Türkçe Basıma Önsöz, s. 9-12
2005’in siyasi gerçekleri, özellikle Ortadoğu'nun geleceği açısından küresel ufukta bir dizi rahatsızlık uyandırıcı siyasi sıkıntıya işaret ediyor. Irak'ta devam eden Amerikan işgali her gün yaşanan şiddet olaylarının kalıcılaşmasına ve bölgenin bağrında hem emperyal bir mevcudiyet hem de dış kaynaklı bir kargaşa duygusu yaratacak gibi görünmektedir. İlk belirtiler ikinci dönem Bush başkanlığının birinci döneme benzeyeceğini, ABD'nin Irak'ta ve bölgenin diğer yerlerinde "demokrasi" olarak tanımladığı şeyi cebren geliştirme çabalarını sürdüreceğini göstermektedir. Buna ek olarak, George W. Bush 2005'te Kongre'de yaptığı yıllık Ulusa Sesleniş konuşmasında İran'a tehdit dolu sözler söylemiş, ABD'yi Tahran'daki mevcut hükümeti devirmeyi tasarlayan müdahaleci faaliyetleri teşvik eden, İran'ın sözde nükleer silahlar geliştirmek için sürdürdüğü programı baltalamak için askeri saldırı tehdidinde bulunan bir konuma sokmuştur. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney uğursuz bir biçimde, İran'ın sözde nükleer üslerine askeri saldırı başlatması için İsrail'e yeşil ışık yakmıştır.
Bölgenin Washington tarafından denetlenmesi için yapılan bu jeopolitik manevra sürerken, dolar düşmekte, petrol fiyatı yükselmekte, dünya ekonomisinin tehlikeli bir uçurumun eşiğine şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde yaklaştığı görülmektedir. Irak halkı da güçlü bir başkaldırı, ezici bir işgal ve olası bir yıkıcı iç savaş arasında sıkışıp kalmıştır. 2005 seçimleri Şiilere ve Iraklı Kürtlere bir iktidar hissi tattırmaktadır, fakat bunun normal bir atmosfer yaratabilecek anayasal bir sürece tercüme edilip edilemeyeceği fazlasıyla belirsiz görünmektedir. Önce muharebe alanında zafer kazanan, sonra Saddam Hüseyin'i ele geçiren, ardından egemenlik hakkını geçici Irak hükümetine devreden ve şimdi de ülke için bir anayasa taslağı hazırlama görevi verilecek bir yasama meclisinin seçimleriyle uğraşan Washington, Irak'ta "demokratik" bir düzeni dayatma konusunda bir dizi fantezinin peşinde koşmaktadır. Sünnilerin başını çektiği ayaklanmanın aşama aşama bastırılması yönündeki beklentiler, direniş hareketinin yenilenmesi, hatta yaygınlaşmasıyla her seferinde suya düşmüştür.
Bugün gelinen noktada İsrail/Filistin ateşkesinin bir duraklamayı mı yoksa anlaşmazlığın dayanak noktasını şiddetten diplomasiye kaydırmak için yapılan bir girişimi mi temsil ettiğini ayırt etmek imkânsızdır. Neticede, barış ancak İsrail'in Batı Şeria'daki yerleşim yerlerinin çoğundan çekilmeye ve Kudüs'te Filistinlilere ortak bir rol tanımaya hazır hale gelmesiyle, ayrıca Filistinli mülteciler konusunda hiç değilse bir uzlaşma önermesiyle gelecektir. Şu anda Sharon hükümetinin bu yönde hareket etmeye hazırlandığına dair hiçbir gösterge bulunmamakta, topraklarından atılan ve işgal altında yaşayan Filistinlilerin uzun süredir devam eden sıkıntılarının sona ermesi ne yazık ki pek mümkün görünmemektedir. Bu noktada, son "barış" girişimi İsrail'in diktası temelinde tek yanlı bir çözümün dayatılması için yapılan yeni bir hamle gibi görünmekte, Filistinlilerin bağımsız olarak varolan egemen bir devlete kavuşmalarına dayanan hakiki barış olasılığı kötü niyet ve hilenin lanetli âleminde kalmaya devam etmektedir. Bu kötümserliğin doğrulanmamasını ve kimi pozitif adımların atılmasını ümit edelim. En azından şiddetin azaldığı ve daha az baskının söz konusu olduğu bir işgal bile Filistinlilerin geçici de olsa rahat bir nefes almasını sağlayabilir.
Dünya politikasının yüzeyinde meydana gelen bu gelişmeler, dikkatimizi dünya düzeninin yapısını ve tabiatını değiştiren daha derindeki gelişmelerden uzaklaştırmamalıdır. Küreselleşmenin çeşitli biçimlerinin egemen devletlerin ekonomik ve siyasi yaşamlarını denetleme yeteneklerini değişen ölçülerde baltalamakta olduğu konusunda pek az kuşku vardır. En bilinen küreselleşme biçimleri, şirketlerin ve bankaların da dahil olduğu ulusötesi piyasa güçlerinin dünya ekonomisini Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi neoliberal uluslararası finans kuruluşlarının önemli yardımlarıyla şekillendirmekte üstlendikleri rolleri içermektedir. Ulusötesi terörizmin de hem ülkesel toplulukların saklı güç kaynakları içinde faaliyet gösteren gizli şebekeler, hem de sınır tanımayan "özel kuvvetleri" ile düşmanlarını arayan devletler tarafından öne çıkarılması da düşündürücüdür. Medyada "teröre karşı savaş" olarak adlandırılan bu mücadeleye 11 Eylül saldırılarından bu yana büyük önem verilmektedir ve ABD hükümetinin yanıtı sürekli savaşla birlikte şiddetli bir küresel güvensizlik tehlikesi taşıyan askeri yola girmeyi seçmek olmuştur.
Değer kaybeden şey yalnızca egemenlik hakkı değildir. Dünya politikasında güç kullanımını uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler ile ilişkilendirerek düzenleme konusundaki köklü çabalar da ciddi bir riske atılmıştır. ABD 11 Eylül'den itibaren uluslararası hukuka, BM Şartı'nın temel yasaklarına ve dünya kamuoyunca ifade edilen biçimiyle halk iradesine aykırı olan tektaraflı bir savaşa girişmiştir. Aslında, hukuka, BM'ye saygıya ve yaygın biçimde paylaşılan etik standartlara dayanan normatif düzeni ciddi oranda zayıflatan bu devlet, II. Dünya Savaşı'ndan sonra saldırgan savaşa müsamaha göstermeyecek bir dünya düzeni çağrısının öncülüğünü yapmıştı. Saldırganlığa dünya toplumunun gücüyle karşı çıkılacak ve failler barışa karşı suç işleme emri vermekle itham edilecekti. Bu cezai sorumlu tutulabilirlik fikrini, tutuklanıp Nuremberg ve Tokyo mahkemelerinde yargılanan Alman ve Japon liderlere uygulandığı sırada ateşli bir biçimde savunan ABD'nin ta kendisiydi. O tarihte, ABD Yüksek Mahkemesi'nin saygın bir üyesi olan Amerikalı yargıç Robert Jackson, Nuremberg'de ortaya koyulan ilkelerin gelecekte, Alman sanıkları yargılamakta olan yargıçların ülkesindeki tutuma da rehberlik edeceğini söylemişti.
Bu sözün tutulması rahatsız edici bir biçimde onyıllardır reddedilmektedir. Kısa süre önce kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne (ICC) bugünlerde neredeyse yalnızca ABD Hükümeti karşı çıkmaktadır. Ülkeleri, hükümetlerinin kendi kontrolleri altındaki Amerikan vatandaşlarına ICC tarafından dava açılmasına asla izin vermemeyi resmen kabul etmemesi halinde ekonomik yardımı kesmekle tehdit eden yine ABD'dir.
Türkiye işte böyle bir zeminde kendi geleceğini belirlemek için harekete geçmelidir. Mevcut küresel ortamda engeller kadar fırsatlar da bulunmaktadır. Türkiye hükümeti açısından ABD ve Avrupa'ya eşit mesafede bir diplomasi benimsemeyi düşünmek cazip olacak, bu da sonunda ülkedeki tüm yabancı askeri üslerin kademe kademe kapatılmasını içerebilecektir. ABD demokrasiye verdiğini iddia ettiği desteğe asgari düzeyde bile olsa inanmamızı bekliyorsa, dost bir ülkenin kendi özerkliğini ifade eden ve yurttaşlarının iradesini yansıtan adımlarına saygı duymalıdır. Türkiyeli yurttaşların yabancı üslerin kapatılmasını çığır açan, pozitif bir adım olarak selamlamayacaklarını düşünmek imkânsızdır. Bu tür gelişmeler olmadan önce Türkiye'deki "derin devletin" de güvenlik politikalarının bu şekilde ulusallaştırılması ve eşit mesafeli bir diplomasi izlenmesi konusunda ikna edilmesi gerekeceği açıktır. Bundan çok daha beklenmedik şeylerin gerçekleştiği vakidir. Eğer Türkiye'nin yapacağı bu tür hamlelerin Türkiye/ AB müzakerelerinde daha olumlu bir atmosfer yarattığı görülürse, bu adımların pek radikal sayılmaması bile mümkün olabilir. Türkiye'nin takınacağı eşit mesafeli tutum aynı zamanda İsrail/Filistin ilişkileri açısından da değerlendirilebilir. Böyle bir tutum, bölgedeki komşularıyla ve genel olarak İslam dünyasıyla mümkün olduğunca pozitif ilişkiler kurmak isteyen Türk dış politikasıyla da uyumlu olacaktır. Soğuk savaşın sona ermesinin ardından, hatta daha etkili bir biçimde 11 Eylül saldırılarının ardından ortaya çıkan jeopolitik eğilimler, Türkiye'ye uzun süredir çözemediği sorunları çözmesine yardımcı olacak esnek ve yaratıcı bir dış politika geliştirme konusunda daha büyük bir potansiyel sunmaktadır. Aslında AKP yönetimi iktidara geldiğinden beri bu yönde hareket etmekte, Kıbrıs konusunda, İsrail/Filistin meselesinde, gerek ABD/ Avrupa ve komşularıyla gerek İslam dünyasıyla ilişkilerinde çok daha dengeli bir yaklaşım benimsemektedir. Süreç içinde bu durum Türkiye'nin bölgesel ve küresel itibarını yükseltmiş, ülke oluşmakta olan küresel uluslar topluluğunun daha sorumlu ve ne yapacağı belli bir üyesi olarak görülmeye başlamıştır. Artık ne Washington ne de Tel Aviv Türkiye'nin çantada keklik olduğunu düşünebilir ki, bu da Ankara'ya dış politikada yaratıcı faaliyetlerde bulunmak konusunda daha geniş bir siyasi alan sağlamaktadır.
Bu kitap uluslararası ilişkileri ve dünya düzenini etkileyen genel eğilimleri incelemektedir. ABD'nin küresel imparatorluk arayışıyla ilişkili tehlikelere özel bir vurgu yapılmakta ve küreselleşen dünyada egemen devletin değişen rolü ele alınmaktadır. Aynı zamanda 11 Eylül saldırılarının etkisi ve ABD'nin dünyanın büyük kısmını fiili ve potansiyel savaş alanlarına çeviren yanıtı yorumlanmaya çalışılmaktadır. Emperyal jeopolitikalara karşı gelişen halk direnişinden kaynaklanan daha pozitif imkânlar da değerlendirilmektedir. Dünya düzeninin geleceği kesinlikle belirsizdir, fakat dış hatları halkların mücadelesi ile liderlerin cesaret ve yaratıcılıklarıyla biçimlendirileceğinden, tartışmaya girmek ve bunu kararlılık ve eylemle sürdürmek için her türlü gerekçe mevcuttur. Yalnızca böylesi bir mücadeleden sonra en iyisini umut etmek mümkün olacaktır!