"Bir Kuşağın Geçtiği Yollar", s. 12-18
Bozkırdan Şehre
Ben Tunus'un orta-güney bölgesindenim; sömürgeci büyük tarım en iyi toprakları kendine ayırdığından hayvancılığa mahkûm olan o bozkırlardan yani. Kabileler, benimki de dahil, yirminci yüzyılın başından itibaren mallarından mülklerinden edilmiş ve bozkırın en yoksul bölgelerine sürülmüşlerdi. Çocukluğum, bağımsızlık için yürütülen silahlı mücadelenin damgasını taşır; benim yaşadığım Kafsa ile Sidi Bou Zid arasındaki bölgeler bu mücadelenin en faal odaklarıydı. Ailemden birçok kişinin de katılmış olduğu fellagha denen savaşçıların vatanıydı burası. Silahlı gruplar çoğu zaman bizim evde mola verirdi. Benden büyük akrabalarım dağlara, onlara yiyecek götürürken sık sık beni de yanlarına alırlardı. Ellili yıllarda Fransızların kullandıkları tank ve uçakları yakından gördüm. On yaşındayken, askerler ailemi fellagha'ları ihbar etmeye zorlamak için az kalsın çadırlarımızı yakıyorlardı.
Benim tüm aile kültürüm bu göçebe dünyadan gelir. Ailemin kökeni, tarihi çok eskilere uzanan Hilalilere(1) dayanır. Babam, kardeşlerinin en küçüğü olmasına rağmen, aile reisi konumundaydı. Okuma yazmayı otuz yaşında, çocuklarıyla aynı zamanda öğrendi. Benim aile geleneğim sözlü gelenektir. Arabistan ve Yemen şairlerini ya da Hilali destanını tekrarlaya tekrarlaya ezberliyorduk. Aynı zamanda akın, baskın ve talan geleneğidir. At sırtında yaşıyorduk. Bu tür toplumlarda kabilenin otoritesinden başkası tanınmaz ve güçlü bir bağımsızlık iradesi mevcuttur. Merkezi otoritenin pek etkisi yoktu. Klan tarzı kolektif kendi kendini düzenliyordu, geniş aile yapısı üzerinde ataerkil otorite hüküm sürüyordu. Altmışlı yıllara kadar polis nedir, hapishane nedir bilmiyorduk. Bizim seçkinlerimizin akademik eğitimine gelince, bu elbette Zituna eğitimiydi.(2) Ben, çok küçük yaşlardan beri, sürekli siyaset tartışan Zituna mezunu yetişkinlerin yanında bulundum.
İlk gençlik yıllarımı tuhaf bir yolculuk olarak hatırlıyorum: Engin bozkırların, yolların, dağların, at gezintilerinin ya da hecin devesinin sırtında sürü peşinde koşturmanın, her gün başka bir yere dikilen çadırların özgürlüğü yerini yavaş yavaş yarı yerleşik bir kabile yaşamına bıraktığı sıralarda, on üç yaşındayken aniden büyük şehrin yalnızlığına geçtim. Orada rastladığım yaşıtım çocukların, aynı okul sıralarını paylaşma ve aynı öğretmenleri dinleme dışında benimle hiçbir ortak yanları yoktu.
On dört yaşından itibaren, ağabeyimin yanında geçirdiğim birkaç aydan sonra, başkent Tunus'ta tamamen yalnız yaşadım ve kendimden sorumlu olmayı öğrendim. Gelmiş olduğum kabile dünyasından kopuşu tek başıma üstlendim. Bir yandan, içine yerleştiğim şehir yaşamının kurallarını öğrenirken, diğer yandan da kendimi farklı ve yalnız hissediyordum. Cılız, zavallı bir çocuktum; artık birlikte bulunduğum yaşıtlarımla aynı oyunları oynamıyordum. Yerleşmiş olduğum La Goulette, o dönemde yine de çok özel ve açık bir yerleşimdi. Sicilyalı balıkçılar Küçük Sicilya mahallesinde oturuyordu, kiliseleri vardı, geldiğimde ben de bu kilisenin yakınında oturdum. 15 Ağustos'taki Meryem Yortusu tüm Goulette'liler için bir bayramdı. İtalyanlar, Yunanlar, Maltalılar da vardı. Yahudiler o dönemde çoğunluktaydı. Bakkallar ise Cerbeliydi.
Benim başkente gelişim, bağımsızlık coşkusuyla da çakışmıştı, ben de bu bağımsızlığın taraftarı hissediyordum kendimi. Ama 1955-56 yılları, Tunus'u sarsan büyük bölünmenin damgasını taşıdı. Habib Burgiba ile Yeni-Düstur'un(3) iki numaralı adamı Salah Ben Yusuf arasındaki kopmayla gerçekleşti bu bölünme. Ben Yusuf bizim gözümüzde Doğu'yu simgeliyordu, Nasır ve Bandung demekti. Bandung'da bağlantısızların birinci konferansında partisini temsil etmişti. Buna karşılık, Fransız modernizminin derin etkisi altındaki Burgiba, Araplık fikrine asla katılmadı. Böylece, Burgiba ile Yusuf' un görüş ayrılığı, bir anlamda şehir dünyası ile Güney'in ve Büyük Güney'in, Fas'ta dendiği gibi mahzen ile siba'nın yarı göçebe dünyasını karşı karşıya getirmişti.
Ben, 1956 yılında başkent Tunus'a geldiğimde, tarihin ve Fransa'nın kararı Burgiba'dan yanaydı. Onun modernizmi, yani kabile evreninden gelen benim gibi biri için tümüyle yepyeni ve işitilmedik bir şeyi, temsil ettiğini hepimiz biliyorduk. Babam ilk karısını boşamış ve ardından iki eş almıştı. Benim dünyamda çokeşlilik, nadir de olsa vardı. Oysa Burgiba'nın ilk kararlarından biri çokeşliliğin ortadan kaldırılması oldu. Bu modernizm kısa sürede bana cazip geldi. İleriki yıllarda da mücadelem modernizme karşı değil, tek partiye karşı oldu.
Beni başkente getirerek geleceğime yön vermiş olan ağabeyim ise, yaşlı şehirli seçkinlerin bir bölümüyle paylaştığı Yusufçu Arap-Müslüman duyarlılığına sahipti. Yusufçulara karşı mücadelenin en karanlık dönemlerinde, Burgiba'nın milisleri yargısız infazlarını yoğunlaştırmışken onu neredeyse kaybedecektik. 1955-56 yıllarının taşkınlığı aynı zamanda büyük bir gerilim dönemiydi ve ortalığı kasıp kavurmaya başlayan Cezayir Savaşı'yla birlikte bu gerilim iyice artmıştı. Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin (FLN) önde gelen yöneticilerini 1956 yazında Rabat'tan Tunus'a getiren uçak Fransız ordusu tarafından rotasından çıkartılarak bu yöneticiler kaçırılmıştı. Yine 1956 yılı, Süveyş Kanalı'nın millileştirilmesinin ve ardından gelen savaşın yılıdır. Bu da büyük bir olay oldu.
Başkent Tunus'a vardığımda pek az konuştuğum Fransızcaya hâkim olduktan sonra, o ilk gençlik yıllarımda Fransız ve Batı kültürüne bulaşmaya başlamıştım. Elimin altında bulduğum her şeyi okuyordum. Tek başıma yaşadığımdan, bazı öğretmenler bana kol kanat geriyor, okunacak şeyler öneriyor, beni evlerine kabul ediyorlardı. İçlerinden çoğu ilerici fikirlere sahipti. Bana Malraux'yu, Hemingway'i, Sartre'ı, Camus'yü, Simone de Beauvoir'ı onlar tanıttı. Onlar beni çok etkilediler ve ben de kısa sürede bu fikirlerle özdeşleştim.
Daha sonra, başkentteki birçok okuldan arkadaşlarla birlikte, kız oğlan karışık, felsefi bir fikir çevresi kurduk ve benim ilk entelektüel çekirdeğim burada oluştu. O dönemde, doğrudan siyasal sorunlarla ilgili değildik, ama daha o zamanlar çok güçlü olan Düsturi gençlik örgütüne bağlanmayı reddetme yönünde açık bir iradeyle davranıyorduk. Bizim bu çevrenin hemen hemen tüm üyeleri, ömürleri boyunca iktidar karşısında belli bir özerkliği korudular ve tek parti iktidarının onları tahakküm altına almasına izin vermediler.
Siyasete Giriş
1965 yılında girdiğim üniversite o dönemde halka açık geniş toplantılara sahne oluyordu. İktidar, demokrasi, toplumsal eşitsizlikler, emperyalizm tartışılıyordu. Vietnamlıların Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı mücadelesine destek verdiğimizi ifade ederek, kesin bir tavırla Amerika'nın yanında yerini almış olan Burgiba'ya karşı çıkıyorduk. Kısa sürede sözcülerinden biri olduğum öğrenci hareketi için Vietnam, Küba'yla birlikte, antiemperyalist mücadelenin belli başlı sembollerinden biriydi. Amerika'da Kara Panterler'in ortaya çıkışını ve Vietnam Savaşı'na karşı Berkeley Üniversitesi'ndeki oturma eylemlerini yakından takip ediyorduk. Dünyada olup biten her şey bizi heyecanlandırıyordu; solcu Tunus gençliğinin –pek güncel bir deyimi kullanırsak– "küreselleşmiş" olduğu söylenebilir. Özlemlerimi en iyi ifade eden GEAST'a o dönemde katıldım.
O dönemin en önemli olaylarından biri, Tunus solu tarihinin en güç anlarından birinin yaşandığı 1967 İsrail-Arap Savaşı'ydı. Savaşın ilk günü olan 5 Haziran öğleden sonrasında sol hareket başkentte bir pogrom başlangıcıyla karşı karşıya kalmıştı. Bizler, Filistin yanlısı gösteriler yapan solcu militanlar, bu gösterinin Yahudi-karşıtı bir eksene kaymasını –polis izin verirken– engellemeye çalışıyorduk; bizden başka böyle davranan yoktu. Benim kuşağım, Burgiba ile muzaffer Nasırcılık arasında gidip gelerek 1956'dan beri ortalığı kasıp kavuran siyasi dalgalanmalarla beslenmişti. Nasırcılık o dönemde antiemperyalist mücadelenin önemli olguları arasında yer alıyordu ve bizler de Burgiba'nın Amerikancı tavırlarına karşı çıkıyorduk. Ama yine de Nasır'ın Arap milliyetçisi retoriği bizi baştan çıkarmış değildi. Bizim hem Marksizmi, hem de Burgiba modernizmini benimsiyor olmamızın bu çekincede payı büyüktür. Buna karşılık, Nasır, öteden beri eleştirdiğimiz Sovyetler Birliği'ne çok yakındı.
Biz kendimizi Sovyetler'den çok Çin'e yakın hissediyorduk.
Althusser okuyorduk. Çin'in tezlerine katılmak, bizim için Marksist düşüncenin saf haline bir tür geri dönüş anlamına geliyordu. Dolayısıyla, antikonformist olduğuna inanan, Marx'ın ve ilk başlardaki Leninist siyasetin SSCB tarafından saptırılmasına karşı mücadele eden antiortodoks enternasyonal öğrenci hareketi içinde doğal olarak yer almıştık. Güney ülkelerinde proletaryanın rolünü de çok tartışıyorduk. Aslında, kendimizi en yakın hissettiğimiz devrimler Çin'den Küba'ya kadar Güney ülkelerinde gerçekleşmiş olanlardı. Faslı Ben Barka'ya hayrandık ve 1965 yılına kadar Mohammed Harbi'nin yönettiği, Cezayir'de çıkan Révolution africaine dergisini okuyorduk. Che Guevara gibi yeni esinler taşıyan devrimcileri izliyorduk.
Enternasyonalist militanlar olarak bizler, düşünce ustalarımızı Arap milliyetçiliğinin teorisyenleri arasından seçecek değildik. 1967 yılında Nasır'ın yenilgisi, haklı olduğumuz konusunda bizi ikna etti. Arap halkları onun iktidarda kalması talebiyle sokağa döküldüklerinde biz uzak durduk. Bu tarihten önce de, Arap milliyetçiliğinden etkilenmiş yandaşlarımızla aramızdaki ayrılıklar giderek derinleşiyordu. Filistin sorunu üzerine ünlü "sarı broşür"ümüzü 1967'de yayımladık.
Bu broşürün kaleme alınması bizim düşüncemiz açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Filistin sorunu üzerine görüşümüz, aslında 1965 yılında Burgiba'nın ileri sürdüğü, manda altındaki Eski Filistin'de iki devletin kurulması gerektiği şeklindeki fikrin aynısıydı. Filistin'de iki ayrı milliyetçiliğin var olduğunu kabul ederek ve Yahudi yanlısı muamelesi görmekten çekinmeyerek –ki tam da bu muameleyi görüyorduk– enternasyonalizmimizi sonuna kadar götürdük. Yine de, El-Fetih'in 1965 yılındaki tezlerini yayımlayan ilk Tunuslu hareket 1966 yılında Perspectives oldu. Ama, bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak kabul ettiğimiz Filistin mücadelesini bir Arap mücadelesi haline getiren milliyetçilikten kendimizi her zaman uzak tuttuk. Böyle bir tavır alarak diğer hareketlerden daha öteye gitmeye cesaret etmiş olmamızın hareketimizin gençliğinden kaynaklandığı kanısındayım. Ne sahip çıkacak bir mirasımız vardı, ne de sağcı ya da solcu konformistlere verecek hesabımız. Farklı ortamlardan, farklı geçmiş ve farklı kişisel güzergâhlardan insanları bir araya getiren grubumuz, her türlü konformizme tavır alarak, siyasal ve ideolojik olarak kendini sağlamlaştırdı.
Ülke içinde, o dönemde zorunlu kolektifleştirmelerde ifadesini bulan ve komünistlerin de desteklediği Ahmed Ben Salah'ın otoriter ve bürokratik tarım reformuna karşı tavır almaktan da çekinmedik. Ayrıca bu deneyimin eleştirisini yapan bir broşür çıkardık.
Bir diğer broşürün konusu da devlet yapısı sorunuydu. Bugün ardında totaliter izler bırakmış olduğundan kuşku duyamayacağımız proletarya diktatörlüğü ilkesine katılıyorduk; ama o dönemin diliyle bile olsa doğru sorular da soruyorduk. Aslında, o dönemin önemli sorunlarını Tunus'ta ilk teorileştiren yazarlar bizlerdik. Biraz şizofren olduğumuz nokta, Tunus'taki tek parti diktatörlüğüne karşı mücadele ederken, devrimci proje olarak proletarya diktatörlüğünü savunuyor olmamızdı.
Gerçekte, bu sorun hakkında, GEAST'ın içinde birçok akım vardı. Çoğumuz Maoculuktan fazlasıyla etkilenmiştik. Kimileri daha pragmatikti ve düşüncelerini demokrasi sorunu üzerinde odaklamıştı. İfade özgürlüğü, tek parti diktatörlüğü, demokrasi konularında Düsturi'lere karşı çıkıyorduk. Ama Lenin'in Ne Yapmalı'daki tezlerine de katılıyorduk.
Politik tartışmalarımız canlı olsa da, toplumsal sorunlarda pek bir ilerleme gösteremiyorduk. Çünkü Tunus, Burgiba modernizminin derinden etkilediği bir ülkeydi. Burgiba'nın Tunuslularla bir öğretmen gibi konuştuğu, modernite fikirlerini içine kattığı popüler bir dil kullanarak kendini onların erişebileceği bir yere koyduğu haftalık radyo konuşmalarını hatırlamak gerek. Büyük kalkınma hamlesini sürdürebilmek için oruç tutmamayı buyuran, ramazan ayında herkesin içinde su içen o Burgiba'dır. Bugün bile, bizim ülkemizin çokeşliliği yasa yoluyla ortadan kaldırmış, boşanmayı ve kadınlara bazı haklar vermeyi kabul etmiş tek Arap ülkesi olması onun sayesindedir.
Bizim grubumuz toplumsal, etnik ve dini bakımdan tamamen karmaydı. Çoğumuz mütevazı ailelerden geliyor olsak da, grubun büyük bölümü şehirli ve entelektüeldi. Toplum sorunları üzerine söyleyecek hiçbir şeyimiz yoktu aslında. Burgiba bizi bu mücadeleden yoksun bırakıyordu, ama olumlu biçimde, çünkü hep onun yanındaydık. Tunus'ta devrim yapmış olan eğitim politikası konusunda da onunla tamamen hemfikirdik. Dolayısıyla, toplumsallık konusunda egemen düşüncenin ilerici olduğu bir ülkede biz de kendimizi rahat hissediyorduk.
Buna karşılık, kültürel tartışmalar ve fikir mücadeleleri gündelik yaşamımızın bir parçasıydı. Bir antikçağ tarihçisi ve daha sonra Uluslararası Af Örgütü Fransa şubesi kurucu üyesi olan Jean-Pierre Darmon'la antik Yunan'ı ve demokrasiyi tartışıyorduk. Evinde aylarca barındığım İngiliz dili ve edebiyatı uzmanı ve sendikalist Jean Gattegno bize sendikal sorunlar hakkındaki açık fikirlerini, edebiyatı ve müziği taşıyordu. Michel Foucault'nun 1966-68 arasında Tunus'ta kalması da bizim için önemli oldu. Profesör olarak görev yaptığı Tunus Üniversitesi'nde ders vermenin yanı sıra, üniversitedeki büyük bir amfiteatrda haftada bir kez halka açık konferans düzenliyordu; yer bulabilmek için çok erken gitmek gerekiyordu. Bize yakındı: 1967 yılında, Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Hubert Humphrey'nin ziyaretine karşı düzenlenen gösteriler sırasında onun evinde saklanmıştım, çünkü polisin aradığı öğrenci liderlerinden biri de bendim. Ardından, Eylül 1968'de bizim davamızda tanıklık yapmıştı. Daha doğrusu, lehimde tanıklık talebinde bulunmuştu, ama yargıçlar dikkate almak istememişlerdi. Onun Sidi Bou Saïd'deki evinde bildirilerimizi teksir ediyorduk. Bizim duruşmalarımızdan sonra, üniversiteyle sözleşmesini yenilemedi ve Tunus'tan ayrıldı. Foucault'nun hapse ve cezaevi koşullarına ilgisinin köklerinden birini de bu deneyimde aramak gerekir.
Notlar
(1) On birinci yüzyılın ortasında, Fatımi halifesinin Mısır'dan sürdüğü Beni Hilal Arapları Kuzey Afrika'ya gelirler. Mağrip'in demografik bileşimini değiştiren ve Arap bileşenin artmasına yol açan şey fetih değil, bu Hilali akınlarıdır. Berberi dünyasından gelme kabilelerin tersine, Hilali kökenli halklar Arap kabul edilir. Yukarı
(2) Zituna İlahiyat Üniversitesi, bağımsızlığın ilk yıllarında Burgiba tarafından kaldırılana dek, Tunus'taki ve Cezayir'in bir bölümündeki Arapça konuşan seçkinlerin büyük bölümünü eğitmiştir. Yukarı
(3) Düstur Partisi, 1920 yılında ilk milliyetçi sloganlar etrafında kuruldu. Habib Burgiba partiye yirmili yılların sonunda katıldı, ama ayrılarak 1934 yılında Yeni-Düstur'u kurdu. Bu parti, Burgiba'nın önderliğinde Tunus'u bağımsızlığa götürecekti. Yukarı