Önsöz, s. 7-15
"Almanya, Rusya'da Stalingrad ve Kuzey Afrika'da El Alamein yenilgilerinden sonra bile Türkiye için ölümcül bir tehdit unsuruydu. İstanbul neredeyse tümüyle hava savunmasından yoksundu ve Edirne'nin hemen arkasında konuşlanmış bir avuç Stuka bombardıman uçağı şehri viraneye çevirmeye yeterdi. Ancak Alman Genelkurmayı da hesap yapıyordu. Yugoslav direnişi Hitler'e tam bir tümen askere mal olmuştu ve Tito'nun partizanları Almanları kanatmaya devam ediyordu. Bu durumda Hitler'e rapor veren Genelkurmay Başkanı Hadler, 'Türkiye üç tane Yugoslavya olur' diyerek olası bir Anadolu harekâtının yüksek maliyeti konusunda Führer'i uyarmıştı."(1)
Tarihinin en kötü, en zayıf, en donanımsız döneminde bulunan Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, aynı günlerde dünyanın en korkunç savaş makinesi olan Hitler'in yıldırım ordularına "bulaşılmaması" gereken bir "bela" olarak görünüyordu.
Bu kitaptaki söyleşilerin yoğunlaştığı konu, orduya yukarıdaki alıntıda aktarılan "bulaşılmaması gereken" nitelikleri kazandıran etkenlerin neler olduğu değil.
Ancak kimden ve neden söz edildiğini çabucak açıklayabilmek için, Hitler'in Genelkurmayı'nın kendisini uyaran bu notuyla başlamak en iyisi olur diye düşündük.
Ordu nedir?
Sözlük anlamı olarak "ordu(2) (İsim, eski Türkler'de ordu, ortu, saray veya ordugâh'tan). Bir devlet silahlı kuvvetlerinin tümü. Teşmil (yayma, kapsama) yoluyla: Aynı amaç etrafında birleşen veya aynı işi yapan kimselerin meydana getirdiği topluluk. Mecazi olarak: Kalabalık, çok sayıda insan)" anlamına geliyor.
Peki ordu sözcüğünün Türkiye'de zihinlerde uyandırdığı anlam nedir?
İşte bu zor yanıtlanabilecek bir soru.
Çünkü yanıtlar birden fazla. Hepsini biz de bilmiyoruz. Bir alan araştırmasıyla karşılık bulunabilir belki. Ama herkesin kafasında olan, ancak bir türlü "tam olarak" dile getirilmeyen bazı sözcüklerin kamuoyunda tartışılır hale gelmesinde büyük yarar var.
Tartışılmalı, çünkü kim ne derse desin dünyanın verili durumu göz önüne alındığında nitelik ve nicelikleri farklı da olsa her devlete bir ordu gerekiyor. Bunun donanımlı, enerjik, deneyimli bir ordu olması o devleti yerkürede diğerlerinden biraz daha farklı kılıyor. Çok farklı değil, çünkü kapitalizmin amansız yükselişi ve diğer birçok etkenin varlığıyla bu pek olanaklı da değil artık. Ama yine de farklı kılıyor. "Farklı kılmak" sözcüklerinden "daha iyi", "daha kuvvetli", "daha ileri" vb. anlamlar çıkarılmamalı. Bu, söz konusu devletin durumuna göre değişiklikler gösterebiliyor. Ancak eğer yukarıdaki özellikleri taşıyan iyi bir orduya sahipseniz, güç dengelerinde hesaba katılan bir devlet oluyorsunuz. Ancak kuşkusuz bu hesaba katma işinde de yalnızca bir tek bu etken rol oynamıyor.
Zaten hangi olayı tek başına açıklayabilirsiniz ki bu dünyada? Onlarca, yüzlerce, binlerce nedenin etkisi altında ortaya çıkan, gelişen bir olayı, bir veya birkaç etkenle açıklamaya çalışırsanız, kanserli hastayı sağaltmak için aspirin veren doktor durumuna düşersiniz.
Ordu sözcüğünün Türkiye'de yaşayan insanların kafasında uyandırdığı çağrışımlardan biri de "zor aracı, baskı aracı"dır. Ancak bunu söyleyenlerin bile zihinlerindeki son tahlilde "buruşturulup çöpe atılacak bir kâğıt parçası" değildir. Çünkü bilinen tarihte en az iki bin yıllık olan bu sözcük Türkler için önemli çağrışımlara sahiptir. Bu sözcüğü andığınızda onlar, yaşamlarının tamamını geçirdikleri bir hayat biçiminden başlayarak, yaşamlarının belirli bir dönemini, sonra daha kısa bir dönemini geçirdikleri bir hayat biçimine doğru evrilen bir "yaşam kesiti"ni anlarlar.
Türkiye'de ordu bir "ocak" olarak kabul edilir. Ocak gerçek anlamıyla binlerce yıldır insanlar için ateşin sürekli yandığı bir yer anlamına gelir. İnsanoğlunun yüz binlerce yıllık yaşamında ateşin hapsedilip belli bir yerde, arzu edilen çoklukta, istenilen süreyle yakıldığı yerdir ocak. Isıtan, üzerinde yemek pişirilen, aydınlatan, korkulan yaratıklardan koruyan bir araçtır ateş. Ateşin bir barınağın içine alınarak, giderek bir ocak haline dönüşmesi pek de uzun bir süreci gerektirmemiştir.
Ocak sözcüğünün çağrıştırdığı diğer anlam ise yetişilen yerdir. "Baba ocağı", "peygamber ocağı" gibi deyimler bu ülkede yaşayan her insanın kolaylıkla anlayabileceği deyimlerdir. İşte ordu da bu anlamda bir ocaktır ve Türkiye'deki erkekler, yalnızca silah kullanmayı, insan öldürmeyi öğrendikleri, itaat altına alındıkları bir yer olarak görmez orduyu. Daha doğrusu görmezdi. Okuma yazma da öğrenilen, bazı meslekleri de öğrenebildikleri, ağaç dikmeye de gittikleri, doğal afetlerde halkın yardımına da koştukları bir yer olarak görürlerdi. Ömürlerinin beş altı ve hatta on yılını geçirdikleri bu ocaktan ayrılma vakti geldiğinde üzülen çok olurdu. Ve bu insanların bazıları, hayatları boyunca köylerinde, kasabalarında askerlikte yükseldikleri rütbeyle anılırdı.
Ancak giderek durum değişti. "Zamana uydu" demek belki daha doğru olur. Değişen zaman Türkleri de değiştirdi. Değişen Türkler her kurumu değişime uğrattıkları gibi ordularını da değiştirdi. Değişen kurumların insanların zihinlerindeki anlamları da değişti doğal olarak. Beklentilerini karşılamayan hatta bu beklentilere zıt birtakım tavırlarla karşılaşan insanlar zihinlerindeki kavramları da değiştirdi. Yanıldıklarını anladılar. "Artık eskisi gibi değil" demeye başladılar. İşte bu zamana uymanın yarattığı "değişim" Türk Ordusu'nu da başka bir yere sürüklemeye başladı. Bu başka bir incelemenin konusu. Ancak Cumhuriyetin kurulmasının üzerinden 80 yıl geçmesine ve bunca "kafa karışıklığına" karşın, "ordu" sözcüğünün Türkler'in zihinlerindeki anlamında süre giden "olumlu" bir yanı hâlâ var.
İşte bu zihin değişiminin getirdiği kavram kargaşasını biraz olsun anlayabilmek için bu sözcüğü insanlara sorduk. Ancak bunu bu biçimiyle sormak doyurucu bir karşılık getirmeyecekti. Bu yüzden biz de işi olumlu yanından başlayarak yapmaya çalıştık. Türk Ordusu'nun bugünkü dünyada var olan durumunu "iyi" olarak kabul edip sorularımızı öyle sorduk. Tüm eksikliklerine rağmen bir bilanço çıkarılsa sonucun yine de "iyi" olacağı varsayımından hareket ederek hazırladık sorularımızı. Alacağımız yanıtların oldukça milliyetçi olacağından kuşku duyarak biz ön almaya çalıştık. Yani onlara tersten sorduk soruları. "Türk Silahlı Kuvvetleri bir marka haline gelmiş midir" sorusunun ardında yatan kaygı buydu. Marka olup olmadığını biz de bilmiyorduk, çünkü uzmanlık alanı bu olan kişilerin bile bu tür soruları yanıtlarken her türlü çekinceyi koyduklarını biliyoruz. Ama bu soruya karşılık olarak aldığımız yanıtlar genellikle olumluydu. Evet, içinde bulunduğu koşullar göz önünde tutulursa Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kendi çapında bir marka olduğunu kabullenmek gerekiyordu. Henüz küresel bir marka olabilmiş değil. Henüz küresel bir aktör olabilmiş değil. Ancak yukarıda da söz ettiğimiz gibi hiçbir şey tek başına var olamıyor. Güçsüz bir devletin, nüfusça küçük bir ülkenin, güçlü bir orduya sahip olması nasıl pek mümkün değilse, ekonomik gelişmişlik, eğitilmişlik açılarından pek ileri durumda olmayan bir devletin de "iyi" bir orduya sahip olması beklenemez.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin herkesçe bilinen bir başka özel konumu daha var. Cumhuriyet rejiminin kurucu kadrolarının yetiştiği bir yer silahlı kuvvetler. Mustafa Kemal'in, İsmet İnönü'nün, Kâzım Karabekir'in ve daha nicelerinin yetiştiği bir kurum olma niteliğiyle TSK hemen her an, bu rejimi kendince tehlikede görme eğiliminde ve bu da halk ile arasına kalın bir duvar örüyor. Çünkü TSK böyle bir "duyarlılık" gösterince, halk sanki bu rejim kendinin değilmiş de kendisine dayatılmış gibi hissediyor. O zaman da "Benim olmayan bir şeyi ne diye koruyayım ki," sorusunu soruyor. İşte tüm sorun da buradan çıkıyor.
Açmaya çalıştığımız ikinci konu bu oldu. Sorduğumuz sorulara aldığımız yanıtlar bizi şaşırtmadı. Devlet yanlısı görüşler de sol görüşler de bu konuda birbirine yakınsıyor. TSK'nin rahat olması gerektiği, rejim konusunda inisiyatifi halka devretmesi gerektiği, eğer böyle yapmazsa bir süre sonra kurtarılacak hiçbir şey bulamayacağı gibi bir izlenim edindik yaptığımız söyleşilerden.
Dünyada ordular genellikle halkla pek sıcak ilişkiler kurmaz. Böyle bir gereksinimleri yoktur çünkü. Onlara yalnızca güvenlikle ilgili konularda gereksinim duyulur. Öncesinde ve sonrasında pek anımsanmazlar, ortada görünmezler, toplumca hissedilmezler. Biliyoruz ki Batı ülkelerinin tümünde durum böyle. Savaş zamanları dışında orduyu gören duyan yoktur...
Ama Türkiye'de durumun böyle olmadığı biliniyor. Ordu her yerde, her zaman var. Hangi konuya el atılsa karşınıza bir güvenlik kaygısı çıkıyor. Güvenlik kaygısıyla ilgili olunca iş, doğal olarak gözler derhal orduya çevriliyor. Ordu ne diyecek? Ordu nasıl karşılayacak? Kızacak mı? Darbe mi yapacak? Kimler yanacak bu durumda? Siyasal yapı nasıl değişecek? Kimler gözden düşecek? Şizofrenik bir durum oluşuyor böylece.
İşte bu sorunu çözmek aslında Türkiye'yi düzlüğe çıkaracak gibi görünüyor. Ancak söylemesi ne kadar kolaysa çözmesi ondan bin kat daha zor bir sorun bu. Bu yüzden de sorularımız arasına buna yanıt alabilecek biçimde düzenlenmiş olanları da koyduk. Aldığımız yanıtlar hiç iç açıcı değildi. Herkesi kaplayan, sarmalayan bir kötümserlik var aydınlar arasında. Ordu yanlısı kişilerin bile bu konuyu bir sorun olarak saptamaları bize çok ilginç geldi. Bunu oldukça önemsiyoruz. Çünkü daha bir sorun olarak saptanmayan "sorunlar" hiçbir zaman çözülemezler. Sanırız bu saptamada buluşanların yaratacakları ortak payda genişlerse, toplumu bir oydaşma ortamına götürürse, tüm ülke bundan sonsuz yararlar sağlayacak.
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, bakanlığının 2004 bütçesinin TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda görüşülmesi sırasında, "2020'li yıllardan itibaren dünyanın yeniden iki veya çok kutuplu hale gelmesi ihtimal dahilinde görülmektedir. Bu oluşumda, ABD' nin yanı sıra dünya güç merkezleri olarak Avrupa Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu'nun ortaya çıkması beklenmektedir," görüşünü dile getirdi. Bu çerçeveden bakınca Türkiye'nin ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde bölgesel güç olabilmesi için nelerin yapılması gerektiği sorusuna da cevap aramaya çalıştık.
Herkesin kafasında minik bir orgeneral mi var?
Bir soruya daha açıklık getirmekte yarar var.
Türkiye'deki tüm sorunlar TSK'nin askeri düşünme tarzından mı kaynaklanıyor? Toplum sivil düşünüyor da yalnızca TSK mi askeri düşünüyor? Bu soruya da yanıt aradık. Çünkü TSK sonuçta Türkiye'nin ordusu. Türkiye nasılsa TSK de öyle. Sivil Türkler nasıl düşünüyorsa, asker Türkler de öyle düşünüyor. Bu konuda da bir oydaşma var aydınlar arasında. Bu da çok önemli. Çünkü sorunların tek kaynağının TSK olması olanaklı değil. Bu doğanın düzenine aykırı. Bir sorunun bir tek nedeni olamaz. Türkiye'de yaşayanlar son derece demokratik bir düşünceye sahip ama ne yazık ki orduları bağnaz, baskıcı, tutucu gibisinden bir açıklama yapılabilir mi? Sorunu böyle açıklayanlar düşüncelerini herhangi bir bilimsel temele oturtabilir mi? Bizce mümkün değil.
Çünkü "Türkiye'de yaşayan herkesin kafasında minik bir orgeneral var." Bu tümceye söyleşilerden birinde rastlayacaksınız. Bir yabancının bu saptamada bulunması ise durumu daha da ilginç kılıyor. Gerçi diğer söyleşilerde de aynı anlama gelen birçok cümle bulunabilir ancak bu kadar özlüsünü biz bile kuramamıştık.
Silahlı kuvvetlerin Türkiye'nin dönüşüm sürecine katkılarını da sorularımızla irdelemeye çalıştık. Cumhuriyetin kurucusu ve buna paralel olarak da "koruyucu ve kollayıcı" unsuru olarak görülen ordu, 28 Şubat sürecindeki müdahalesiyle cumhuriyetin temel niteliklerinin korunması ve Batılılaşma hedefine ulaşılması ve "karşı devrim" olarak görülen sürecin geriletilmesi amacıyla bir dizi önlemlerin alınmasını Milli Güvenlik Kurulu Kararı olarak tarihe geçirirken, neden diğer yanda bazı kesimlerce Avrupa Birliği sürecinde engelleyici rol oynadığı eleştirilerine muhatap oluyordu. Neden, Türk Silahlı Kuvvetleri yetkililerinin çeşitli platformlarda dile getirdiği "TSK Avrupa Birliği'ne karşı değildir" içeriğindeki açıklamalarına rağmen bu görüşler gündemden düşmüyor? Bu sorulara da yanıt arandı söyleşilerde.
Ayrıca ordunun rolünün bu kadar ön plana çıkmasında, sivil siyasetçilerin gereği gibi politika üretememesi, dünyadaki ve bölgedeki gelişmelere uygun davranış biçimleri sergileyememesi ve karar alma süreci oluşturamamasının da etkilerinin olup olmadığı, bu şekilde davranmanın siyasetçilerin bir tercihi olup olmadığı sorusunu da yönelttik görüşme yaptığımız kişilere. Buna bağlı olarak, ordunun bir ideoloji üretim ve toplumu şekillendirme merkezi olup olmadığı, son dönemde bu etkisinde geçmiş yıllara göre bir azalma olup olmadığı da yanıt aranan sorular arasındaydı.
Silahlı kuvvetlerin sadece güvenlik işini üstlenmediği, cumhuriyetin yeni bireyini yaratma sürecinde zorunlu askerlik eğitimi süresini verimli şekilde değerlendirmeye çalıştığı, ayrıca askerlik için kışlaya gelen kişilere askerlik eğitimi ve yurttaşlık eğitimi dışında meslek kazandırma gibi bir işlevi de üstlendiği, ağaçlandırma ya da sosyal afetlerde üstlendiği görevler nedeniyle yarattığı etkiyi, bu etkinin son on yılda azaldığı olgusunu –ki bunu sık sık gündeme gelen bedelli askerlik tartışmalarından ve para vererek askerlik hizmetini kısa sürede yapıp kurtulma anlayışının ön plana çıkmasından anlamak mümkün– ve bu etkinin kamuoyunda yarattığı havayı da tartışmaya çalıştık söyleşilerde.
Dünyadaki gelişmeler orduların yapılarında da değişime yol açtı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu değişime ayak uydurup, uyduramayacağı, teknolojik dönüşümü sağlayıp sağlayamayacağı, bölgesel güç olması, olabilmesi için neler yapması gerektiği ve sistemin kurucusu olarak onu şekillendirme anlayışından uzaklaşarak profesyonel ve dinamik bir yapıya kavuşması gerektiği yolundaki söylemleri de tartışmaya çalıştık.
Not yerine
Böyle bir not yazmak gereksinimi bu kitabı oluşturmak için yola çıktıktan sonra başladı. Ancak bu notu buraya biraz utanarak düşüyoruz. Ancak tarihe not düşmek adına da bunu yazmaya zorunluyuz. Türkiye'de 2003-2004 yıllarında bu sorunlar olanca ağırlığıyla yaşanıyor. Yirmi otuz yıl sonra bu kitabı bir başvuru belgesi olarak kabul edeceklere yazılmıştır aslında bu not.
Söyleşi önerisi götürdüğümüz herkes çağrımıza olumlu yanıt vermedi. Üzerimizdeki vebali birkaç cümleyle kaldırmak için söyleyelim. Çünkü biliyoruz ki "Böyle bir kitap hazırladınız da neden şununla, şununla konuşmadınız," diyecek olanlar çıkacaktır.
İstedik konuşmayı... Ancak reddedildik. Daha açık rakam verelim: Söyleşi önerilerimizden dördü reddedildi. Biri de yapıldıktan sonra iptal edildi. Söyleşi önerimizi reddedenler arasında askerler de var.
Herkesi büyük bir anlayış ve saygıyla karşılıyoruz. Ancak bu konuda söylenmesi gereken şeyler var, diye düşünüyoruz. Ordu konusunda konuşmaktan kaçınanların sığınabilecekleri barınağın "korku barınağı" olduğunu söylemek işin kolayı olur. Ancak görüşme talebinin görüşülmesinde bile yaşanan sıkıntılar, ordunun hâlâ "tabu" olduğuna işaret ediyor.
Yine de anlıyoruz. Ama bir de vatandaş olarak görevlerimiz var değil mi? Demokratik bir ülke yaratmak öyle kolay bir şey değil. Demokrasiye ulaşmak zorluklara göğüs germeyi gerektirir. Bu göğüs germe işinin büyük bir kısmını aydınlar yerine getirir çoğu ülkede. Bu da aslına bakarsanız doğanın gereği gibidir. Çünkü bir ülkede hemen her şeyden haberdar olan kesim aydınlardır. Her türlü bilgiye sahip olmak iyi bir şey değildir belki de bu açıdan bakınca. Çünkü bu bilgiler arasında, yolsuzluklar, usulsüzlükler, hortumlamalar, işkenceler ve daha niceleri vardır. Bunlara karşı çıkmayı da gerektirir haberdar olma durumu. Ama karşı çıkanlar her zaman çıkmayanlardan azdır. Türkiye'de daha da azdır. Bunu da garipsemiyoruz.
Peki ama sorun o zaman nasıl çözülecektir? Sanırız korkarak değil. Yapıcı eleştiriler yönelterek. Bu yüzden, "biraz cesaret göstermeli" diyoruz. Bizce TSK'nin de bundan çıkarması gereken bir sonuç var. Orduyla ilgili konuşmaktan kaçınanlar, ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, bu nasıl yanlış bir şey ise, onları bu derece korkutan bir "olgu" olmak da TSK için o derecede düşündürücü olmalı. Sevilen ve saygı duyulan değil, korkulan, çekinilen bir kurum olmak iyi bir şey olmasa gerek.
Sorgulanmayan, deşilmeyen, içselleştirilmeyen hiçbir şey, ki bu bir kurum da olabilir, gerçeklere uygun hareket edemez. Eleştirilere kapalı bir kurum, gerçeklerden kaçan bir kurum, hayata karşı olan bir kurum, kendini anlatmaktan kaçınan bir kurum insanların zihinlerinde "yararlı bir kurum" olmaktan çıkar.
Son söz
Ve geldik son söze. Söyleşi yaptığımız herkese düşüncelerini ifade etmekte gösterdikleri medeni cesaretten dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu kitabın ortaya çıkması onlar sayesinde gerçekleşti. Biz yalnızca soruları yönelttik. Konuyla ilgili hazırlık çalışması yaparken öyle olduğunu "sandığımız" bilgilerin doğru olduğunu da gördük. Bunlardan ilki TSK ile ilgili çalışmaların azlığıydı. Ordusuyla övünen bir milletin onunla ilgili neredeyse hiçbir çalışma yapmamış olması neyle açıklanabilir bilmiyoruz! (Demek ki bu savda da bir sorun var...)
Söyleşiler bitince kitaba bir de askerler açısından baktık. Kendilerini üzecek birçok düşünce yer aldı kitapta. Konuştuğumuz kişilerin fikirleri bunlar. Ancak "okumuş yazmış" kesimin fikirlerinin bir ülke için ne derecede önemli olduğunu sanırız askerler de biliyor artık. Onların eleştirilerine kulak vermenin hemen her zaman iyi sonuçlar verdiğini kabul etmek TSK'yi yüceltecektir. Yapılan her eleştirinin doğru olması gerekmiyor. Ama tüm eleştirileri soğukkanlılıkla karşılamak gerekiyor. Aslına bakarsanız TSK'nin bu alandaki son birkaç yıllık performansı insanı iyimserliğe itiyor. Evet, yine her tür sorunla ilgili Genelkurmay açıklamaları birbirini izliyor. Rejimin tehlikeye düştüğüne dair uyarılar birbirini izliyor. Ancak onlar da sanki artık zihinlerdeki değişimin farkında. Her şeyi bilen, her şeye kadir insanlar olmak evrenin neresinde olursanız olun mümkün değil. Kendi işinizi bilmek gerekiyor artık. Ama bu konuda uzmanlaşmış olmak da gerekiyor. Yani işinizi bilmek değil, iyi bilmek de değil, çok iyi bilmek gerekiyor. TSK mensuplarının da olaya böyle bakacakları ümidini taşıyoruz.
Kitapta yer alan söyleşilerden Prof. Zafer Üskül, Prof. Murat Belge, Prof. Nadir Devlet, MİT'in ilk sivil müsteşarı büyükelçi Sönmez Köksal, yazar Ahmet Altan, feminist yazar Handan Koç, Güneydoğu'da vurulan albay Rıdvan Özden'in eşi Tomris Özden, gazeteci Andrew Finkel, TSK üzerine kitaplarıyla tanınan yazar Serdar Şen, OYAK üzerine doktorasını hazırlayan İsmet Akça ve yazar Ömer Laçiner ile yapılanları Metin Gülbay; Prof. Ümit Cizre, Prof. Mustafa Erdoğan, ASAM Başkanı Prof. Ümit Özdağ, gazeteci Mehmet Ali Kışlalı ve yazar Yalçın Akdoğan ile yapılanları ise Hıdır Göktaş gerçekleştirmiştir.
Notlar
(1) Selim Deringil, "Hasta Adamın Dinç Evlatları", Toplumsal Tarih, sayı 121. Yukarı
(2) Meydan Larousse, cilt 9. Yukarı