Bülent Somay, Sunuş, s. 7-11
Yaşadığımız çağın hızı, etkisini en çok hafızalarımızda gösteriyor: Artık geçmiş çağlarla kıyaslanamayacak bir hızla unutuyoruz. Psikanaliz bize hiçbir unutma ediminin masum olmadığını öğretmişti; dolayısıyla bu "yeni çağ" unutuşlarının da masum olmadığını, hepsinin birer semptom olduğunu düşünmemiz gerek. Bu "hızlı unutma" hastalığımızın kendini gösterdiği alanlardan biri hiç kuşkusuz Marksist düşünce; unutuştan en çok payını alan da Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin. Çok değil, yirmi yıl öncesine kadar Lenin birkaç münafık hariç tüm sosyalistlerin ve Marksistlerin baş kahramanıydı. Adını ağzına saygıyla alırdı hasımları bile; kendine "Marksist" demek anlaşılır bir şeydi, ama "Marksist-Leninist" olmak başkaydı: Bu terim, içinde devrimci kararlılık, harekete geçme cesareti ve devrimci teoriyi devrimci pratiğe dönüştürme bilgeliği gibi anlamlar taşırdı. Oysa son yirmi yıl boyunca Lenin adı giderek daha az anılır oldu, Lenin gündemimizden ve sözlüğümüzden 21. yüzyıla özgü bir hızla ayrıldı. Son on yıldır imanlı bir küçük azınlık dışında hiç kimse bu adı telaffuz bile etmiyor. O küçük azınlık da artık bir düşünür ya da tarihsel bir figür olarak anmıyor Lenin adını; onlar için de bu ad bir paroladan, imanlıların birbirlerini tanımasına yarayacak bir şifreden ibaret oldu çıktı.
Arada ne oldu diyecek olursanız, cevap bir anlamda apaçık ortada: Lenin'in kurulmasına önayak olduğu yeni toplumsal düzen, SSCB devleti ve onu izleyen tüm bir dünya sistemi, biraz da özür dilercesine tarih sahnesinden silindi, yerini on yıl öncesine kadar kendisine hasım bellediği kapitalist toplumsal yapılara arsızca özenen, vahşice kapitalistleşmeye çalışan bir devletler topluluğuna bıraktı. Gücünü başarılarından alan bir teorik/pratik yapı için yeterli bir yenilgidir bu. Lenin'in izinden gidenler, onun nihai haklılığının kanıtını, onun kurduğu devletin devasa zorluklara ve düşmanlara karşın yaşamasında ve bu koşullar altında bir dünya devi olmayı başarmasında görmüş ve göstermişlerdi. Şimdi bu kanıt ortadan kalktığına göre, onlar da seksen yıl boyunca kıskançlıkla, hırsla savundukları Lenin'in arkasından çekiliverdiler. Lenin'in adı insanlık tarihi boyunca bol miktarda bulunan yenilmiş kahramanlar listesine yazıldı, Sezar'ın ve Napolyon'un yanına.
Burada gözden kaçmaması gereken nokta, SSCB devleti ve onun çevresinde örgütlenen dünya sistemi ayaktayken Lenin ne denli kıskançça savunuluyor ve tabulaştırılıyorsa, bugün de aynı mutlakiyetçi tavırla adının etrafında bir sessizlik perdesi örülüyor olması. Tabu iki yüze sahiptir daima: Bir yüzünde dokunulmazlık varsa, öteki yüzünde de sessizlik vardır. Demek ki Lenin, tabu olmaktan kurtulmuş değil hâlâ. Eskiden her türlü eleştiriden muaf tutulmasıyla, bu muafiyetin koşullara göre bazen devlet baskısı ve idam sehpası yoluyla, bazen de entelektüel karalama ve tecrit kampanyaları yoluyla uygulanmasıyla tabu yapılmıştı. Şimdi ise hakkında mutlak bir sessizliğin sürdürülmesi yoluyla, varlığı bilinen ama üzerinde asla konuşulmayan bir şey haline getirilmesiyle tabu. Tam da bu yüzden, ne eskiden ne de şimdi, Lenin'i kelimenin gerçek anlamıyla anlamak mümkün olmadı, olmuyor. Anlamanın temel koşulu eleştiridir. Eskiden Lenin'i eleştirmek sosyalistler arasında ihanetle eşdeğer tutulurdu; şimdi ise abesle iştigal, fuzuli bir çaba olarak görülüyor. Dolayısıyla Lenin'in düşüncesine nüfuz etmek hâlâ olanaksız. Bir dönem göklere çıkarmıştık, şimdi ise hiç varolmamış gibi davranıyoruz. İki tavrın vardığı yer de aynı: Sessizlik.
Oysa Lenin'in sağlığında ve ölümünü izleyen yıllarda, "Leninizm" bir resmi ideolojiye dönüştürülmeden hemen önce, Lenin'i eleştiren Marksistler yok değildi. Troçki gençliğinde Lenin'i eleştirmiş, ama daha sonra, resmi ideolojiden ve yeni devletin ideolojik/pratik yapılanışından kopmamak için eski eleştirilerini unutmuş, yok saymıştı. Kautsky Lenin'i eleştirmişti, ama o da "dönek"ti zaten. Martov? O zaten Menşevikti, bu da kısa sürede "sosyalizm düşmanı" ve "emperyalist uşağı" ile eşanlamlı hale gemişti. Rosa Luxemburg? Ona diyecek sözümüz yoktu gerçi, ama orada bile, Luxemburg'un kahramanca ölümü, ulaştığı "şehadet" mertebesi, Lenin'e yönelik eleştirilerini gizlemek için kullanılan bir perdeye dönüştürülmemiş miydi? Kısacası, Lenin SSCB'nin yeni ideolojik yapılanışı içinde bir aziz, bir peygamber mertebesine yükseltilmeden önce bizler gibi sıradan bir insandı; bir dâhiydi belki, ama her dâhi gibi, bazen hızlı düşünmek zorunda olduğu için, bazen de bir alana yeterince ilgi göstermediği için hatalar yapabiliyordu. Çağdaşları da onun bu hatalarını eleştiriyorlardı doğal olarak, çünkü dâhi olsunlar olmasınlar, onlar Lenin'in eşitleriydi, aynı amacı, aynı mücadeleyi paylaşıyorlardı. Yol arkadaşınızı eleştirmek doğaldır, hatta zorunludur, çünkü onun yapacağı hata sizin de kaderinizi etkiler. Arkadaşınız direksiyona geçmişse, ne kadar iyi bir şoför olursa olsun, onun yapacağı kaza sizi de öldürecektir.
Lenin'i azizleştirme harekâtı başladıktan sonra da, uluslararası sosyalist hareketin içinden ona yönelik eleştiriler çıkıyordu tek tük. Anton Pannekoek bu eleştirmenlerden biridir işte. Lenin'in belirli bir dönemine ait felsefi çalışmalarını (1908'de yazdığı Materyalizm ve Ampiriokritisizm'i) ele alıp inceleyerek birkaç sonuca varmıştı. Bu sonuçlardan birincisi, Lenin'in bu felsefi denemeyi felsefi bir maksatla değil, o yıllarda Bolşevik partisi içindeki hasımlarını mahkûm etme saikiyle yazdığı, dolayısıyla önyargıdan ve art niyetten azade bir çalışma olmadığıdır. İkinci sonuç ise, Lenin'in hasımlarının "idealizmini" eleştirirken Marksizm'den geri bir noktaya, burjuva materyalizmine düştüğü, ancak bunu gene de "Marksizm" olarak sunduğudur. Pannekoek, Lenin'in "idealizme karşı materyalizm" tartışmasında, esas olarak 18. yüzyıl burjuva materyalizmine özgü bir "din karşıtlığı" tesbit ederek, Marksist materyalizm anlayışını bununla temellendirmesine karşı çıkar. Ancak bu eskimiş, Marksizm-öncesi materyalizm anlayışının temelinde de, Lenin'in Rusyası'nda dinin (Ortodoks Hıristiyanlığın) hâlâ önemli bir faktör olarak devrimci güçlerin karşısında duruyor olmasını görür: Yani Lenin, Marx'ın materyalizmine değil, kendi ulusal koşullarının icabettirdiği daha eski bir materyalizm türüne sahip çıkmaktadır. (Tıpkı günümüz Türkiyesinde materyalizmi hâlâ "din karşıtlığı" olarak algılayan "Marksistlerin" olması gibi. Fark şurada ki, Rusya'da bu yanlış-algılama gene de devrimci bir politik hareket içinde varolabiliyorken, günümüz Türkiyesinde vardığı yer egemen Kemalist ideoloji ile bitmek tükenmek bilmez ittifak arayışlarıdır.)
Pannekoek'in vardığı bu sonuçların kendileri de eleştiriye açıktır tabii ki. Lenin'in ve Pannekoek'in çalışmalarının yazıldıkları dönemlerden sonra "pozitif" bilimlerde yaşanan bir çok gelişme, aslında ikisinin de oldukça modası geçmiş kaldıklarına işaret eder. İkisi de kitaplarını Planck'ı, Heisenberg'i ve geç dönem Einstein'ını bilmeden kaleme almışlardı, ama fizik bilimi hakkında iddialı yargılarda bulunmaktan geri kalmıyorlardı gene de. Ama sanıyorum konumuz bu değil. Önemli olan Pannekoek'in Lenin'i çağdaşı ve eşiti olarak görüp, onun düşüncesini eleştirmeye "cesaret etmiş" olmasıdır. Kuşkusuz bu cesaretini pahalıya ödemiştir Pannekoek: Lenin'in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabında, en az sağ sapmalar ya da revizyonistler kadar zararlı bir sapma olarak değerlendirilmiş, Lenin'in ölümünden sonraki yıllarda ise yandaşlarıyla birlikte uluslararası komünist hareketten tümüyle tasfiye edilerek unutulmaya mahkûm olmuştur. Ama şu andaki sorunumuz Pannekoek'in kaderi de değil. Pannekoek yeniden hatırlanabilir, kitapları yeniden çeşitli dillerde basılabilir, hatta bir yolu bulunup "iade-i itibar" bile edilebilir kendisine.
Önemli olan, Lenin'i anlamaya ve eleştirmeye yönelik çabaları imkânsızlaştıran o azizleştirme ve tabulaştırma politikasının, bugün vardığımız noktada Lenin'i hiç de hakkı olmayan bir kadere, sessizliğe ve unutulmaya mahkûm eden başlıca etken olmasıdır. Oysa bugün, bizim Lenin'den öğreneceğimiz çok şey var. Pannekoek haklı: Lenin belli bir tarihsel anda, o anki örgütsel/pratik gereksinimlerini ön plana çıkararak, hasımlarını hiç de haklı ve hakkaniyetli olmayan bir eleştiri bombardımanına tutabilen ve bu arada da bir çok temel felsefi hataya düşebilen bir düşünürdür. İnsanlık tarihinde bu ya da buna benzer hataları yapmamış tek bir düşünür adı bulabilir miyiz? Belki hiçbir politik/pratik kaygısı olmayan, çekildiği köşesinden yazan bazı filozoflar bu eleştiriden muaf tutulabilir, ancak onların da düşüncelerinin, içinde yaşadıkları tecrit hırkası tarafından, politik/pratik olandan kendilerini koruma çabası tarafından "bükülmemiş" olduğunu kim iddia edebilir? Rosa Luxemburg da haklı: Lenin ve onun önderliğindeki Bolşevikler, zorunlulukları erdem haline getirdiler, koşulların onları zorladıkları tasarrufları, zaten yapılması gereken şeyler olarak sundular; tıpkı Nasreddin Hoca'nın eşekten düştükten sonra, "Ben zaten inecektim," demesi gibi. Ama Rosa Luxemburg başka bir noktada da haklı: Bolşevikler "cesaret ettiler". Başka hiçbir politik partinin almayacağı, alamayacağı bir riski alarak, iktidarı ele geçirmeyi (ve bunun sonucunda da iktidar tarafından ele geçirilmeyi) göze aldılar. Onların bu cesareti sayesinde, bugün bizler en azından bu işin "nasıl yapılamayacağını" biliyoruz.
Bugün Lenin'i eleştirmek ve gerekli olduğu zaman da hakkını teslim etmek her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor. Son on yıl, dünyayı değiştirmeyi ve bize tek alternatif olarak sunulan vahşi kapitalizmin ötesinde bir varoluşu tasarlamayı hedefleyen politik projelerin sönüşüne tanık oldu. Bunun alternatifi kuşkusuz "geri dönmek", vahşi kapitalizme alternatif olarak, merhum totaliter SSCB devletini hayırla yadetmek olamaz; bunu yapacaklar olsa bile, bu tavır bize yeni ve anlamlı bir politik proje sunmayacaktır. Ancak yüz yıl önceki bir küresel kriz anında, bir düşünürün, bir politik hareketin kapitalizme bir alternatif olarak ortaya çıkmaya "cesaret etmiş" olması, bugün önümüze çıkabilecek bir küresel kriz momentiyle ilgili çok önemli ipuçları sunacaktır bize. Bu ipuçlarını değerlendirmenin yolu ise, Lenin'den neredeyse seksen yıldır (düşmanları ve savunucuları tarafından) esirgenmiş olan saygıyı ona göstermek, onu eşitimiz, yoldaşımız ve çağdaşımız olarak görerek eleştirmek, kutlamak ve anlamaya çalışmaktır.