Önsöz, s. 7-15
Kapitalizmin içinde bulunduğumuz ekolojik krize yol açan denetlenmesi imkânsız bir güç olduğunu fark edenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor, ama bu kişiler farkına vardıkları bu gerçeğin nelere delalet ettiğini görüp dehşete kapılmanın dışında bir şey yapmıyor. Bir geleceğimiz olup olmayacağının bile bu fikre bağlı olduğunu düşündüğümden onu ayrıntısıyla incelemeye, doğru olup olmadığını, doğruysa nasıl ortaya çıktığını araştırmaya, hepsinden önemlisi de bu konuda neler yapabileceğimiz sorusunun cevabını aramaya karar verdim.
Bu kitabı yazmaya nasıl başladığımı anlatayım biraz. Hayatımı sürdürdüğüm New York eyaletindeki Catskill dağlarında yazlar genelde çok hoş geçer. Ama 1988 yılında, haziran ortalarından ağustosun ortalarına kadar korkunç bir kuraklık kasıp kavurdu buraları. Haftalar geçer, bitkiler kavrulmaya, kuyular kurumaya devam ederken, yakın zamanlarda okuduğum bir yazı üzerinde düşünmeye başladım; o yazıda sanayi tesislerinden havaya karışan gazların yoğunluğu arttıkça, güneşin atmosfer içinde hapsolan radyoaktif ışınlarının oranının da arttığı, bunun da dünyadaki iklim dengesini her geçen gün daha fazla bozduğu belirtiliyordu. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi başlarda bana çok uzak bir ihtimal gibi göründüyse de, bahçemin perişan hali tehlikenin kapıda olduğunu gösteriyordu. Bu kuraklık havanın bir azizliği miydi, yoksa bizi yanlış yolda olan bir uygarlığı ithama davet eden tehlike çanları mı? Ben artık ikincisinin daha doğru olduğunu düşünmeye başlamıştım. Kuraklıktan kavrulan bitkiler gözüme artık son derece korkunç bir şeylerin habercisi, bir eylem çağrısı gibi görünmeye başlamıştı. Böylece bu kitabı hazırlayan yola ilk adımı attım. Yazıp çizmeyle, öğretmenlikle, örgütçülükle geçen on üç yılın ardından, Yeşiller'le birlikte çalışıp 1998'de senato seçimlerine, 2000 yılında da parti içindeki başkan adayı seçimlerine katıldıktan, birçok taslak metinden ve yanlış çıkıştan sonra Doğanın Düşmanı nihayet okura sunulacak hale geldi.
Kuraklığı havanın bir cilvesi kabul edip önemsemeyebilirdim de (gerçekten de o zamandan beri o bölgede ciddi herhangi bir şey olmadı). Ama bir süredir muktedirlerle ilişkili her şey karşısında en kötü olasılığı düşünmeyi âdet edinmiştim; sanayi faaliyetleri de sistemin kalbi gibi bir şey olduğu için bu faaliyetlerin iklim üzerindeki etkileri beni ziyadesiyle kuşkulandırıyordu. Bunda ABD emperyalizminin de payı vardı; iktidardakilere kuşkuyla yaklaşmaya Vietnam olayıyla başladım; ABD'nin Orta Amerika politikasıyla bu tutumum iyice pekişti; kuraklık ortalığı kasıp kavurmaya başladığı sıralarda, Nikaragua'daki devrimi Sam Amca'ya karşı savunmak için verilen müthiş mücadele kötü bir biçimde sonuçlanmak üzereydi. Nikaragua'da devrimcilerin yenilgisi çok acı oldu ve öfkemi bir kat daha artırdı; ama önemli dersler de çıkarmamı sağladı; en başta da, sistemin demokrasi ve insan haklarına saygı iddialarının cilası kazındığında ne kadar amansız olabileceğini gördüm.
Bu kitapta, sermayenin sürekli büyümek için yaptığı korkunç baskının etkileri değerlendiriliyor. Emperyalizm tam da böyle, sürekli genişleyen bir örüntüydü, varlığını siyasi ve uluslararası her alanda belli ediyordu. Ama büyüdükçe büyümek isteyen bu sermaye aynı zamanda, atıklarıyla güneş enerjisini atmosferde hapseden sanayi sisteminin hem denetçisi hem de düzenleyicisiydi. Bu nedenle, imparatorluk bağlamında sermaye hakkında söylenen ve doğruluğu kanıtlanmış şeyler doğa alanı için de geçerliydi; yani imparatorluk kurbanı insanlarla ekolojik dengenin bozulması konusu aynı başlık altında incelenebilirdi. İklim değişikliği aslında emperyalizmin başka bir türüydü. İklim değişikliği, sermayenin amansız büyümesinin neden olduğu yegâne tehlikeli ekolojik etki de değildi üstelik. Biyosferin, organoklorinlerle ve zararlı olduğu kadar analizi de zor olan başka zehirli maddelerle doldurulması, Yeşil Devrim yüzünden toprakların ziyan edilmesi, canlı türlerin hızla yok olması, Amazon'lardaki orman arazilerinin parsellenmesi gibi daha bir sürü şey de vardı; insanlıkla doğa arasındaki ilişkide meydana gelen büyük bir krizin sarmallar çizerek her yere nüfuz eden duyargalarıydı bunlar.
Bu açıdan bakıldığında, ekosistemlere yapılan tek tek kötü muamelelerin bir araya gelerek oluşturduğu daha büyük bir "ekolojik kriz" çıkıyor karşımıza. Bunun başka içerimleri de var. Zira insanoğlu doğanın bir parçası, bu rolden hoşlansın hoşlanmasın, bu böyle. Dolayısıyla, orman ve göl ekolojilerinin yanı sıra bir insan ekolojisinden de söz edebiliriz. Buradan büyük ekolojik krizin, ekolojisi hastalıklı bir toplumun ürünü olduğu ve böyle bir toplumun içine iyice nüfuz ettiği sonucunu çıkarabiliriz. Konuyu bu açıdan değerlendirmek daha geniş bir görüş açısı sağlar bize. Dar bir ekonomik determinizmin dışına çıktığımızda, sermayenin maddi bir düzenleme olmanın yanı sıra, daha derinlerde, insanın ruhuna kanser gibi yerleşmiş patolojik bir varlık tarzı olduğunu da görürüz. Bütün bir varlık tarzının baştan aşağı değişmesiyse söz konusu olan, o zaman "ne yapmalı?" şeklindeki önemli soru yeni boyutlar kazanır. Ekoloji politikası bu durumda dış çevrenin denetlenmesinden ibaret bir politika olmaktan çıkar, düpedüz devrimci bir çehreye bürünür. Bu, doğanın düşmanı olan sermayeye karşı yapılacak bir devrim olacağı için, ekolojik bakımdan adil ve rasyonel bir toplum kurma mücadelesi, yüz elli yıl boyunca dünyayı salladıktan sonra rezil bir biçimde sona eren sosyalizmin mantıksal halefi olacaktır. Ama bu sefer de bu "sonraki çağ"ın, yani ekolojik sosyalizmin, eski sosyalizme tebelleş olan, yıkımını hazırlayan kusurların üstesinden gelip gelemeyeceği sorusuyla karşı karşıya kalırız.
Bu fikirleri pek kimsenin kaale almaması gibi büyük bir sorun da var ortada yalnız. Bu kitabı yazmaya başlarken yukarıdaki tezlerin ana akım olarak adlandırılan ortalama fikirlerin çok uzağında olduğunun tümüyle farkındaydım. Kapitalizmin zafer kazandığı, sağduyu sahibi insanların bile piyasa mekanizmalarında yapılacak ufak tefek düzeltmelerle ekolojik zorlukların üstesinden gelebileceğimizi düşünmeye sevk edildikleri böyle bir zamanda aksi düşünülebilir miydi? Sonra, eski moda düşüncelerden kurtulmuş bir insan, bırakın sosyalizmin hatalarını gidermeye çalışmayı, böyle antika bir konu üzerinde neden kafa yorsundu ki?
Bütün bu zorluklar, parçalanmış, bölünmüş sol düşüncenin geneli için, gerek işçi sınıfına tutkuyla bağlı sosyalist düşünceyi miras almış "kızıl" sol, gerekse ekolojik krize dikkat çekmeyi amaçlayan "yeşil" sol için aynen geçerlidir. Sosyalizm, sermayenin doğanın düşmanı olduğu fikrini tereddütsüz kabul etse de, kendisinin doğanın dostu olduğundan pek o kadar emin değildir. Çoğu sosyalistin, daha temiz bir çevreden yana tavır koymasına rağmen işin ekolojik boyutunu pek ciddiye almadığını belirtmek gerek. Sosyalistler, çevre kirliliğini işçi devletinin gidermesi gibi bir stratejiden yanalar, ama ekolojik bir bakış açısının insani ihtiyaçların karakterinde, sanayinin kaderinde ve doğanın içsel [intrinsic] değeri sorununda gerçekleştirilmesini gerekli gördüğü radikal değişimleri benimsemeye pek gönüllü değiller. Yeşiller ise, her ne kadar kendilerini bu radikal değişimler üzerinde düşünmeye adamışlarsa da, sermayeyi sorunun merkezine yerleştirmeye yanaşmıyorlar. Yeşil siyaset, sosyalistten ziyade popülist veya anarşist bir çizgi izliyor. Zaten Yeşiller, iyi yönetilen, boyutu küçültülmüş ve başka üretim tarzlarıyla harmanlanmış bir kapitalizmin toplumsal üretimi yönetmeye devam ettiği, ekolojik açıdan sağlıklı bir gelecek tahayyül ediyorlar. Kazanamayacağımı bile bile, sırf sorunun kökünün bizatihi sermaye olduğunu göstermek için katıldığım 2000 yılı başkan adaylığı seçimlerindeki rakibim Ralph Nader esasen böyle bir tavır sergiliyordu.
Egemen düzene alternatifler düşünenlerin nezih entelektüel cemaatten ihraç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir zamanda yaşıyoruz. Gençliğimde ve benden birkaç kuşak önce, kapitalizmin köşeye sıkışmış olduğu ve ayakta kalıp kalamayacağının hiç de belli olmadığı konusunda bir fikir birliği vardı. Son yirmi yıl içinde ise neoliberalizmin yükselişi ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte, kapitalist sistemin çevresi bir olmazsa olmazlık, hatta ölümsüzlük halesiyle kaplanıverdi. Entelektüel sınıfların, hiçbir şeyin sonsuza kadar sürmediği, bütün imparatorlukların bir gün çöktüğü ve yirmi yıllık bir yükseliş döneminin tarihte çok küçük bir zaman dilimine tekabül ettiği şeklindeki tecrübeyle sabit gerçekleri görmezden gelip bu tür absürd çıkarımların peşinden koyun gibi gitmeye bu kadar meraklı oluşları hayret verici. Yakın zamanlarda biten şu nokta.com manyaklığında sergilenen zihniyetin aynısı kapitalizmi tanrı vergisi, ölümsüzlüğe yazgılı bir şey olarak algılayanlarda da görülür. Sürekli büyüme mantığı üzerine kurulmuş bir toplumun bir gün doğal kaidesini parçalamasının kaçınılmaz olduğu şeklindeki bas bas bağıran gerçeğin, bir an için de olsa resmi senaryodan şüphe duyulmasını sağlayacağı düşünülebilirdi belki. Gelgelelim son derece etkili propaganda aygıtları ve iktidarın düşünsel alanda neden olduğu tahribatlar sayesinde bugüne kadar böyle bir şey olmamıştır.
Değişim olacaksa egemen konsensüsün dışından gerçekleştirilecektir. Böyle bir uyanışın varlığına işaret eden belirtiler mevcut. Dev küresel binada çatlaklar oluşmaya başladı; bu çatlakların arasından yeni bir protesto çağı doğuyor. Dünya Ticaret Örgütü, toplantılarını herhangi bir engellemeye maruz kalmamak için Katar'da yapmak veya kendini etrafı surlarla kaplı Quebec'in içine hapsetmek zorunda kalıyorsa, çiçeği burnunda başkan George W. Bush resmen göreve başladığı gün, aleyhinde yapılan protestolar nedeniyle Pennsylvania caddesinden, halkı selamlayarak geçmek yerine, kurşun geçirmez limuzininin içinde adeta bir kaçak gibi geçiyorsa, o zaman yeni bir ruhun doğduğu, kendi tercihleri bu olmadığı halde kendilerini ekolojik krizin damgasını vurduğu bir dünyada bulan ve bugün artık orta yaşlara doğru yol almaya başlamış olan kuşağın ayaklanmaya ve tarihi kendi elleriyle şekillendirmeye başladığı pekâlâ söylenebilir. Doğanın Düşmanı onlar için yazıldı; onlar ve ancak verili gerçeklerden kurtularak bir gelecek elde edebileceklerini fark etmeye başlayanlar için.
Benimsediğim muhalif tavır 1988'deki kuraklığı, ekolojisi harap olmuş bir toplumun habercisi olarak görmeye koşulladı beni. Ama etkilendiğim tek şey bu değildi. O sıralarda Tarih ve Tin'le uğraşıyordum, Sandinistaların, özellikle de radikal rahiplerinin inançlarından çok etkilenmiş, heyecanlanmıştım; bir reddin bir onayla birleşmediği sürece değersiz olduğunu, verili gerçeklerin ötesine geçmek için gerekli cesaretin ancak eşyanın bütününe ilişkin bir tasavvur geliştirdikten sonra toplanabileceğini onlar sayesinde fark etmiştim. Bizi bekleyen zor günlerde bize kılavuzluk edecek, 1968'lerden kalma harika bir deyiş var: Gerçekçi ol, imkânsızı iste. O halde, haydi ayağa kalkalım ve imkânsızı isteyelim.
Bu kitabın yazılmasına kadar geçen uzun yolculuk sırasında birçok kişinin yardımını gördüm; adlarını buraya sığdıramayacağım kadar çok kişinin hem de; hele kitabın büyük bir bölümünün arka planını oluşturan siyasi kampanyalar sırasında tanıştığım yüzlerce insanı da bu listeye katarsak, ki katmalıyız bence. Ama kitabı düşünsel açıdan etkileyenlerin adlarını sıralamak hiç de güç olmayacak. Ekolojik krizle ilgilenmeye karar verdikten kısa bir süre sonra Capitalism, Nature, Socialism dergisinin ve en anlamlı bulduğum ekolojik Marksizm okulunun kurucusu James O'Connor'la temasa geçmeye karar verdim. Bu kararın, meslek hayatımın en isabetli kararlarından biri olduğu çok kısa bir zaman içinde anlaşıldı ve hâlâ süren bir işbirliğinin başlamasına vesile oldu. Ekonomi politik konularındaki akıl hocam ve en acımasız eleştirmenim olmakla birlikte daha çok değerli bir dost olarak gördüğüm Jim'in bu kitabın her yerinde emeği var (ama kitaptaki hataların tümünün sadece bana ait olduğunu mutlaka belirtmem gerekir). CNS camiasına, kitabın ortaya çıkış süreci boyunca bana entelektüel faaliyetlerim için bir yuva ve forum sağladıkları, sayısız kereler dostça yardımlarını esirgemedikleri için çok teşekkür ederim. Benden yardımlarını esirgemeyen dostlarım arasında Barbara Laurence'i, New York editöryel grubunu (Paul Bartlett, Paul Cooney, Maarten DeKadt, Salvatore Engel-Di Mauro, Costas Panayotakis, Patty Parmalee, Jose Tapía ve Edward Yuen), Boston grubundan Daniel Faber ile Victor Wallis'i ve Alan Rudy'yi sayabilirim.
Kitabın oluşum döneminin çeşitli evrelerinde taslak metinleri birçok kişi dikkatle okudu: Susan Davis, Andy Fisher, DeeDee Halleck, Jonathan Kahn, Cambiz Khosravi, Andrew Nash, Walt Sheasby ve Michelle Syverson. Hepsine minnettarım. Michelle Syverson'a ayrıca kitabın yayımlanma aşamasındaki aktif desteklerinden dolayı da teşekkür borçluyum.
Kitabın ortaya çıkışını hazırlayan çeşitli evrelerde çeşitli şekillerde yardımlarını gördüğüm Roy Morrison, John Clark, Doug Henwood, Harriet Fraad, Ariel Salleh, Brian Drolet, Leo Panitch, Bertell Ollman, Fiona Salmon, Finley Schaef, Don Boring, Starlene Rankin, Ed Herman, Joán Martinez-Alier, Daniel Berthold-Bond ve Nadja Milner-Larson'a teşekkür ederim. Mildred Marmur, hiç üstesinden gelemediğim dünya işlerinde her zamanki gibi bana çok yardımcı oldu ve pratik fikirler verdi. Roberto Molteno ile Zed çalışanlarına, bana da ortaya çıkardıkları değerli eserler listesine katılma fırsatı sundukları ve yardımlarını esirgemedikleri için çok teşekkür ederim.
1988'den beri akademik yuvam olan Bard College'e ve yöneticilerine, özellikle de Leon Botstein ile Stuart Levine'a, fakülteye, çalışanlarına (özellikle Jane Dougall'a), öğrencilere, yıllarca benden esirgemedikleri her türlü –maddi, manevi, entelektüel– destek için bu vesileyle teşekkür etmek isterim. Muhalif görüşlere hoşgörünün iyice azaldığı bir zamanda Bard'ı bulmak müthiş bir şanstı benim için. Bard College olmasaydı bu kitabı ortaya çıkarırken çok daha yalnız kalacak, çok fazla zahmet çekecektim.
Son olarak, bana destek olan aileme teşekkür ederim. Eşim ve hayat arkadaşım DeeDee ile başlayıp bu mücadeleyi kendileri için verdiğimiz geleceğin çocuklarını temsilen adlarını sayacağım torunlarıma, Solmaria, Rowan, Liam, Tolan ve Owen'a kadar ailemdeki herkese müteşekkirim.
Kasım 2001
11 Eylül 2001'de geleceğimizin üzerine çöken uğursuz gölge, Doğanın Düşmanı'nın dizgisinin tamamlanıp yayımlanma hazırlıklarının yapıldığı dönemlere rast geldiği için kitaba dahil edilemedi. Ama olayın önemi, üzerinde birkaç şey söylemeyi zorunlu kılıyor.
Öncelikle, bu kitabın büyük bir bölümü büyük bir ekonomik büyümenin yaşandığı bir dönemde yazıldığı için, ana teması, yani sermayenin amansız genişleme baskısı teması, dünya ekonomi sisteminin bugün yaşadığı feci düşüş trendi içinde pek önemli görünmeyebilir. Ancak aynı temel ilkeler geçerliliklerini hâlâ koruyor. Burada asıl önemli olan sermayenin yaptığı baskı, sonunda büyüme gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş, önemli değil. Kapitalizm krizlerle işleyen bir sistem; ekonomideki krizlerle ekolojideki krizler arasında net bir bağıntı kurmak asla mümkün olmasa da ekonomi döngüsünün her iki ucunda da ekosistemlerin bütünlüğünün kötü etkilendiğini söyleyebiliriz. Ekonomi büyürken salt nicelik ortama hâkim olur; bugünkü gibi baş aşağı indiği zamanlarda ise büyümenin azalması, tekrar gerekli birikimi oluşturmak için çevreyle ilgili olarak alınmış önlemleri gevşetmek gerektiğini gösteren bir işaret olarak algılanır.
İkinci olarak, köktendinci terörünün yol açtığı kriz ile küresel ekolojik bozulmanın yol açtığı kriz arasında belli temel ortaklıklar var. İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi, ekolojik kriz karabasan gibi bir şey; doğayı tedricen tahakküm altına almak için dünyanın dört bir yanına salıverilmiş iblislerin sonunda efendilerine musallat oldukları bir karabasan. Ama aşağı yukarı buna benzer şeyler terörizm için de söylenebilir. Köktendinciliğin başkaldırısı çoğunlukla modernliğe başkaldırı gibi algılanır, ama bu sadece emperyalizm bağlamında, yani dünya genelinde insanlık üzerindeki tahakkümün sürekli artması bağlamında önem kazanan bir şeydir. Küreselleşme adıyla bilinen emperyalizm türünde, bütün eski varlık biçimlerinin yok edilmesi, zorla dayatılan "serbest ticaret"in ayrılmaz bir parçasıdır. Köktendincilikler, kıyıda köşede kalmış (peripheral) toplumlarda, tahrip olmuş toplulukların bütünlüğünü yeniden sağlamak amacıyla ortaya çıkarlar. Ancak bu amaç, güçsüzlüğün beslediği nefret yüzünden irrasyonel bir hal alır; böyle bir hal alınca da bir intikam döngüsü içinde bir terör ve karşı-terör modeline dönüşür.
Terör ile ekolojik bozulmanın diyalektikleri petrol rejiminde buluşur. Petrol, bir yandan ekolojik krizin temel maddi dinamiği olma özelliğini korurken, öte yandan onun adına amansız mücadelelerin verildiği topraklar üzerinde kurulan emperyalist tahakkümün itici gücü olma özelliğini sürdürür. Petrol sanayi toplumunu körükler; Batı'nın büyümesi de zorunlu olarak, petrolün en stratejik biçimde konumlandığı topraklar üzerindeki sömürü ve denetimin artmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu toprakların büyük bir bölümü müslüman ülkelere ait olduğu için bugün gözümüzün önünde cereyan eden büyük mücadelenin sahnesi de İslam ülkeleri.
Burası bu mücadelenin nasıl yürüdüğünün tartışılacağı bir yer değil, o yüzden bunun asıl köklerinin araştırılması gerektiğini söylemekle yetinelim. Bu açıdan bakınca, ekolojik krizi sona erdirmek ile insanlığı terörden kurtarmanın (elbette buna süper gücün kurbanları üzerinde uyguladığı terör de dahil) aynı sürecin iki yüzü olduğu görülür. İkisi de imparatorluğu alt etmeyi, imparatorluğu alt etmek de doğa ve insan üzerindeki emperyalizmi yaratan şeyi yok etmeyi gerektirir. Bunun sanayi sistemimizi, dolayısıyla da bütün varlık biçimimizi baştan aşağı yeniden yapılandırmadan başarılacağını düşünmek yanılsamadan başka bir şey değildir. İster petrole dayalı olsun ister başka şeylere, emperyalizmin boyunduruğundan bugünkü düzen içinde kurtulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, küresel ısınma ile ekolojik krizin diğer veçhelerinin üstesinden gelmek için gereken şeyler terörü yok etmek için de gereklidir. Fosil yakıt ekonomisine ihtiyaç duymayan, yani kitapta da belirtildiği üzere, sermayeyle ilişkisi olmayan bir dünya kurmamız gerekiyor.