| ISBN13 978-975-342-488-2 | 13x19,5 cm, 192 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Almanca Basıma Önsöz, s. 11-13, Evelyn Fox Keller, Şubat 2001 1990 yılında ABD'li yetkililer, insan DNA sekansının ortaya konmasının kim olduğumuz konusunu nihai olarak açıklığa kavuşturacağına duydukları kesin inançla, en iddialı bilimsel girişimlerden biri olarak tarihe geçecek bir projeyi desteklemeye karar verdiler. Araştırmacılar da işin başından itibaren dehşetli bir süratle yola koyularak daha on yıl geçmeden bitiş çizgisinin görüş mesafesine girmesini sağladılar. Sözünü ettiğim tabii ki İnsan Genom Projesi. Birbiriyle yarışan iki araştırma grubu, bu paha biçilmez bilginin ilk analizinin sonuçlarını 2001 yılının Şubat ayında açıkladı ve bu da bütün dünyada manşetlere çıktı. Görünüşe bakılırsa, biz insanlarda umulandan çok daha az gen bulunuyordu, daha açık bir ifadeyle, insandaki genlerin sayısı şu sıradan solucandakinden sadece üçte bir oranında daha fazlaydı. Bu mümkün müydü? Ayrıca ne anlama geliyordu? Gerçekten de solucanlara bu kadar mı benziyor, onlardan biraz daha fazla bir şeyden mi "oluşuyor"duk? Yaşayan diğer türlerle benzerliğimizin bu denli büyük olduğunun duyulması hem şaşkınlığa düşmemize hem de mütevazı bir tavır takınmamıza neden olur. Ama bu haber aynı zamanda –üstelik salt insan olmaktan duyduğumuz gururdan kaynaklanmayan– bazı kuşkulara da yol açar. Yaşamın gözlerimizin önündeki çeşitliliğine baktığımızda, içimizde bir direncin uyanmaya başladığını hisseder, şunu sormaktan kendimizi alamayız: "Canlılar arasındaki olağanüstü farklar, eğer DNA'larımızda kodlanmış 'genler'in sayısı (hatta pek çok durumda A, C, G, T harfleri) ile değilse neyle açıklanabilir? Solucan, sinek ya da fare değil de insan olmamızı sağlayan nedir?" Ve bu da kaçınılmaz olarak şu soruyu gündeme getirir: "Kim olduğumuzu gerçekten DNA sekansımızdan anlayabilir miyiz?" Tabii ki bu haber herkesi afallatmamıştı. Sıradan gazete okurları büyük bir şaşkınlık geçirmişti belki ama moleküler biyolojinin ön saflarında çalışan araştırmacıların olsa olsa küçük bir bölümü gerçekten şaşırmıştı. Gerçi hiç şüphesiz daha fazla sayıda insan "geni" bulacaklarını ummuşlardı ama öte yandan DNA sekanslarının, organizmaların gelişim tarihlerinin ancak bir bölümünü içerdiğini ve gen kavramının bizim için ifade ettikleriyle de ancak kısmen örtüştüğünü uzun bir zaman önce fark etmiş bulunuyorlardı. Örneğin organizmanın kendi türünün bir örneği olacak şekilde gelişmesinde genin zamansal ve mekânsal ifade kalıplarının kimyasal yapısından daha önemli olduğu artık biliniyor. Bunun da ötesinde, moleküler biyologlar, gen kavramının yeterli tek bir tanımı olmadığını da biliyorlar. Bu kavramın günümüzdeki kullanılış tarzlarının anlaşılması için gerekli çok sayıdaki tanımdan özellikle ikisi berraklıkları ile dikkat çekiyor: Bunlardan biri DNA'nın özel bir bölgesine diğeri ise elçi-RNA'nın belirli bir proteinin sentezinden sorumlu kesimine (segment) atıfta bulunur. Gerçekte ikinci tür genlerin sayısı ilk türünkinden çok daha fazladır (bugünkü tahminlere göre on kat kadar). Bunun nedeni, belirli tek bir DNA bölgesinden çok sayıda farklı "gen"in üretilebilmesidir. Uygulama alanındaki biyologların bu kavramı içinde kullandıkları bağlamlar kavramın anlamını her seferinde oldukça netleştirdiği için bu alanda anlaşma güçlükleriyle pek karşılaşılmaz. Ancak okurların çoğu için durum farklıdır. Bu tür çok anlamlılıklar laboratuvar dışında kolayca karışıklıklara ve yanlış anlamalara yol açar – üstelik de salt kaç genimiz olduğu sorusuna değil, genlerin nelerden oluştuğu, nerede bulunduğu, neler yaptığı, ve belki de en önemlisi, ne işe yaradığı sorularına ilişkin olarak. Sevindirici olan, gen araştırmalarının bugün her zamankinden daha heyecan verici olması ve genetik etkinlik konusundaki anlayışımızın hem genişlik hem de derinlik açısından çarpıcı bir biçimde artmış olmasıdır. İleriye doğru atılan her adım, biyologların çizmeyi öğrenme aşamasında oldukları resmi, yani genin gelişimdeki rolüne ilişkin resmi biraz daha karmaşık ve incelikli hale getirmekte ve ortaya çıkan sonuç da yola çıkış noktasını oluşturan basit mantralarıyla giderek daha açık bir çelişki göstermektedir. Üzücü olan ise bu yeni incelikli anlayışın kamu bilincine henüz nüfuz etmemiş olmasıdır. Hatta bana öyle geliyor ki, teknik ve kamusal anlayış arasındaki bu uçurum bugün kritik denebilecek bir noktaya, kamunun dikkatinin acil olarak çekilmesi gereken bir noktaya gelmiş durumdadır. Bu nedenle de bu kitaptaki amaçlarımdan biri açılmış olan bu uçurumun üzerine bir köprü kurmaktır. Öte yandan kitap, bu uçurumu açmış olan araştırmaların ve DNA'nın biyolojik gelişimdeki rolüne ilişkin derinleşmiş bilgimizin takdiri olarak da okunabilir. Moleküler biyoloji alanındaki cesur hücre analizleri, yaşamın gizlerinin basitliğinden çok karmaşıklığına hayret etmemiz gerektiğini bize bir kez daha öğretmiştir. Takdirlerimizin büyük kısmını, bizi bu noktaya getirdiği için İnsan Genom Projesi hak eder. Bu proje, DNA sekansımızın çözülmesi sonucunda kim olduğumuzu söylemeyi başaramadıysa da bildiklerimizin ne kadar az olduğunu göstermiştir bize. Belki de uzun vadede bu dersin daha yararlı olduğu ortaya çıkacaktır. En azından kibre kapılmamızı engeller ve üretmekte olduğu bilgilerle biyolojide yeni bir çağın açılmasını sağlayabilecek araçları sunar. Belki de yüz yıl sonra torunlarımızın çocukları "Genin Ötesinin Yüzyılı" adlı bir kitap okuyacaklar. |