Özdemir İnce, “İslam’ın hastalığı”, Hürriyet Pazar, 12 Haziran 2005
Abdelwahab Meddeb, Arap dünyasının “İslam ve modernite sentezi”nin en önemli bayraktarlarından biri.
Bir filozof olarak, evrensel iktidardan uzaklaşmasından dolayı bir türlü teselli bulamayan İslam’ın geçmiş uygarlık ve kültür büyüklüğünden hiç kuşku duymayan Meddeb, hastalığın köklerini altın çağ (asr-ı saadet) yorumuna bağlıyor. Buna Medine Ütopyası diyor. Yani, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu reçetenin en işlemez yanı şu: Müslümanlar asr-ı saadet zamanına geri dönebilirler, ama Müslüman olmayan dünyayı o günün “zaman ve mekânı”na nasıl geri gönderecekler?
İslamın Hastalığı Abdelwahab Meddeb’in kaleminden çıkmış çok önemli bir inceleme kitabının adı.
Abdelwahab Meddeb, 1946 yılında Tunus’ta doğdu. Paris’te edebiyat ve sanat tarihi okudu. Şair, romancı, denemeci, çevirmen. Arap ve Batı kültürlerine derinlemesine vakıf. Dedale adlı bir derginin yöneticisi. Paris X-Nanterre Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat okutuyor ve France Culture radyosunda İslam Kültürleri başlıklı bir program yapıyor. Kısacası Arap dünyasının en önemli aydınlarından biri.
Bu Abdelwahab Meddeb François Mauriac Ödülü alan kitabında “İslam hasta mı?” diye sormuyor; hasta olduğuna karar vermiş olduğu İslam’ın hastalığını tanımlamaya, bu hastalığın nedenlerini bulmaya çalışıyor.
Kitabın birinci sayfasındaki giriş cümlelerini aktarıyorum: “11 Eylül’de ABD’yi kalbinden vuran çarpıcı saldırı, cinayetten başka bir şey değildir. İslamcılar tarafından işlenmiş bir cinayet. Bu eylemler, giderek tırmanmakta olan bir dizi terörist eylemin doruk noktasını oluşturmaktadır. Ben bu eylem dizisine, 1979 yılından, yani İran’da Humeyni’nin zaferine ve Afganistan’ın Sovyet birlikleri tarafından işgaline tanık olduğumuz yıldan başlıyorum. Bu iki olay, entegrist hareketlerin güçlenmesini ve ideolojilerinin yayılmasını kayda değer ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu ideolojinin nasıl biçimlendiğini anlamak için epeyce gerilere gitmek gerek. Kelamın –Kuran’ın ve Sünnet’in– entegrist bir okumaya elverişli olduğu yerleri tanımak gerek.” (s. 9)
Demek ki Kuran ve Sünnet’in köktendinci okumaya (yoruma) uygun yerleri varmış! İşte bu önemli. “Katolikliğin hastalığı fanatizm, Almanya’nın hastalığı Nazizim olduysa, İslam’ın hastalığının entegrizm olduğu kesindir.” (s. 11) Bunu ben söylemiyorum bir Arap filozof söylüyor.
“Her tür okura sesleniyorum; ama özellikle, simgesel olarak benim gibi İslam inancı içinde yetişmiş okurları düşünüyorum.” (s. 10)
Bir Türk yazarın bir yerde Abdelwahap Meddeb’I, “bir Fransız aydını sayabiliriz,” dediğini okudum. Demek ki bu yazar Meddeb’in yazılarından hiçbirini okumamış, yıllardır Fransa’da yaşadığı için Fransız’a dönüştüğünü sanıyor.
Meddeb’in dedesi de babası da İslam âlimi, 4 (dört) yaşında Kur’an eğitimine başlıyor ve “hıfz” ediyor, yani ezberliyor. Bugün 55 yaşında olan Abdelwahab Meddeb, Arap dünyasının “İslam ve modernite sentezi”nin en önemli bayraktarlarından biri. Bir filozof olarak, evrensel iktidardan uzaklaşmasından dolayı bir türlü teselli bulamayan İslam’ın geçmiş uygarlık ve kültür büyüklüğünden hiç kuşku duymayan Meddeb, hastalığın köklerini altın çağ (asr-ı saadet) yorumuna bağlıyor. Buna Medine Ütopyası diyor. Yani, İslam yeniden güçlü, yeniden öncü ve yeniden egemen olmak istiyorsa, en güçlü olduğu zamana geri dönüp onu taklit etmelidir. Bu reçetenin en işlemez yanı şu: Müslümanlar asr-ı saadet zamanına geri dönebilirler, ama Müslüman olmayan dünyayı o günün “zaman ve mekânı”na nasıl geri gönderecekler? “Asr-ı saadet”e geri dönmekle, İslam âlemi ile Hıristiyan âlemi arasına 1000-1200 yıllık zaman dengesizliği getirdiklerini nasıl fark etmiyorlar?
Abdelwahab Meddeb, hastalığın virüsünü, kitabının “Batı’ya Karşı Entegrizim” bölümünde 99. sayfadan itibaren açıklıyor:
“Yarı okumuş ajitatörler, kendi geleneklerine dönüş çağrısında bulunurken, demokrasinin başarısızlığa uğrama nedeninin, zikrettikleri geleneğin temelindeki despotik atacılık olduğunu unuturlar. Ama Medine kökenine geri dönüşü idealize ederek bu güçlüğü es geçerler. Medine ütopyasının sık sık yeniden etkinleştirildiğini görmüştük. Modern zamanlarda sınırlı kalırsak, bu ütopyanın Vahhabiliğin kökeninde olduğunu, daha yukarda zikrettiğimiz 19. yüzyıldaki o Selefiler’in, fundamentalistlerinin de amentüsünü oluşturduğunu hatırlayalım. 1920-1930’lu yıllardan itibaren Müslüman Kardeşler hareketinin su yüzüne çıkmasıyla entegristlerin derme çatma kurdukları sistemin de merkezinde bu ütopya olacaktır.” (s. 100)
“İslamın Hastalığı” faslında ilerledikçe Müslüman Kardeşler’in kurucusu El Benna’nın yeni ahlaki düzeni somutlaştırmak için Batı’ya artık düşman muamelesi yaptığını görüyoruz. Ve ardından Pakistanlı Ebu’l A’lâ Mevdudi (1903-1979) ile Mısırlı öğrencisi Seyyid Kutb (1926-1966) geliyor. Silahlarından biri terörizm olan günümüz entegrist ortamının tuzu ve biberi olan iki düşünür. Bu iki düşünür, 1970’lerden itibaren Türkiye’deki İslami hareketlerin hocası ve ilham kaynağı olmuştur. Bana inanmıyorsanız kendilerine, İslamcılara sorun.
İslamın Hastalığı’nı okuyup bitirdikten sonra, kendimize şu soruyu mutlaka soralım: El-Kaide’nin ideolojik heykeltıraşı ve patlayıcı maddesi Vahhabilik mi; Vahhabilik aynı zamanda Suudi Arabistan devletinin ideolojisi mi; Vahhabilik günümüz İslam terörizminin maddi ve manevi önderi mi? El cevap: Evet!
Peki Vahhabi Suudi Arabistan rejimi ile canciğer kuzu sarması olan ABD, terörizmle mücadelesinde samimi mi? Terörizmle nasıl mücadele edecek?