Bir Timsahın Avı Olmak
Feminizm ve Doğaya Hükmetmek kitabının yazarı çevreci-feminist yazar Val Plumwood, uğradığı bir timsah saldırısının ardından kaleme aldı bu makaleyi. Son derece çarpıcı ve sıradışı bir deneyim.
Kanoyla açılıp ana akıntıya girdiğimde yağmur ve rüzgâr tekrar başladı. Kanaldan aşağı inmeye başlayalı daha beş on dakika olmamıştı ki bir dirseği döndüğümde akıntının ortasında kütüğe benzer bir şeyin yüzdüğünü gördüm. Nehrin yukarısına doğru çıkarken onu görmemiştim. Akıntı beni ona yaklaştırdığında kütüğün gözleri meydana çıktı. Bir timsah! Pek büyük görünmüyordu. Ona iyice yaklaşmıştım, ama çok korktuğumu söyleyemem; böyle bir karşılaşma günümü daha ilginç bir hale getirebilirdi. Timsahla çarpışmamak için küreği kullanmaya çalıştıysam da tuhaf bir şekilde yollarımız kesişti. Onun epey yakınından geçeceğimi anlamıştım, ama kanoya vurmasıyla meydana gelen dehşetli sarsıntıya kesinlikle hazır değildim. Sonra bir daha vurdu, bir daha, bir daha, şimdi arkadan saldırıp küçük kanomu ceviz kabuğu gibi sallıyordu. Ben çılgınca kürek çekerken hücumlarını sürdürdü. Hiç duyulmamış olan şey gerçekleşiyordu: kano saldırı altındaydı! İlk kez o an av olduğum duygusu içimi doldurdu. Ya kanodan çıkmam ya da devrilme tehlikesini göze almam gerektiğini fark ettim.
Yüksek ve dik kıyı kaygan çamurla kaplıydı. Görebildiğim tek kurtuluş yolu kıyıya yakın duran bir ağaçtı. Saniyenin onda birinde, ağacın alt dallarına tutunup oradan da kıyıya ulaşmaya karar verdim. Ağaca doğru biraz kürek çektikten sonra sıçramak için ayağa kalktım. Tam o sırada timsah kanonun yanında yüzeye çıktı ve o güzel, benekli, altın sarısı gözleriyle tam gözlerimin içine baktı. Belki de İngiliz kaplan avcılarının yaptığını okuduğum gibi onu ürkütüp uzaklaştırabilirdim. Kollarımı sağlayarak bağırdım: “Uzak dur!” (İngiliziz ya…) Altın sarısı gözler ilgiyle parıldadı. Şöyle bir gerilip dallara doğru sıçradım. Daha ayağım en alttaki dala bile ulaşmamıştı ki, sudan fırlayan keskin dişli kocaman bir ağızın bulanık ve inanılması güç görüntüsüyle karşılaştım. Sonra da, bacaklarımın üst kısmını sıkıştıran kızgın bir kıskaç tarafından ıslak ve boğucu bir karanlığın içine çekildim.
Ölüme yaklaştığımız anlardaki son düşüncelerimiz, öznelliğimizin çerçevesi hakkında bize çok şey söyleyebilir. Faaliyeti ve amacı sürdürme yetisine sahip bir çerçeve, bence, dünyayı “içeriden” yorumlamalıdır. Devam eden, anlatıcı benlik kavrayışını sürdürmek için yapılandırılmış olmalıdır bu çerçeve. Böylelikle dünyayı kendi dünyamız olarak yeniden yaparız, ona anlam kazandırır, makul, yaşanır, umuda ve kararlılığa müsaade eden bir dünya olarak yeniden tasarlarız. Bu özne merkezli versiyon ile gerçeklik arasındaki uyuşmazlık olağandışı anlarda sahneye çıkar. Anlatı çerçevesini tehdit eden bilgiden kendini korumak için son çılgınca girişimlerinde bulunan zihin, bir anda devasa boyutlarda bir nihai şüphe üretebilir: Aslında bunlar olmuyor. Bu bir kabus ve eninde sonunda uyanacağım. Suya çarptığım anda bu umutsuzca kuruntu da paramparça oldu. O kısacık anda dünyayı ilk kez “dışarıdan” gördüm. Artık benim olmayan bir dünyaydı bu; tanıyamadığım, benim yaşamama da ölmeme de kayıtsız, doğal zorunluluktan ibaret çorak bir manzara.
Çok az kişi bir timsahın ölüm yuvarlanışına maruz kaldıktan sonra canlı kalıp yaşadıklarını anlatabilmiştir. Bunu tarif etmek için en kötü dehşet ifadeleri bile yeterli olmaz. Timsahın soluğu ve kalbi uzun süre mücadele etmeye yetmez, bu yüzden kurbanının direncini çabucak kırmak için yuvarlanma hareketiyle bir anda çok yoğun güç sarfeder. Sonra da artık direnci büyük ölçüde kırılmış avını suyun altına çekip boğar. Kaynayan bir koyu karanlıkta sonsuza dek yuvarlanacağımı sandım, dayanılacak gibi değildi, ama tam mücadele etmeyi bıraktığım sırada yuvarlanma birden duruverdi. Ayağım dibe değdi, başım sudan çıktı ve hayatta kaldığıma hayret ederek öksürükler arasında havayı içime çektim. Bacaklarım halen timsahın dişleri arasındaydı. Fena halde yaralanmış vücuduma ne olacağını düşünerek tam ağlamaya başlayacakken timsah yeni bir ölüm yuvarlanışına başladı.
O dehşetli yuvarlanma durduğunda yeniden yüzeye çıktım, halen timsahın dişlerinin arasındaydım ve bu kez kıyıdaki büyük bir çalının sağlam dallarından birine hayli yakındık. Delicesine dönen, boğucu cehenneme bir kez daha düşmektense timsahın beni ikiye bölmesi daha iyi diye düşünerek dalı yakaladım. Timsahın kızmış gibi hırıldamaya başladığını duydum. Yeni bir yuvarlanmanın başlayacağını düşünerek tüm gücümle dala sarıldım, ama timsahın dişleri gevşedi: serbest kalmıştım. Dala tutunarak uzaklaşmaya başladım, aşılmaz çamurdan kıyıya yaklaşmak çalının öbür tarafından dolaşıp bir kez daha aynı ağaca tırmanmaya çalıştım.
Tıpkı bir kâbusun tekrarlanması gibi, ilk kaçış denememde yaşadığım dehşeti yeniden yaşadım. Tam aynı dala atlayacakken timsah beni bu kez sol bacağımdan yakaladı ve aşağıya çekti. Üçüncü ölüm yuvarlanışı sona erdiğinde yine o büyük çalının yanındaydık. Gücüm kesilmeye başlamıştı, ama timsahın beni bu şekilde öldürmesinin uzun süreceğini anlamıştım. İşi daha hızlı bitirmesini istiyordum, ona elimle vurup kışkırtmaya karar verdim. Ellerimi arkaya uzatıp başını yokladığımda iki çıkıntıya denk geldim. Bunların göz yuvaları olduğunu düşünerek tüm gücümle parmaklarımı içlerine soktum. Parmaklarım ılık ve içi boş deliklerden içeri girdiğinde (herhalde bunlar kulakları ya da burun delikleriydi) timsahın kılı bile kıpırdamadı. Umutsuzluk içinde yeniden dala sarıldım. Bir süre sonra timsahın dişleri yine gevşedi ve kendimi kurtardım.
Bu kısırdöngüden kurtulmam gerekiyordu, tek yol çamurlu kıyıdan çıkmaya çalışmaktı. Tutunmaya çalıştım, fakat beni bekleyen dişlere doğru geri kaydım. İkinci denememde neredeyse başarıyordum, ama son anda kaydım ve ancak otlara tutunarak durabildim. Bitkin bir halde asılı kalmıştım. Başaramayacağımı düşündüm. Tek yapması gereken gelip beni tekrar yakalamaktı. Otlar da gevşemeye başlamıştı, tekrar suya düşme korkusuyla parmaklarımı çamura sapladım. Hayatta kalmak için aradığım ipucu buydu işte. Bu yöntemi kullanarak gücümün son damlasıyla yukarı çıkıp oturdum. Yaşıyordum!
Timsahtan kurtulmak hayatta kalma mücadelemin bittiği anlamına gelmiyordu. Tek başımaydım, kötü bir şekilde yaralanmıştım ve yardım bulabileceğim yerler kilometrelerce uzaktaydı. Timsahın saldırısı sırasında, aldığım yaraların acısını fazla hissetmemiştim. Ayağa kalkıp adım atar atmaz ayağımda bir sorun olduğunu anladım. Durup yaranın durumuna bakmadım, yürümeye devam edip timsahtan uzaklaşarak bekçi kulübesine yaklaşmaya çabaladım.
Timsahla arama biraz mesafe koyduktan sonra durdum ve ancak o zaman yaralarımın ne kadar kötü olduğunun ayırdına varabildim. İlk ısırılışımda kalçamda açılan yaralara bakmak için üstümü çıkarmadım. Görebildiğim kısmı yeterince kötüydü. Sol bacağımdaki açık yaradan yağ, tendon, kas parçaları görünüyordu; tüm vücuduma kötü bir uyuşma hissi yayılmıştı. Elbisemin bazı yerlerini yırtıp yaralarımı sardım ve kanayan bacağıma da turnike uyguladım. Ardından kurtulmuş olmanın verdiği enerjiyle tekrar topallayarak ilerledim. Biraz yürüdükten sonra, kanoyla bekçi kulübesinin yukarısındaki bataklığı geçmiş olduğumu ve onsuz geri dönemeyeceğimi dehşet içinde fark ettim. Tek umudum bir arama ekibinin gelmesiydi, ama akıntı yönünde yürüyüp üç kilometre aşağıdaki bataklığın kıyısına vararak bulunma şansımı artırabilirdim. Böylece sağanak yağmurun altında, biraz merhamet göstermesi için göğe haykırarak, kızgın timsahtan af dileyerek, onun yaşam alanına girdiğim için hayıflana hayıflana yürümeye devam ettim. Karşıma bir dere çıktı ve güvenli bir geçiş noktası bulmak için akıntının ters yönünde hayli ilerlemem gerekti. Ormanda yolculuk etmek konusundaki deneyimlerim sayesinde yönümü kaybetmedim. Birkaç saat sonra başım dönmeye başladı ve bataklığın kıyısına kalan mesafeyi sürünmek zorunda kaldım. Akşam çökerken ben de yattığım yerde neler olacağını beklemeye başladım. Arama ekibini ertesi günden önce beklemiyordum ve o geceyi çıkaracağım şüpheliydi.
Karanlık çöktüğünde yağmur ve rüzgâr dindi, yaprak kıpırdamıyordu artık. Dingoların ulumaları duyuluyordu, sivrisinekler bulutlar halinde çevremde dönüyorlardı. Kendimden geçmeyi umuyordum fakat bilincimi kaybetmedim. Bataklıktan yükselen bazı sesler başka bir timsah için kolay lokma olduğumu getiriyordu aklıma. Bana çok uzun gelen bir süre sonra uzaktan bir motor sesi geldiğini duydum ve bataklığın diğer tarafında bazı ışıklar görür gibi oldum. Gelenin bir kayık olduğunu düşünerek dirseğimin üzerinde doğruldum ve sesimin yettiğince yardım istedim. Uzakdan uzağa bir cevap duydum gibi geldi, ama sonra motor sesi azaldı ve ışıklar kayboldu. Geçen geminin dikkatini çekebilmek için umutsuzca çırpınan ve başarısız olan bir kazazede kadar yıkılmış haldeydim.
O ışıklar bir kayıktan gelmiyordu. Karavanımın yanından geçen bekçi ışıklarımın yanmadığını fark etmişti. Sonra motosikletiyle kanoların durduğu yere gitmiş ve benim geri dönmemiş olduğumu görmüştü. Benim yardım çağırdığımı da duymuştu, kısa süre içinde bir yardım botu çıkageldi. Darwin Hastanesi’ne kadarki 13 saatlik yolculuğuma başladığım sırada kurtarıcılarım ertesi gün nehrin yukarısına gidip bir timsah vurmaktan bahsediyorlardı. Bu planlarına şiddetle karşı çıktım: Timsahın yaşam alanına giren bendim, ayrıca rasgele öc almakla hiçbir şeye hizmet etmiş olmayacaklardı. Yerde uzanmış beklediğim yerin çevresindeki sular timsahla doluydu. Sabah olduğunda ise, yağmur mevsiminin başlangıcını haber veren sağanakların yol açtığı seller yüzünden orası da bir buçuk metre suyun altında kalmıştı.
Neticede, pek çok zorluğa rağmen zamanında bulundum ve hayatta kaldım. Bacağımın kesilmesine ya da daha kötüsüne yol açabilecek bir enfeksiyonu da yine talihimin yardımıyla ve insanların ilgisi sayesinde yendim. Kalçamdaki yaraların bacağımdaki kadar derin olmamasını büyük ihtimalle giydiğim kalın şorta borçluyum. Yürüyebildiğim ve bedensel işlevlerimin büyük bir kısmına halen sahip olduğum için çok şanslıyım.
Kelimenin tam anlamıyla ölümün dişleri arasında kaldıktan sonra hayatta olmanın harikuladeliği hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmadı. İlk yıl, yaralarıma ve hissettiğim acıya rağmen beklenmedik bir takdisle varolma deneyimi hayatıma altın renkli bir ışıltı kattı. Bu ışıltı yavaş yavaş azaldı, fakat hayatta olmanın verdiği minnettarlık duygusu hâlâ biraz var, hem de kime teşekkür edeceğimi hiç bilmememe rağmen. Bu minnettarlık duygusu ölüme yaklaşmış olma bilgisinin yakıcı parlaklığından, benliğin anlatısının sona erdiği o yabancı ve anlaşılmaz dünyaya “dışarıdan” bir göz atmış olmaktan kaynaklanıyordu.
Batı’nın insan üstünlüğü kültürü, biz insanların aynı zamanda yiyecek zincirinde yer alan hayvanlar olduğumuzu inkâr yönünde ciddi bir çaba içeriyormuş gibi görünüyor bana. Bizim de diğerleri için yiyecek olduğumuzun bu inkârı cenaze uygulamalarımızın pek çok veçhesinde yansımasını bulmaktadır. Toprağın epey altına gömülen sağlam tabutlar ve başka bir şeyin bizi kazıp çıkarmasını önleyen sağlam mezar kapakları Batılı insanın vücudunu diğer türlere yiyecek olmaktan korur. Korku filmleri ve öyküleri de başka yaşam biçimlerine yiyecek olma korkusunun çok derinlerimize kök salmış olduğunu göstermektedir. Üzerinde solucanlar olan ceset, kan içen vampirler, insanları yiyen dünya dışı canavarlar korkunçtur. İnsan yiyen diğer türlerle ilgili hikâyeler genellikle korku ve infialle karşılanır. Sülükler, keneler ve sivrisinekler tarafından kanımızın emilmesi bile çeşitli düzeylerde histeri yaratır.
İnsan kimliğinin bu şekilde kavranması insanları yiyecek zincirinin dışına ve üstüne yerleştirir; bir karşılıklılık zinciri içinde yemeğin bir parçası olarak değil, dışarıdan manipüle edenler ve hükmedenler olarak. Hayvanlar bizim yiyeceğimiz olabilir, fakat biz asla onların yiyeceği olamayız. Bir insanın başka bir şey tarafından yenmesi fikri karşısında kapılacağımız infiale besbelli ki bir hayvanın yenmesi fikri karşısında kapılmayız. Bir av olarak insan fikri, doğayı dışarıdan manipüle ettiğimiz –avcı olarak, fakat asla av olarak değil– insan hükümdarlığı konusundaki ikici görüşü tehdit eder. Her gün milyarlarca başka hayvanı yiyip tüketebiliriz, ama biz solucanlar için besin kaynağı ya da timsahlar için et olamayız. Yiyecek kaynağı olarak kullandığımız hayvanlara insanlık dışı muameleleri reva görmemizin de nedeni budur, çünkü kendimizi onlar gibi yiyecek olarak göremeyiz. Sanki biz asla yiyecek yerine konmadığımız ayrı bir kültür diyarında yaşıyormuşuz da diğer hayvanlar doğal dünyada yalnızca yiyecek olarak yaşıyormuş ve onların yaşamları yiyecek olabilmeleri için tümden harcanabilirmiş gibi hareket ediyoruz.
Bu karşılaşmadan önce tüm evreni kendi anlatımın çerçevesi içinde görüyor gibiydim, sanki ikisi kusursuz bir şekilde birleşmişti. Benim anlatım ve daha geniş anlamdaki hikâye parçalandığında, herhangi bir yenilebilir varlıktan daha önemli olmadığım şaşırtıcı düzeyde kayıtsız bir dünya gördüm. “Bu benim başıma geliyor olamaz, ben bir insanım, sadece yiyecek değilim!” düşüncesi nihai inanmazlığımın öğelerinden biriydi. Karmaşık bir insandan basit bir et parçasına indirgenmenin şok ediciliğini yaşamıştım. Kendimi onların yerine koyduğum zaman, diğer hayvanların da bir parça yiyecekten daha fazla olma iddiasında bulunabileceklerini anladım. Hepimiz yenebiliriz, fakat aynı zamanda yenilebilir olmanın da ötesindeyiz. Saygılı ve ekolojik yeme rejimi bu iki durumu da göz önüne almalıdır. Timsahla karşılaştığım sırada vejeteryandım, hâlâ da öyleyim. Bunun nedeni kendi başına avcılığın kötücül ve kirli olduğunu düşünmem değil, hayvanların hayatlarının onlara canlı yiyecek muamelesi yapan fabrikasyon üretim tesislerinde alınmasına karşı çıkmam.
Aslanlar ve timsahlar gibi büyük avcıların varlığı bize önemli şeyler söylüyor. Bir ekosistemin büyük avcıları taşıyabilme yeteneği onun ekolojik sağlamlığını gösterir. İnsan yaşamını alabilecek timsahların ve diğer yaratıkların varlığı da bizim kendi ekolojik kimliğimizi kabullenmemiz açısından önemli bir göstergedir. Onların serbestçe yaşamasına izin verirsek, bu yaratıklar bizim dünyanın başkalığı ile bir arada yaşamaya hazır olduğumuzu; ortak, ekolojik koşullar içinde yiyecek zincirinin –hem yiyen hem de yenen– bir parçası olarak yaşadığımızı kabul ettiğimizi göstereceklerdir.
Bu yüzden timsahla karşılaşmamın hikâyesi şu an benim için efendi/canavar anlatısının taşıdığı anlamın tam tersi bir anlam ifade ediyor. Dünya ile ilişkimiz hakkında, kendi hayvanlığımızı ve ekolojik savunmasızlığımızı kabul etmemiz gerektiği hakkında, tevazu salık veren ve okuyucuyu uyaran bir masal bu.
Çeviren: Bülent Doğan (Virgül dergisinin Ocak 2005 tarihli 80. sayısında yayımlanmıştır.)