Saffet Murat Tura, Sunuş, s. 7-14
Psikanaliz birkaç istisna dışında genellikle psikiyatr ve psikologlar tarafından uygulanır. Keza psikanalitik literatüre önemli katkısı olan yazarlar da genellikle psikiyatri veya psikoloji kökenli olmuştur. Üstelik psikanalitik teorinin ana hatlarıyla dahi olsa hem tıp fakültelerinde psikiyatri dersi çerçevesinde hem de psikoloji fakültelerinde okutulması hemen hemen tüm dünyada yaygınlaşmış bir uygulamadır. Bununla beraber psikanalizin gerek tıp ve psikiyatri gerekse psikoloji disiplinleri bakımından daima sorunlu, gerilimli ve tartışmalı bir konumu olagelmiştir. Psikanaliz içinde "ben psikolojisi" gibi bir akımın doğması bu sorunlu ve tartışmalı konumla yakından bağlantılıdır. Bu nedenle öncelikle psikanalizin akademik çerçevede karşılaştığı güçlüklere ve sebeplerine değinelim.
Psikiyatrinin bünyesinde yer aldığı tıp bir bilim değil, temel doğa bilimlerinin (bilhasa fizik ve kimyanın) uygulama alanıdır. Anatomi, histoloji gibi özel morfolojik bilgi alanlarını bir kenara bırakırsak fizyoloji, biyofizik, biyokimya gibi temel tıp bilimleri denen ve klinik öncesi tıp eğitimini oluşturan disiplinler bile kelimenin epistemolojik anlamıyla birer bilim değil özel bir ortamda (organizmada) fizik ve kimyanın hangi temel kurallarının nasıl çalıştığını inceleyen sistematik bilgi alanlarıdır. Bu nedenle de özünde temel jeoloji veya mühendislik disiplinlerinden farklı değildirler. Tıp disiplinlerinin bu temel fizikalist çerçevesi içinde psikiyatri disiplininin belli bir yer bulması bile ilginç bir tarihi gelişme göstermiştir. Çünkü diğer tıp dalları gerek hastalıkları açıklamak gerekse tedavi tekniklerini geliştirmek için son tahlilde fizik ve kimya kurallarının dışında temel bir bilim alanına başvurmak zorunda kalmazlar. Oysa psikiyatrinin söz konusu ettiği organizma işlevleri ve bozuklukları algı, duygu, düşünce gibi, en azından henüz ne fizikte ne de kimyada yeri ve tanımı olmayan kavramları devreye sokar. Bu durum ciddi bir epistemolojik problem oluşturur.
Psikiyatri disiplini algı, duygu, düşünce gibi organizma işlevlerinin tamamen fiziksel yasalar çerçevesinde çalışan bir organ olan beynin işlevleri olduğunu ciddi bir şekilde delillendirmeyi başarmıştır. Gerçekten de beynin çalışmasıyla ilgili yapılan en ayrıntılı incelemelerde dahi fizik yasalarının çiğnenmediği gösterilmiş ve bilinçli ruhsal faaliyetin beynin fiziksel çalışma tarzının sonucu olduğu kuşkuya pek az yer verecek şekilde ortaya konmuştur. Bugün hangi psikolojik işlevin beynin neresinin ve hatta şimdilik kısmen kurgusal da olsa nasıl bir çalışma tarzının sonucu olarak ortaya çıktığına dair geniş kapsamlı ve ayrıntılı bilgilere sahibiz. Ancak bu fizyolojik bilgiler bir yanıt olmaktan ziyade evrenin en köklü problem alanlarından birini açığa çıkarmaktadır. Beyin tamamen fiziksel yasalar çerçevesinde çalışırken algı, duygu, düşünce gibi bilinçli ve fizik bilimi çerçevesinde henüz tanımı olmayan ruhsal işlevleri nasıl oluşturuyor? Böylece klinikte, felsefe tarihinin en köklü sorusu olan ruh-madde ikilemi bir kez daha ve bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkmaktadır.
Bununla beraber bir bilim değil, bilimsel bir uygulama alanı olan tıp kaçınılmaz olarak pragmatiktir. Yanıtlayamayacağı derin teorik problemleri erteleyerek ilerler. Böylece psikiyatri disiplini nasıl büyük bir epistemolojik güçlükle karşı karşıya olduğunu görmezden gelerek işlemekte ve psikiyatrlar da disiplinlerinin temel teorik sorunsalına duyarsızlaşarak günlük pratiklerini sürdürmekte, gözlerinin önünde her an gerçekleşen büyük teorik muammaya aldırmamaktadır. Sonuç olarak psikiyatri disiplini her geçen gün daha fazla ampirik-pragmatik (yani açıklayıcı teori üretiminden yoksun) bir yön kazanmaktadır.
Bir tıp disiplini olarak psikiyatri kaçınılmaz olarak biyolojiyi temel alır. Bu nedenle de öteden beri temel paradigma olarak "organikçi" bakış açısını benimsemiştir. Ancak psikiyatri, işlevleri konusunda özelleştiği organın (beynin), temel bilimlerle henüz açıklanamayan evrendeki en büyük muammanın ortaya çıktığı yer olmasından dolayı ve pragmatik gerekçelerle tıbın temel fizikalist çerçevesinin dışındaki yaklaşımlara da açık olmak zorunda kalmıştır. Fizikalist temel paradigmanın dışında kalmasına rağmen psikiyatri disiplini tarafından hatırı sayılır bir kabul gören yaklaşımların başında psikanaliz gelir. Çünkü muhtemelen kurucusu Freud'un bir hekim, hatta iyi bir fizyolog olmasının getirdiği bir özellik gereği psikanalitik teori en temel fizikalist çerçevede belli bir tanım bulmasa bile, en azından temel biyolojik kavramlarla çelişmez.
Yukarda da belirttiğim gibi psikiyatri ile psikanalizin ilişkisi hiçbir zaman sorunsuz olmamıştır. Kurucusunun bir hekim ve önde gelen teorisyenlerinin hemen hepsinin psikiyatr olmasına rağmen psikiyatri pratiğinde psikanalize genel olarak daima biraz şüpheyle yaklaşılmıştır. Bu şüphenin temelinde psikanalizin özel şartlarda gözlediğini söylediği fenomenlere (hatta bu fenomenlere getirdiği psiko-dinamik açıklamalara bile bir noktaya kadar) belli bir inançsızlık yer almaz. Psikiyatrların çoğuna göre psikanalizin, oluşturduğu özel psikanalitik ortamda gözlediğini ileri sürdüğü fenomenler doğrudur ve belli bir inceleme düzeyinde iyi açıklanmıştır. Ancak psikanalizi kabul etmeyen pek çok psikiyatra göre psikanaliz zahiri fenomenlerle uğraşmaktadır; psikopatolojik süreçlerin temelindeki esas etkili faktörleri, yani beynin fiziko-kimyasal metabolizmasındaki bozuklukları göz ardı etmektedir. Bununla beraber en azından yakın bir geçmişe kadar önde gelen ve psikiyatri disiplinine katkıda bulunmuş psikiyatrların önemli bir bölümünün aynı zamanda psikanalist olması da açık bir paradokstur.
Bazı psikiyatrlar psikanalizin sağladığı sağaltımı da teorinin doğruluğuna delil teşkil etmesi bakımından yeterince ikna edici bulmamaktadır. Bunun belli başlı üç nedeni vardır. İlk olarak, psikanalize alınan pek çok insan psikiyatrik açıdan zaten hasta değildir. Belki yaşamla ilgili çeşitli güçlükler yaşamakta ve ıstırap çekmektedirler, ama hasta değildirler. Dolayısıyla bu insanların psikanalizden yararlandıklarını söylemeleri tıbbi bir kanıt oluşturmaz. İkinci olarak en azından bazı psikiyatrlar tarafından genel olarak psikoterapinin ve özel olarak da psikanalizin klinik etkinliğiyle ilgili araştırmalar yeterince tatmin edici bulunmamaktadır. Üçüncü ve en önemli nedense insan tıbbında bazı durumlarda sağaltımın başarılmasının, bu sağaltım tekniğini açıklayan teoriyi doğrulamaya yeterli olmamasıdır. Veteriner hekimlikten farklı olarak insan tıbbında özgül olmayan bir etki de sağaltıcı olabilir. Geleneksel olarak şamanların, şeyhlerin, din adamlarının ve modern Batı toplumlarında da her on yılda bir moda olan ve sonra giderek unutulan alternatif yaklaşımların sağladığı sağaltım başarısı, bilinen örneklerdir. Bu tekniklerin başarısı bilerek veya bilmeyerek insan tıbbında plasebo etkinliği olarak bilinen bir yöntemi kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Plasebo etkinlik, yani hastanın bir sağaltım aldığına inandırılarak ama aslında özgül olmayan bir teknik uygulanarak (mesela tuzlu su enjekte edilerek) tedavi(!) edilmesi zaman zaman ve belli bazı koşullarda tıbbın da başvurduğu bir yöntemdir. Bu tıbbi tekniklerde hastanın tedavi aldığına inanması ve tekniğe belli bir güven duyması esas sağaltıcı faktörü oluşturur. Son yıllarda işlevsel beyin görüntüleme tekniklerinin gelişmesiyle plasebo etkinliğin fizyolojisi aydınlatılmaya başlanmıştır. Araştırmalar bu gibi tekniklerde beynin ilgili bölgelerinde rahatlama hissinin yaratılmasını sağlayan endojen morfin salgılanmasının arttığını göstermektedir. Dolayısıyla psikanalizin klinik bir başarısı varsa bile, bu başarı pekâlâ sistematik olarak uygulanan bir plasebo etkinliğe bağlanabilir; dolayısıyla teoriyi doğrulamaz. (Psikanalizin veya psikanalizden türeyen psikoterapilerin sağaltım başarısının sistematik plasebo etkinliğe bağlı olduğu yönündeki görüşün şahsi mesleki kanaatimi oluşturmadığını belirtmek isterim.)
Bütün eleştirel yaklaşımlara ve tıbbın temel fizikalizmine uygun olmamasına rağmen psikiyatri disiplini tarafından en çok saygı ve kabul gören, üstelik bu saygıyı yüz yıl gibi uzun bir süre devam ettiren tıbbi fizikalizm dışı tek yaklaşım psikanaliz olmuştur. Hatta 1950'li yıllarda yazılmış ABD kaynaklı psikiyatri ders kitaplarını incelersek psikanalizin neredeyse merkezi bir öneme sahip olmaya başladığını görürüz. Ancak bu dönem uzun sürmemiş, aynı yıllarda sessizce başlayan ama ani ve büyük bir atılım gösteren beyin fizyolojisi çalışmalarıyla gölgede kalmıştır. Bugün dünya ölçeğinde ve özellikle de Batı ülkelerindeki klinikleri temel alarak baktığımızda psikanalizin değilse bile (çünkü psikanaliz eğitimi özel psikanaliz enstitü ve kurumlarında verilir), psikanalizden türeyen psikoterapi tekniklerinin psikiyatri eğitiminin ihtiyari, ama yaygın bir parçası haline geldiğini söyleyebiliriz.
Doğrudan bir uygulama alanı olan psikiyatriden farklı olarak psikoloji insan davranışı konusunda temel bilim olma iddiasındadır. Onsekizinci yüzyıl devrimci Aydınlanmacılığının giderek etkinliğini yitirdiği bir dönemde iki köklü fikir akımı ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri daha çok Fransız Aydınlanmacılığının atıllaşmış bir devamcısı olan pozitivist akım, diğeriyse kökenini Alman kültüründen alan tarihselci-yorumsamacı akımdı. Psikoloji, pozitivist akımın bir ürünüdür. Tarihselci-yorumsamacı akımın insan bilimlerinin doğa bilimlerinden farklı bir yöntembilim üzerine kurulması gerektiği, bu alandaki bilginin tamamen farklı bir doğada olması gerektiği şeklindeki tezine karşıt olarak pozitivist yaklaşım insan bilimlerinin doğa bilimlerinden devralınan yöntemlerle çalışması gerektiğini savunur. Keza pozitivizme göre insan bilimlerinde de doğa bilimlerinde olduğu gibi tümel bir bilgiye ulaşmak gerekiyordu. Bununla beraber pozitivist yaklaşımın bizzat doğa bilimlerini doğru yorumlayıp yorumlamadığı tartışmaya açık bir konudur. Çünkü pozitivizm bilimi bir tür olguculuk olarak görür ve teorik açıklama fikrine kapalı olma eğilimindedir. Oysa doğa bilimlerinde yöntembilimsel olarak olguların elde edilip derlenmesi değil, bilhassa fizikte gördüğümüz gibi teorik açıklama merkezi bir önem taşır.
Psikoloji disiplini pozitivist kökenleri itibariyle yöntembilime büyük önem vermiş ve kendini olguların elde edilip derlenmesiyle sınırlamaya çalışmıştır. Sonuç olarak psikoloji, mesela fizikte rastladığımız gibi büyük ve gelişmiş teoriler kurmaktan kaçınmıştır. Bu pozitivist (olgucu) eğilimin kaçınılmaz sonuçlarından biri de psikolojinin psikanalitik teori karşısında çekinceli bir tutum alması olmuştur. Gerçekten de analitik teori çok sayıda (belki gereğinden çok sayıda) varsayım içerir ve kurgusal tarafı ağır basar. Dolayısıyla psikanaliz, psikoloji disiplini tarafından da temel teori olarak kabul görmemiştir.
Psikolojinin psikanaliz karşısındaki görece kapalılığının nedenlerinden biri de psikoloji disiplininin genel olarak insan davranışını incelemeye çalışmasına karşılık psikanalizin klinik pratiği, dolayısıyla patolojik psikolojiyi temel alarak harekete geçmiş olmasıdır. Psikanaliz, kurucusu Freud'un nevrotik hastalarını sağaltmak için geliştirdiği bir teknik olduğu gibi, analitik teori de bu patolojik fenomenlerden hareketle kurulmuştur. Gerçi analitik teori sadece patolojik fenomenleri açıklamakla kalmaz, genel olarak tüm insan davranışının kökenindeki güdülenmeleri ortaya koyar. Ancak patolojik psikoloji anlayışı, psikanalitik teorinin her satırına sinmiştir. Psikoloji disiplini ise genel insan psikolojisini, patolojik fenomenlerden hareketle değil, doğrudan kavramaya çalışır.
Görüldüğü gibi psikanaliz hem psikiyatri hem de psikoloji disiplinlerinden ne tam kabul görmekte ne de büsbütün reddedilmektedir. Öte yandan psikanalizin belki birkaç arızi örnek dışında bağımsız bir akademik statüsü olmamıştır. Yani psikanaliz, psikiyatri ve psikoloji disiplinleri dışında bağımsız bir üniversiter disiplin haline gelememiştir. Bu disiplinlerse psikanalitik teori ve ihtiyari olarak da psikanalizden türemiş psikoterapiler bağlamında pratik eğitim vermekle beraber bizzat psikanaliz pratiği eğitimi vermezler. Psikanaliz pratiği eğitimi üniversite dışında özel enstitü ve kurumlarda verilir.
Bağımsız bir üniversiter disiplin olamayan psikanalizin, kendisini üniversitede çekincelerle temsil eden psikiyatri ve psikoloji disiplinleri karşısındaki tutumu ne olmuştur? Bu tutum zaman içinde ve ülkeden ülkeye değişmekle beraber genellikle iki kutup arasında salınmıştır. Bir yanda psikiyatri ve psikoloji disiplinlerine neredeyse büsbütün kapanan, psikanalizi bu disiplinlerle teorik ve pratik olarak uzlaştırmaya çalışmayan psikanalistler vardır. Diğer kutuptaysa psikanalizle psikiyatri ve psikoloji disiplinlerini uzlaştırmaya çalışan örnekler yer alır. İlk grubun tipik sayılabilecek örneklerinden biri Jacques Lacan'dır. Psikiyatr olmakla ve zaman zaman da psikiyatri pratiğini sürdürmekle beraber Lacan psikanalitik teoriyi daima saf haliyle tutmaya çalışmış, şizofrenik durumlar gibi psikiyatrinin en yetkin olduğu konularda yazarken bile psikiyatrik bilgiyi görmezden gelmiştir. Bu "ortodoks" tutum psikiyatri eğitimi almamış, psikopatolojiyi Lacan aracılığıyla tanımış filozof ve yazarlarda pek çok yanlış ve spekülatif anlayışın gelişmesine yol açmıştır. Bu tutumun bir sonucu olarak Lacan, psikiyatri ve psikoloji disiplinleri dışındaki aydınlar nezdinde büyük bir sükseye sahip olmasına rağmen mesleki ortamda pek tanınmaz ve kabul görmez.
Diğer kutbun, yani psikanalizi psikiyatri ve psikolojiyle uzlaştırmaya çalışanların tipik örneğiyse Heinz Hartmann'dır. Hartmann'ın öncülüğünü yaptığı ama Anna Freud, Ernest Kris, Rapaport ve Erik Erikson'un da önemli katkılarda bulunduğu "ben psikolojisi" ekolü Freud'un yapısal kuramını temel alarak tutarlı bir psikoloji teorisi geliştirmeye çalışmıştır. Psikanalitik teori tipik olarak ruh içi çatışma modelini temel alır ve nevrotik durumu insan psikolojisini anlamanın anahtarı olarak koyarken bu yazarlar insan ruhunda nevrotik durum örneğinden kalkarak anlaşılamayacak yönleri de açıklamaya çalışmışlardır. Bu çerçevede devreye giren kavramlar ruh içi çatışmadan arınmış ben işlevleri ve uyum kavramlarıdır. Psikanalizi psikiyatri ve psikoloji disipliniyle uzlaştırmaya çalışan yazarlarla, bu yönde bir çabası olamayan hatta bu eğilime muhtemelen karşı yazarlar arasındaki fark o denli büyüktür ki mesela yazdıklarına bakarak Lacan'la Hartmann'ın hemen hemen aynı dönemde yaşamış psikanalistler olduğuna inanmak bile zordur.
Bu kitapta ilk ve en temel örneklerinden birini bulacağınız ben psikolojisi akımı hedefine ulaşamamıştır. Bir başka deyişle psikanalizi psikiyatri ve bilhassa psikoloji disipliniyle uzlaştırmayı ve üniversiter yaklaşım içinde psikanalizin etkinliğini artırmayı başaramamıştır. Gerçi üniversitelerde kısa bir süre için bu yönde bir hareketlilik meydana gelmiştir ama izleyen yıllarda Davranışçı Psikoloji ekolünün gösterdiği atılım bu hareketliliği hızla kesintiye uğratmıştır. Bununla beraber ben psikolojisi akımı tamamen yararsız ve atıl bir teori olarak da kalmamış, hareket noktası ve hedefinin dışında gelişmelere neden olmuştur. Özellikle ABD'de gelişen psikanalitik psikoterapi teknikleri ve bilhassa destekleyici psikoterapi tekniği bu akıma çok şey borçludur. Üstelik psikanaliz tarihinin önemli dönüm noktalarından birini oluşturan ben psikolojisi akımı giderek nesne ilişkileri akımıyla bütünleşmiş ve bu şekilde de olsa psikiyatrik bilgiyle belli bir uzlaşma imkânını yakalamıştır.
Elinizdeki kitap 1939'da Almanca yazılmış, 1958 yılında da Hartmann'ın aradaki dönemde yaptığı çalışmalara uygun olarak düştüğü dipnotlar eklenerek, Dr. David Rapaport'un yazarı tarafından onaylanmış çevirisiyle İngilizce basılmıştır; biz de çeviride bu yeni baskıyı kullandık. Hartmann'ın bu kitabının pek çok psikanalitik kavramın netleşmiş tanımlarının bulunmasına yardımcı olduğunu, bu kitap sayesinde Freud'un yapısal teorisinin daha da yetkinleştiğini ayrıca belirtmekte yarar var.