Nükhet Sirman, Önsöz “Namusun Arka Planı”, s. 21-28
Germaine Tillion’un 1966 yılında yazdığı, İngilizceye Kuzenler Cumhuriyeti adıyla çevrilen bu çalışması(1), Ortadoğu ve Akdeniz toplumlarındaki –kimine göre modern olamayışı sonucunda, kimine göre ise unutulduğu için– toplumsal çürümeye yol açan akraba evliliği, kan davası, namus cinayeti, kızların (özellikle de toprak söz konusu olduğunda) mirastan mahrum edilmesi ve başörtüsü gibi geleneklerin ortaya çıkışını ve evrimini açıklamayı amaçlamaktadır. Kitabın başlığı, Tillion'un neolitik devrimiyle oluşan toplumların yapısına verdiği addır. Kitap, bu toplumların binlerce yıl süren evrimleri ve son olarak kapitalist dünya ile bir sömürge olarak eklemlenme sürecinde nerelerinden yara aldığının anlatısıdır. Bu kitabın şimdi, Türkiye'de yayımlanmasının en önemli yanı da işte bu yaralarda yatmaktadır. Çünkü bu yaraların yoğunlaştığı yer namus kisvesi altında kadın bedenidir.
Tillion kitabını 1934-1940 yılları arasında bugünkü Cezayir'in Aurès bölgesindeki yerleşik ve yarı göçebe Berberi aşiretleri arasında yapmış olduğu saha araştırmasına ve geniş Akdeniz diye nitelendirdiği Atlas Okyanusu'ndan Himalayalar'a kadar olan bölgede başka araştırmacılar tarafından yapılmış çalışmalara dayandırmaktadır. Bir gizli kaynağı daha vardır Tillion'un: Akdeniz'in kuzey yöresinde endüstri devrimi, aydınlanma ve psikanaliz gibi icatların etkisi altında değişmiş olan Hıristiyan Avrupa. Il était une fois l'ethnographie (Édition du Seuil, 2000)(2) başlıklı kitabında araştırmasını hangi şartlar altında yaptığını esprili ve masalsı bir dille anlatan Tillion, birçok antropoloğun(3) kolaylıkla yapamadığı karşılaştırmalı toplumbilim idealini gerçekleştirmiştir. Bu çok yönlü karşılaştırmaların sonucunda Tillion, kimliğin ve kültürel yapının her bir toplumun kendi özünden değil, toprağa el koyma biçiminin örgütlenmesinden ve bu örgütlenmenin zaman içinde geçirdiği evrimden kaynaklandığını iddia etmektedir.
Hayvancılık ve tarımla geçinen ve Tillion'un Eski Dünya olarak adlandırdığı bu yörelerde toplum akrabalık ilişkileri vasıtasıyla örgütlenmiştir. Toprağı ve malı (özellikle de hayvanları) sahiplenmenin önkoşulu toplumca tanınan bir topluluğun parçası olmaktan, yani belli bir gruba aidiyetten geçen bu toplumlarda, aidiyet de ancak topluluk üyesi bir anadan veya babadan dünyaya gelmekle mümkündür. Pazar mekanizmasının hâkim üretim ve değişim biçimi olmadığı bu toplumlarda soyun anadan yahut babadan geçmesinin bir açıklaması yoktur. Ne var ki, Tillion'un da işaret ettiği gibi Eski Dünya, baba soyunun kişilere aidiyet, komşu, düşman, mal ve yaşam sağlamasını her nedense tercih etmiştir. Soya dayalı toplumsal örgütlenme aynı zamanda kendine özgü bir ahlak anlayışını da beraberinde getirmektedir. Bu ahlak anlayışı, insan hakları gibi çok daha sonra gelişecek olan kavramlardan uzaktır; anlamı ve sınırları toplumsal olarak çizilmiş "kan" kavramının etrafında hürmet, sevgi, dostluk, düşmanlık, intikam, kıskançlık, korku, güven, sakınma, kaçınma, hizmet etme, emretme ve kollamanın topluluğu oluşturan kişiler arasındaki dağılımının koşullarını belirler. Kısaca, Tillion'un da işaret ettiği gibi akrabalık her şeyden önce gündelik, yerel hayatı yönetme biçimidir.
Bu topluluklarda namus, topluluk düzeninin kuşaktan kuşağa sorunsuzca aktarılmasının kişi çıkarlarından daha önemli olduğunun bir ifadesidir. Bizim son günlerde "töre" demeye alışmaya başladığımız işte bu bütünlüklü namus anlayışıdır. Eski Dünya'da bu namus anlayışı, toprağın bölünmesini engellemekten, kanın Türkiye'de köylülerin kullandığı tabirle "karışmasını" önlemeye kadar giden çeşitli işlevler görmekteydi. Bu namus anlayışı her şeyden önce grubun kimliğini koruma adına silaha sarılmaya hazır olma anlamına geliyordu. Ama akrabaların çok olduğu yerde mutlaka araya giren birileri olurdu. O silahlar patlamaz ama kişilerin aşiretleri, aileleri, köyleri adına ölmeye hazır olduklarını göstermeye yarayan bir davranış kalıbı olarak kalırdı.(4) Ancak Tillion'a göre toplumsal "evrim"(5) bu tür toplulukları bir çeşit savunmaya itiyor. Şehirleşme, malın çocuklar arasında bölünmesini şart koşan İslam dininin kabulü, fakirleşme, göç gibi toplumu kökünden etkileyen değişimler karşısında yaşam tarzlarını korumak adına Eski Dünya'nın insanları kızlarını bir yandan sokaklara yabancıların arasına çıkarırlar, eğitirler, biraz da miras hakkı tanırlar. Ama karşılığında onları her anlamda sıkı sıkıya örterler. Ancak bütün diğer mekanizmalar başarısızlığa uğradığında gündeme gelen şiddet ise bu değişim sürecinde zembereğinden fırlamışçasına yaşamın her alanına yayılmaya başlar. Tillion'a göre bu değişimlerin bölgeyi yedi bin yıldır etkilemesine rağmen, sömürgeleşme süreci içinde yaşananların hızına ayak uydurabilecek hiçbir yerel mekanizma yoktur ve toplumun çeşitli katmanlarından süzülerek kadın bedenine yönelen bu sözde korumacılığın, bu şiddetin panzehiri belli değildir. Tillion'un özenle vurguladığı, kadınları bu şekilde toplumsal süreçlerden dışlamanın toplumu ciddi bir şekilde yaralayıp sakat bırakan sonuçlarıdır. Başka bir deyişle, bugünkü dünyada Kuzenler Cumhuriyeti hem yaralı, hem de yaralayan bir toplumdur.
Kızların örtünmesi ve mirastan mahrum edilmeleri, akraba evlilikleri ve akraba dünyası dışındakileri yabancı olarak görme gibi göreneklerin birbirine bağlı olduğu ve malı aile içinde tutmakla ilişkili olduğu savı kuşkusuz ilk kez karşınıza çıkmıyor. Engels'den itibaren Marksist antropolojinin temel dayanaklarından olan bu noktayı belki de en gelişmiş biçimiyle Gordon Childe kaleme almıştır.(6) Toplumsal örgütlenme biçiminin toprağa ve diğer üretim araçlarına el koyma süreçleri ile ilgili olduğu da yeni bir sav değildir. Tillion bu temel varsayımları hiçbir indirgemeciliğe yol açmadan, değişimin tarihi ve Mağrib toplumları hakkındaki etnografik bilgisiyle yoğurarak ele almaktadır. Ancak evrimci ve Marksist dilinin yanı sıra, çok geniş bir zaman dilimine ve geniş bir coğrafyaya yayılan verileri, Tillion'un bu yapıtının bir toplumun derinlemesine incelenmesi üzerine yoğunlaşan ve varsayımlara dayanan genellemelerden kaçınan çağdaş antropologlarca pek dikkate alınmamasına yol açmıştır.(7)
Oysa Harem ve Kuzenler'in etnografik dayanakları gerçekten de dikkate şayandır. Kitabın yazıldığı 1960'lı yıllarda antropologlar araştırma yaptıkları yörelerde kapitalizmin ve sömürgeciliğin etkilerini çalışmalarının dışında tutmaya, eskiden işlemiş olan bütünlüklü bir toplum resmi çizmek uğruna özen göstermekteydiler. Zamanın dışlandığı bu metinlerde toplumlar saat gibi işleyen termostatlı bir mekanizma olarak anlatılır, toplumu değişmeye götürecek hiçbir iç çelişki bulunmazdı. Böylece 1960'larda küresel düzeyde egemen olmaya başlayan ve sömürgecilik sonrasında değişemeyen toplumları çağdaşlaştırma adına yapılan tüm müdahaleleri meşrulaştıran gelişme ideolojisine, antropolojik yazılar bilimsel bir zemin oluşturur. Buna karşın Tillion nerede ve hangi şartlar altında araştırma yaptığının bilgisini metinlerinin ortasına yerleştirir. Bilginin elde edilme koşullarından soyutlanarak yorumlanamayacağını gösteren anlatısı, aynı zamanda antropologlara küçük tavsiyelerle de doludur. Hem bu kitabında hem de etnografik çalışmalarını daha etraflıca anlattığı diğer kitaplarında(8) bir yandan Fransız sömürgeciliğinin sürekli değişen tasarruflarını ironik bir dille anlatırken, diğer yandan sömürgecilerin karşılaştıkları gelenekleri medeniyetten uzak bularak küçümsemelerini de sert bir biçimde eleştirir. Bu eleştiri, küçümsenen geleneklerin hem Fransa'da hem de Eski Dünya'nın birçok yöresinde yakın zamana kadar geçerli olduğu bilgisine dayanmaktadır. Örneğin etnografya kitabında Aurès bölgesinde anlatılan cin-peri masallarını okuyucuya sunarken Avrupa'da revaçta olan hayalet ve vampir hikâyelerini de metnine katmayı unutmaz.(9) Sonuçta köylü toplumları Fransızca ya da Berberice de konuşsalar birbirlerine hep benzer şeyler anlatmaktadırlar. Toplumlar ve kültürlerarası farklılığı hem tarihi hem de maddi temellerine oturtan bu yaklaşımı Tillion'un zamanının çok ilerisinde bir antropolog/düşünür olduğunu gösterir.
Akrabalığın insanların toplumsal ve düşünsel ufuklarını belirlediği yedi bin yıldır var olan bu köylü toplumlarının ister isteyerek ister tepeden inme bir biçimde başka bir şablona oturabileceğini düşünmenin büyük bir yanılgı olduğunu göstermesi açısından Tillion'un kitabının Türkçeye doğru bir zamanlamayla çevrildiğini düşünüyorum. Cezayir'de, Türkiye'de olduğu gibi bir kısım şehirli, modernleşme adına kendi toplumlarına at gözlükleriyle baktılar, bakmaya da devam ediyorlar. Bu at gözlüğünün en çok da aileye bakış açılarını etkilediğini sanıyorum. Türkiye'de sosyal bilimlerden başlamak üzere herkes, aile söz konusu olduğunda sadece insan sayısı anlıyor: geniş aileden çekirdek aileye geçiş. Oysa ki aileyi de kapsayan kan bağı kavramı yukarıda belirttiğim gibi insanlar arasındaki en gündelik, en sıradan davranış ve ilişki kalıplarını düşünülmeden yapılan bir "içgüdü" düzeyine getiren çok kapsamlı bir dünya görüşüdür. Bir kimlik, bir aidiyet, bir ahlak, yaşa ve cinsiyete göre düzenlenmiş bir iktidar mekanizmasıdır. Bu mekanizma yaşamın en küçük gözeneklerine kadar sızmış, gündelik ilişkileri mümkün kılan otomatik tepkileri belirlemiştir. Bu dünya görüşüyle yaşayanlar bu görüşü oluşturan parçacıkları birbirinden ayırt edemezler, hangi davranış kalıbının hangi bir diğerine bağlı olduğunu her zaman fark edemezler; dolayısıyla da değişmesini istedikleri kalıpların yaşantılarının hangi bölümünü nasıl etkileyeceğini bilemezler.
Tillion'un sözünü ettiği "Kuzenler Cumhuriyeti" şu anda yaşadığımız coğrafyada da yakın zamanlara kadar hâkim düzendi. Küçük ölçekli birimlerde geçerli olan bu akrabalık düzeninin üzerinde egemen olan ve kendi de bir akrabalık düzenine dayanan Topkapı Sarayı ile bu yerel birimler arasındaki ilişkiler oldukça gevşekti.(10) Gündelik hayatı yönetmede etkili olan kültür (yani dil, din, akrabalık düzeni dahil olmak üzere toplumların yarattığı maddi ve hayali her şey) tam da Gellner'in anlattığı gibi yöreden yöreye farklılık göstermekte, Osmanlı'nın düzeni dışında birleştirici bir ortaklık oluşturamamaktaydı.(11) Ancak bütün bu farklılıklara rağmen, Osmanlı kentleri de Osmanlı taşrası da Tillion'un sözünü ettiği Kuzenler Cumhuriyeti modeline göre düzenlenmişti. Kan ve kanın anlamı farklı diller konuşup farklı dinlere inanan tüm Osmanlı tebasının ortak dilini oluşturmaktaydı.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş Türkiye toplumunun ancak çok küçük bir kısmını kültürel olarak etkiledi. Büyük kitleler 1950 yılından başlayan göçlere rağmen 1980'li yılların ortalarına kadar küçük taşra cemaatlerinde yaşamaya devam etti. Araştırmacılar, şehre göçen insanların kendileri gibi olanların yanında yerleşmeye, etraflarına akrabalarını toplamaya çalışırlarken yeni bir toplumsal oluşumu yarattıklarını gördüler: hemşeriler.(12) Diğer bir deyişle, hemşerilik mekanizması kentlerde bir çeşit modern kuzenler cumhuriyeti yaratma çabasından başka bir şey değildi. Aurès bölgesinde olduğu gibi şehirleşme, Avrupa ile ilişkiler, sermayenin yaygınlaşması, medyanın ve eğitim sisteminin yaygınlaştırdığı modernite tanımları ve özlemleri gibi değişimin çeşitli neden ve sonuçları uzun süredir Osmanlı toplumunu ve Türkiye Cumhuriyeti'ni etkilemekteydi. Ancak 1990'lı yıllarda yaşanan göç akını, hem hızı, hem içerdiği şiddet dozu, hem de bu süre içinde sermaye birikiminin şekil değiştirmesi yüzünden hemşerilik gibi mekanizmalar yaratamadı.(13) Sonuçta Türkiye'de de kadınlar şehirlerde (1926 Medeni Kanunu sayesinde) mirastan pay almaya, elitlerden başlayarak ama artan bir hızda eğitilmeye ve bu eğitim kurumlarının en tepesinde olan üniversiteler de dahil olmak üzere başlarını örtmeye başladılar.
Bu süreci yaşayanlar, özellikle de elitler ise bu değişimi oluşturdukları alışkanlıklar çerçevesinde yorumladılar. "Modernite belli kişilerin getirdiği bir düzendir ve modern olmak iyi bir şey olduğuna göre buna karşı çıkanlar ya yeteri kadar modern değiller ya da kötü niyetli kişiler tarafından kandırılmaktalar" gibi bir formüle dayanan bu yorum bize akrabalığın ne demek olduğunu unutturdu. Kimine göre akla dayalı bir modernleşme programının ayakbağı, kimine göre ise belli kurallar paketinden oluşan değişmez bir kimlik. Ancak nasıl yorumlanırsa yorumlansın, akrabalığın yaşamı düzenlemedeki rolü toplumun hali ne olacak diye düşünenlerin ufkunda hiç yer etmedi.
Şimdi Türkiye namus cinayetlerini konuşuyor. Bir yıldır gazeteler (büyük ölçüde kadın kuruluşlarının gayretiyle) konuyu üçüncü sayfalarından manşetlere zaman zaman çıkarır oldu. Kadın bedeni üzerine çöken bu şiddetin kökenleri hakkında ise birçok şey söylenmesine rağmen insanlara yaşamı nasıl sürdürecekleri konusunda yol gösteren ve bu yolu mümkün kılacak toplumsal düzenlemeleri sağlayan akrabalık dünyasının kimi zaman zorla kimi zaman da isteyerek (yerine çekirdek aile denilen ama ne olduğunu kimsenin tam bilmediği bir olguyu koymaya çalışarak) yok sayılmasının bu artan şiddetteki rolüne hiç değinilmiyor. Tillion'un bize anlattığı akrabalığın salt bir yeniden üreme mekanizmasından ziyade, ekonomik, siyasi ve ahlaki bir düzen olduğudur. Bu düzende namus sadece kadın bedenini değil, tüm bireylerin toplumdaki yerlerini, davranışlarını ve arzularını kontrol altına alan bir toplumsal olgudur.
Şimdi, insanların örgütlü geniş halkaların içinde yüzyüze ilişkiye girebilmelerini sağlayan bu düzen(14) yok edildiğinde ya da yok sayıldığında(15) kişilerde ve toplumda yaratacağı çatışmayı, şiddeti ve bu şiddetin cinsiyetçi yönünü gösteren bir kitap var elimizde. Geçimini sağlamanın, ailesini korumanın, kendine saygı duymanın araçlarından mahrum edilmiş kişilerin namus anlayışlarının da nasıl yara alacağını belki bu kitap sayesinde anlayabiliriz. Kitabın, okuru akrabalık düzeninin geri gelmesini arzulamaktan ziyade, toplumsal kurumların birbirleriyle olan ilişkisini kavramaya ve modern bir toplum için geliştirilecek politikaların bu bilgiyle donanmış olmasını sağlamaya yönelteceğini biliyorum.
Notlar
(1) İngilizcesi 1983 yılında The Republic of Cousins başlığıyla çıkmıştır (Al Saqi Books). Yukarı
(2) Yapıtın başlığı "Bir zamanlar etnografya" olarak tercüme edilebilir. Yukarı
(3) Bu yazıda "antropolog" sözcüğünü Türkiye'deki kullanımı gereğince metindeki "etnolog" terimi yerine kullanıyorum. Yukarı
(4) Tillion Eski Dünya'da cinayet yoktu anlamına gelen bir ifade kullanmıyor; aksine erkeklerin her an kabarmaya hazır saldırganlıklarının daha fazla ölüme yol açmamasının nedenlerini anlatıyor. Yukarı
(5) Tillion'un evrim sözcüğünü sık sık kullanmasına karşın ben değişim sözünü kullanmayı bugünkü antropoloji yaklaşımına daha uygun bulmaktayım. Bu sözcük değişimiyle anlam ve metodun değiştiğini vurgulamalıyım. Yukarı
(6) Tarihte Neler Oldu, Alan Yay., 1982. Bu konuda en yaygın çalışmaları Eleanor Leacock sürdürmüş ancak o da Tillion'un "Kayınbiraderler Cumhuriyeti" olarak adlandırdığı, toprağın mülk olarak değerlendirilmediği avcı ve toplayıcı toplumlar üzerine yoğunlaşmıştır. Leacock'un Türkçe yayımlanmış tek eseri bildiğim kadarı ile Lewis Henry Morgan'ın Eski Toplum kitabına yazdığı önsözdür (Payel Yay., 1987 ve 1994). Yukarı
(7) Örneğin Mısır'ın Kuzeybatı çölünde yaşayan Bedeviler üzerine yaptığı önemli çalışmasında Lila Abu-Lughod, Tillion'u namus üzerine çalışmalar yapmış antropologları saydığı bir parantez arasında anmaktadır. Bkz. Lila Abu-Lughod, Veiled Sentiments, California University Press, 1986, s. 166. Yukarı
(8) A.g.e. ve Les ennemis complémentaires. Guerre d'Algérie (Tamamlayıcı Düşmanlar. Cezayir Savaşı), Édition Tirésias, 2005, ilk baskı 1958. Yukarı
(9) Il était une fois l'ethnographie, s. 44-70. Yukarı
(10) Osmanlı saray düzeninde akrabalık ilişkilerinin düzeni için bkz. Leslie Peirce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu'nda Hükümranlık ve Kadınlar, Tarih Vakfı Yay., 1996. Yukarı
(11) Bkz. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, İnsan Yay., 1992. Yukarı
(12) Bkz. Sema Erder, "Nerelisin Hemşerim?", Çağlar Keyder (der.), İstanbul: Küresel ile Yerel Arasında, Metis Yay., 2000, s. 192-205. Yukarı
(13) Bu sermaye birikiminin yarattığı yeni yoksulluk için Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, Yeni Yoksulluk ve Türkiye'nin Değişen Refah Rejimi, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Ankara 2003. Yukarı
(14) Şerif Mardin bu şekilde örgütlenen topluma kişisel toplum (personalistic society) adını vermekte ancak bu kişiselliği sağlayan ve örgütleyen akrabalığı o da gözardı etmektedir. Bkz. Şerif Mardin, Bediiüzzaman Said Nursi Olayı. Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim, İletişim Yay., 1995. Yukarı
(15) Sonuçları açısından yok edilme ile yok sayılma önemli benzerlikler taşır. Yukarı