerinde görülen benzerlikleri inceleyen Germaine Tillion, Akdeniz halklarının endogamiyi (içeriden evlenme) tercih ettiklerini, endogaminin ise kadınların sıkıca birbirine bağlı soylar içinde denetlenmesi eğilimini arttırdığını savunuyor. Kadının bağımlığı bütün dünya genelinde yaygın olmakla birlikte bu bağımlılığın aldığı biçim toplumdan topluma değişir ve Tillion’a göre, Akdeniz havzasındaki bağımlılık biçimi hem son derece özgüldür, hem de kendi içinde tutarlı bir sistemle bütünleştiği için başka yerlerdeki bağımlılık biçimlerine göre daha dayanıklı olmuştur. Tillion, eski Mısırlılar’da ve Persler’de bizim bugün ensest olarak adlandıracağımız evliliklerin yapılmış olduğunu, çoğu Akdeniz halklarının da kuzenlerarası evlilikleri tercih ettiklerini belirtir. Tillion’un yaklaşımına dayanan Nikki R. Keddie, Yakın ve Ortadoğu’da sayıca çok fazla olan göçebe aşiret gruplarının kadınları denetlemek ve kuzenlerarası evlenmeyi tercih etmek için özel nedenleri bulunduğunu belirtir. Aşiret, siyasal-ekonomik bir birimdir ve “ilkel” bir toplumsal örgütlenme biçimini temsil etmez; tersine, uzun bir önsel sosyo-tarihsel gelişme dönemini cisimleştirir. Ortadoğu’da yaygın olan göçebe aşiretler, ancak hayvanlar evcilleştirildikten ve göçebelerin hayvansal ürünlerini tarımsal ürünlerle değiş tokuş edebilecekleri bir yerleşik nüfus ortaya çıktıktan sonra gelişebilirler. Aşiretlerin ve alt gruplarının içsel tutunumu/ birliği, grubun göçe ilişkin sıkça karar vermesini gerektiren ekonomisi açısından çok önemlidir. Bu kararların barışçıl bir biçimde verilebilmesi açısından akrabalıkla sıkıca bağlı olmak arzu edilir bir şeydir. Yakın akrabalığın pratik yararları, kuzenlerarası evliliklerin Ortadoğu’da tercih edilmesinde kuşkusuz bir rol oynamıştır(1). Baba tarafından kuzenlerin evlenmesi yoluyla aşiret içindeki bütünlük, dayanışma ve işbirliği arttırıldığı gibi, soyun elindeki mülkiyet de “içeride” kalır. Bu olgu, kan bağına dayalı aşiret yapılarında kadınların bekaretine ve evlilik içindeki sadakatine neden merkezi önem verildiğini; hem soyun “saflığı”nın korunması, hem de mülkiyetin ata soyunda kalması açısından “namus” ve “ayıp” kavramları etrafında şekillenenen “şeref” kodunun neden esas olarak kadın bedeninin denetlenmesini içerdiğini açıklamaktadır.
Öncelikle Germaine Tillion’un metodunun çok önemli olduğunu vurgulamak gerekir; toplumlar ve kültürlerarası farklılıkları maddi temellerine oturtan karşılaştırmalı bir metottur, bu. Tillion etnolojiyi, “herşeyden önce başka bir kültürle girilen diyalog, sonra kendini ve ötekini sorgulamak, daha da sonra da kendini ve ötekini aşmaya yol açan bir karşılaşma” olarak tanımlar. Kitaba “Namusun Arka Planı” başlıklı bir “önsöz” yazan Nükhet Sirman’ın belirttiği gibi, bu çok yönlü karşılaşma ve karşılaştırmalar sonucunda Tillion, kimliğin ve kültürel yapının her bir toplumun kendi özünden değil, toprağa el koyma biçiminin örgütlenmesinden ve bu örgütlenmenin zaman içinde geçirdiği değişimden kaynaklandığını göstermektedir. Akrabalık ve kan bağı, salt bir yeniden üreme mekanizması değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal ve ahlaki bir düzendir ve bu düzen hem kadın bedenini, hem de toplumdaki bütün bireylerin yerlerini, davranışlarını, arzularını denetleyen bir toplumsal örgütlenme ilkesidir. Yazar, kullandığı yöntem sayesinde, kültürleri mutlaklaştıran ve özcüleştiren bir yaklaşımdan kaçınabilmektedir.
Harem ve Kuzenler’de Tillion, araştırmasıyla ilgili bazı tesbitlerde bulunmaktadır. Bu tesbitlerden birincisi, soyluluk ile içeriden evlenmenin elele gittiği; yani ailenin ne kadar soylu olduğu, baba soyundan kuzenlerin evlenmesi kuralının ne kadar sıkıca uygulandığına ( “kanın” ne kadar az “karıştığı”na) bağlı olduğudur. İkinci tesbit ise, İslam’ın etkisiyle kadınlara mirastan pay verilmesi ile aşiretlerin çözülmesi arasında sıkı bir bağ bulunduğudur. Aşiret yapısının temelinde, ata soyuna yabancı olan birisinin aile mülküne dahil toprak parçası üzerinde hak iddia edememesi yatar. Kız çocuk mirastan pay alır, bir de yabancıyla evlenirse düzen dinamitlenir. Dolayısıyla Tillion’un gözlemine göre Mağripliler, mümkün iki koruma sistemini birleştirdiler: Bütün kız çocuklarını mirastan yoksun bıraktılar (yani kız çocuğa erkeğinkinin yarısı da olsa miras verilmesini emreden, kurala uymayanın cehennemde yanacağını buyuran Kuran yasasını çiğnediler!), ve kızlarını düzenli olarak baba soyundan yakın akrabalarla evlendirdiler. Nitekim, Erken İslam’da Evlilik (1939) adlı araştırmanın sahibi olan Gertrude Stern, Kuran’ın kız çocuğuna miras hakkı tanımasıyla birlikte Müslüman Araplar arasında kuzen evliliklerinin arttığını belirtir. Üçüncü tesbit, aşiret yapısının dağılmasının, sofulaşma ile elele gitmesidir; İslam’ı kabul eden aşiretlerde din kurallarına riayetin aşiretin yıkımını hızlandırması, aşireti ya daha fazla dindarlaşma ya da dinsel yasayı çiğnemek ikilemiyle yüz yüze bırakır. Dördüncü tesbit ise, Sahra’nın kuzeyinde kızların, yalnızca mirastan pay aldıkları yerlerde örtünmek zorunda olmalarıdır.
Bu tesbitlerin belki de en ilginci ve “ezber bozan”ı, sonuncusudur: Kadınlar, ironik bir biçimde, mirastan pay alıp ekonomik bakımdan güçlendiklerinde bedenleri üzerindeki denetimi kaybetmektedirler. Bunun nedeni, dinsel inancın -İslam’ın- kızlara mirastan pay verilmesini emretmesi; kızlara mirastan pay verilmesinin aşiretin çözülmesine yol açması; çözülen aşiretin, içine yabancıları kabul etmesiyle birlikte babaların, kızlarını, herşeye rağmen ailenin erkeklerine saklayabilmek için örtünmeye ve kaçgöçe zorlamalarıdır. Tillion, bulgularının yalnızca Mağrip’le sınırlı olmadığına, bütün Doğu Akdeniz havzasında zaman ve derece farklarıyla geçerli olduğuna işaret eder. Gerçekten de Sicilya’dan güney Yunanistan’a ve Lübnan’a dek uzanan bir coğrafyada, bazı yerlerde artık daha az yer alsa da, kadın bedeni üzerindeki toplumsal denetimi ve bunun sonucu olan “namus” cinayetlerini izlemek mümkündür. “Bu topluluklarda namus, topluluk düzeninin kuşaktan kuşağa sorunsuzca aktarılmasının kişi çıkarlarından daha önemli olduğunun bir ifadesi"(2) sayıldığından, aşiret yapısının çözülmüş olan yerlerde bile bir davranış kalıbı olarak hala varlığını koruması anlaşılabilir bir şeydir. Bu namus anlayışı herşeyden önce grubun namusunu/kimliğini koruma adına silaha sarılmayı hazır olmak anlamına gelmekteydi/gelmektedir. Bu olgu, Akdeniz erkeğinin kıskançlığının ve her an kabarmaya hazır şiddet eğiliminin, bazılarının pek romantik bulduğu duygusal ve heyecanlı bir “öz”den değil, kadınları olduğu kadar erkekleri de sakatlayan toplumsal yapıdan kaynaklandığını ortaya koymaktadır: “Bugünkü dünyada Kuzenler Cumhuriyeti hem yaralı, hem de yaralayan bir toplumdur.”(3)
Toplumsal bellek politiktir
Kadının bağımlılığının ve örtünmesinin, günümüzde daha da karmaşık nedenleri olduğu kuşkusuz, ama ¬kimliğini tehdit altında hisseden her toplumsal grubun işe kadınlarının denetimini sıkılaştırmaktan başlaması, Tillion’un işaret ettiği “yapı” olgusunun ve bunun karşılaştırılabilirliğinin, yani tek bir dine ya da kültüre özgü olmadığı gerçeğinin kavranmasını gerektiriyor. Ayrıca, yapı dağıldıktan sonra da geleneklerin ve davranış kalıplarının çok uzun süre varlığını koruması ve en dirençli kültürel kalıpların kadınların denetimine ilişkin olması başlı başına ilginç bir nokta. Evlilik pratiklerine ve aile tarihine bakarak Doğu ve Batı toplumları arasındaki benzerlikleri ve ortak noktaları saptayan Jack Goody de “benzerlikler ve sürekliliklerin, çoğunlukla kadınlara ve aileye ilişkin ataerkil uygulamalarda yoğunlaştığını” işaret eder ve “bu pratiklerin bazıları açısından, yalnızca Avrupa ile Asya arasında değil, aynı zamanda eski dünya ile yeni dünya arasında da önemli süreklilikler” bulunduğuna ve “dinsel pratikler ve inançların, bu geniş sürekliliğin çok ilginç bir parçası” olduğuna dikkat çeker.(4)
Bu geniş sürekliliğin içeriği, ve neyin unutulup nelerin hatırlandığı hem “yapı”ya ilişkin ipuçlarını verir, hem de toplumsal belleğin ne denli seçici ve “politik” olduğunu ortaya koyar.
Bu açıdan, dinsel kurallardan (İslam özelinde Kuran’dan) hangi noktalarda uzaklaşıldığı, nelerin unutulduğu gerçekten anlamlıdır ve inancın/dogmanın kendisinden çok, onun kültürel kalıplarla içiçe geçen pratiğinin, yani nasıl uygulandığının önemli olduğunu gösterir. Nitekim Kuran’da kadın ile erkeğin tek bir candan yaratıldığı (4. surenin 1. ayeti) söylenir ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinden farklı olarak “baştan çıkarıcı Havva” imgesi yer almaz; insanın atası olan ilksel çift, insanın cennetten çıkarılmasını gerektiren olayların sorumluluğunu ortak olarak taşır (Kuran, 2:35-37). İblise sadece biri (kadın) değil, her ikisi de yenik düşer. Ayrıca gene Kuran’da Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratıldığına dair bir anlatı da yoktur. Ne var ki, bunları pek az Müslüman’ın bilmesine karşılık kadının “eğri bir kaburgadan yaratıldığını”, dolayısıyla da başıboş bırakılmaması gerektiğini söyleyen peygamber hadisini herkes bilir. Mahmut Şalabi gibi yorumcular bu hadisi kendi bakışaçılarından yorumlayarak müminlere sunarlar: “Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratıldığı bizim için açıktır. Tıpkı yaratıldığı kaburganın eğri olması gibi, Havva’nın duyguları da eğridir.”(5)
Germaine Tillion da Kuran’da yer almayan, ya da kısmi olarak yer alan birçok “kural”ın pratikte seçmeci biçimde zorunluluk halini almış olmasına dikkat çeker. Örneğin sünnet konusuna Kuran’da hiç değinilmediği halde sünnetsiz bir Müslüman düşünülemez, ya da oruç gibi o kadar da önem verilmeyen (oruç tutmamanın, bir fakir doyurmak gibi oldukça yumuşak ve insani bir yaptırımı vardır) bir kural, namaz kılma farzından çok daha yaygın biçimde uygulanmaktadır. Aynı şekilde örtünmeye ilişkin pratiğin, Kuran’da esas olarak peygamber ailesine özgülenmesine ve “ziynetlerinizi örtünüz” gibi epey muğlak bir ifadeye sahip olmasına karşın sözünü ettiğimiz bölgedeki yaygınlığı ve uygulama sıkılığı dikkate değerdir. Buna karşılık, Kuran’da açıkça cezasının cehennemde yanmak olduğunun vurgulanmasına rağmen hala birçok yörede kızlara mirastan pay verilmemesi, toplumsal belleğin nasıl seçmeci bir biçimde işlediğini ve cinsiyetçi iktidar mekanizmalarını yansıttığını ortaya koyar. Benzer bir örnek, kadının zina yapmasının özel bir anlaşmanın çiğnenmesi olarak değil de,topluma karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendirilmesi anlayışının, yüzyılları aşarak Mussolini İtalyası’nın ceza kanununa, oradan da bizim eski TCK’mıza girmiş olmasıdır.
Kültürel kalıpların sürekliliğini yansıtan bir diğer ilginç nokta ise, Tillion’un Cezayir kurtuluş mücadelesi bağlamında verdiği, bizlerin ise sol örgütlerin pratiğinden de iyi bildiğimiz, mücadele yoldaşı olan kadın ve erkeklerin birbirlerine “bacı” ve “kardeş” olarak hitap etmeye devam etmesidir. Söz konusu coğrafyada, kadın ile erkek arasındaki biricik saygın ve meşru ilişki “bacı-kardeş” olmaktır! Akdeniz havzasında “bacı”nın “namusu”nun korunması görevi, her bağlamda, erkekleri “genç despotlar” haline getirmekte ve onların egolarını aşırı şişirerek, hem duygusal olarak anneden kopamamalarına, hem de aile ya da küçük topluluk dünyasının dışındaki –gerçek– yaşamla karşılaştıklarında bocalamalarına neden olur. Bu bocalama ve özgüven kaybının sonucu da gene, çoğu kez kendisinden daha az iktidar sahibi olan kadın üzerinde şiddet uygulamaya dönüşür. Böylelikle “kuzenler cumhuriyeti”nin hem erkek hem de kız kardeşleri, insanlıklarını tam olarak yaşayamayan, beden-ruh kutuplaşmasının ve cinsiyetçiliğin keskin bıçağıyla parçalanmış sakat varlıklar olarak yaşamaya mahkum olurlar.
Germaine Tillion, mirasın çocuklar arasında bölünmesini şart koşan İslamiyet’in kabülünün, kentleşmenin, yoksullaşma ve göç gibi radikal değişimler karşısında Eski Dünya’nın insanlarının, bir yandan kızlarını sokağa çıkarma, biraz eğitme ve onlara mirastan biraz pay verme yoluna gittiklerini ama buna karşılık, yaşam tarzlarını ve kimliklerini koruma adına, onları sıkıca örttüklerini söylüyor. “Kentleşmiş bedevi” artık büyük ve boş çöllerin ve kardeş kuzenlerin korumasından yoksun kaldığı için, “imkanlarının ve hayalgücünün elverdiği ölçüde” bütün yapay koruma yollarının peşine düşer: Pencerelere demir parmaklıklar takar, kapılara kırk kilit vurur, köpekler besler, harem ağaları ve örtüden medet umar.” Bunlar, kente gelen kırsal kesim erkeğinin “kendisine soylu bir yalnızlık, akrabalar arasında yaşanan hayali bir dünya kurmasına yarayan sulandırılmış ikame araçları, snoblukla karışık uyduruk şeylerdir.” Gerçekten de, kente göç etmek zorunda kalan kişi, bir günde kentli olamayacağı için, kent onu ister istemez bir dizi hakarete ve aşağılanmaya maruz bırakır. Gerçek ya da hayali olsun bu hakaretler onun kişiliğini en derin, en mahrem noktalarından yaralar. Bu durumda o da, kendisinden aşağı konumda olan kadınlar üzerindeki baskı ve denetimini arttırmaya yönelerek uğradığı yaralanmayı telafi etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Tillion, kadınlığın, dünyanın büyük bölümünde sömürge olarak kaldığını ve Akdeniz kadınının da çağdaş dönemin serflerinden olduğunu söyler. Ama aynı zamanda, ataerkilliğin yeniden üretilmesinde kadınların suç ortaklığına değinmekten de geri kalmaz:
“kadınları bu aşağı konumda tutan erkeklerdir ama küçük erkek çocukları yetiştiren ve onlara tarihöncesinden kalma e ski virüsleri aşılayanlar da kadınlardır. Ezilmiş kadınlar, kendini beğenmiş ve sorumsuz insan müsveddeleri üretmekte ve bu iki grup sayıları sürekli artan ama kalitesi düşen toplumun temellerini elbirliğiyle oluşturmaktadır. Oysa cesaret, zeka gibi büyük ve ender bulunan insan erdemleri, Kuzey insanları arasında nasıl dağılmışsa, burada da öyle dağılmıştır. Ama bir şey devreye girmekte ve onları köreltmektedir. Bu “bir şey”, bir babaya, bir erkek kardeşe –bazen basit bir şüphe üzerine- örneklerini gördüğümüz türden barbar davranışları kabul ettiren sosyal dayatmadır.” (s. 207)
Harem ve Kuzenler, işte ülkemizde kol gezen bu sosyal dayatmanın kökenini ve doğasını aydınlatan, bizleri özcülüğe karşı uyararak türban, namus cinayeti, erkek şiddeti vb. canalıcı konular üzerinde çokyönlü bir analize yönlendiren önemli bir kitap. İnsan ilk başta, 1960’larda yazılmış bir kitabın Türkiye’de ancak 2006’da yayınlanmış olmasının tuhaf olduğunu düşünse de, kitabın içeriğiyle ilgili olarak günümüz Türkiyesi’nin sorunları üzerinde kafa yordukça bunun aslında iyi bir “tesadüf” olduğu kanısına varıyor. Çünkü, “Türkiye Malezya olur mu” gibi manasız tartışmaları sahiden manalı tartışmalara dönüştürebilmek açısından Harem ve Kuzenler hem yöntem hem de içerik açısından ufuk açıcı ipuçları veriyo. Üstelik bu ipuçlarını, Şirin Tekeli’nin güvenilir ve güzel Türkçesi ve Germaine Tillion’un olağanüstü kişiliğine ve yaşamına ışık tutan “sunuş”u, ve Nükhet Sirman’ın kitabı değerlendiren açıklayıcı “önsöz”ü ile okuma fırsatına sahibiz.
Notlar
(1)Nikki R. Keddie, “The Past and Present of Women in the Muslim World”, Journal of World History, Vol.1, No.1, 1990. s. 81. Yukarı
(2) Nükhet Sirman, “Önsöz”, Harem ve Kuzenler, s. 22. Yukarı
(3) Sirman, s. 23. Yukarı
(4) Jack Goody, The Oriental, the Ancient and the Primitive, Cambridge University Press, 1990, s. 465. Yukarı
(5) F. Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yayınları, 1996, s. 74. Yukarı