| ISBN13 978-975-342-481-3 | 13x19,5 cm, 288 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Stacy Alaimo, “Feminism, Nature, and Discursive Ecologies” Feminizm ve Doğaya Hükmetmek’te, “efendinin çok yönlü, karmaşık kültürel kimliği”ne temel oluşturan Batı düşüncesindeki ikicilik sistemlerinin ayrıntılı bir felsefi incelemesi yapılıyor. Batı kültürünün merkezinde basit bir eril kimlikten ziyade çoklu dışlamalarla tanımlanan efendi kimliğinin bulunduğunu vurgulayan Plumwood, bu kimliğin cinsiyetler arasındaki egemenliğin yanı sıra, ırksal, sınıfsal ve türsel egemenlikten de sorumlu olduğunu öne sürüyor. Feminist teori ile çevre felsefesinin çarpıcı ve tutarlı bir sentezininin yapıldığı bu kitapta, mekanizmacı ve araçsallaştırılmış doğa kavrayışlarının, Platon ve Descartes gibi filozofların, Yeryüzü-Tanrıça tapınmalarının, “ekosistemdeki melek” argümanını öne süren bazı ekofeminist kampların ve derin ekolojinin keskin bir eleştirisi sunuluyor. Birbirinden çok farklı felsefi gelenekler üzerinde tartışmalar yürütmesine rağmen, Plumwood’un analizlerinde dikkat çekici bir titizlik ve berraklık var; kitapta karşımıza çıkan eleştiriler ve kavrayışların bir çoğu da çarpıcı ve orijinal. Örneğin, tanrıçalar ve doğanın diğer tanrılaştırılmış halleri üzerine açıkça şöyle diyor: “… böyle bir tanrı hırsızlıktır,” çünkü “tikel varlıkların doğasındaki müthiş çeşitliliği”, “kendi adına özerklik, faillik ve ekolojik ya da tinsel anlam”dan yoksun bırakmaktadır. Postmodernizmden etkilenmiş diğer teorisyenler insan kültürü tarafından dokunulmamış bir doğanın mitsel (ama yine de çevrecilik açısından siyasal fayda sağlayan) bir kavram olduğunu göz önüne alarak “vahşi doğa”yı nasıl tasarlamak gerektiğini tartışırken, Plumwood sağduyulu bir tavırla, “vahşi doğa”nın “olumsuz olarak, benlikten kopuk, yabancı, ayrı olarak tanımlanan dışlanmış bir mekânı belirtmediği”ni öne sürüyor ve “yeryüzü ötekilerinin özerk ya da egemen oldukları, ister aynı ister farklı olsun kendi belirledikleri örüntülere göre işlerini halletmekte özgür oldukları bir sahadır,” diyor. Öte yandan Plumwood, Batı düşüncesindeki ikicilik sistemlerinin (kültür/doğa, akıl/doğa, erkek/dişi, zihin/beden, efendi/köle, vb.) işleyişlerini analiz etmeyi merkeze koyuyor. İkiciliklerin farklılığı “arka plana itme”, “radikal dışlama”, “kendine katma”, “araçsalcılık”, ve “homojenleştirme” yoluyla “aşağı ve yabancı bir alanda” inşa etmek konusunda nasıl bir işlev gördüğüyle ilgili ayrıntılı incelemeler yapıyor. Söz konusu egemenlik yapılarını kırmak için de, diğer postmodernist filozofların yaptığı gibi, “zihindeki bedeni, hayvandaki zihni, kültürel kaydın yeri olarak bedeni, yaratıcı öteki olarak doğayı keşfetmeye başladığımız”, “doğa, beden ve insan olan arasındaki sürekliliği tanımanın ve aralarındaki örtüşme zeminine sahip çıkmanın indirgemeci olmayan bir temelini” bulmayı savunuyor. Plumwood, “Süreklilik Okyanusu”nun tüm farklılıkları yıkmasını, kendine katmasını ya da silip süpürmesini engellemek için de hiyerarşik olmayan bir farklılık kavramının olumlanması gerektiğinde ısrar ediyor. Radikal dışlamanın, “ilişki ve sürekliliği inkâr ederek benliği kendiyle sınırlı, ötekiyi ise yabancı sayan kavrayışa tekabül ettiğini” vurgulayarak, kendine katmanın da “bütünselleştirici bir inkâra, ötekiyi farklılığı inkâr ederek inkâr etmeye, ötekiye ayrılığın ya da benliğin bir biçimi muamelesi yapmaya tekabül ettiğini” belirtiyor. Plumwood, süreklilik ve farklılık üzerinde özellikle durarak, bir baskılar ağına temel oluşturan ikicilik sistemlerine karşı felsefi bir çerçeve sunuyor. |