Margaret S. Mahler, Giriş, s. 25-31
İnsan yavrusunun biyolojik doğumu ile bireyin psikolojik doğumu eşzamanlı değildir. Biyolojik doğum dramatik, gözlemlenebilir ve sınırları kesin olarak belirlenmiş bir olay; psikolojik doğumsa yavaş bir biçimde gelişen ruh içi bir süreçtir.
Normal sayılabilecek bir yetişkin için, kendini "dışarıdaki dünya"nın hem bütünüyle "içinde" hem de bütünüyle ondan ayrı hissetmek, yaşamın sorgulanmadan kabul edilen bir özelliğidir. Kendiliğinin bilincinde olma ile onun farkında olmaksızın dalıp gitme, yetişkinin değişen bir rahatlık düzeyinde ve değişen derecelerde dönüşümlülük ya da eşzamanlılıkla aralarında gidip geldiği iki kutuptur. Ama bu da yavaş gelişen bir sürecin sonucudur.
Bireyin psikolojik doğumuna, yani özellikle bebeğin kendi bedeninin deneyimleri ve deneyimlediği dünyanın başlıca temsilcisi olan birincil sevgi nesnesi açısından bir gerçeklik dünyasından ayrı ve onunla ilişkili olma duygusunun kurulması sürecine ayrılma-bireyleşme süreci adını veriyoruz. Tüm ruh içi süreçler gibi bu süreç de yaşam boyu yankılanır; hiç sona ermez, hep etkin kalır. Yaşamın yeni evrelerinde en eski süreçlerin yeni türevlerinin hâlâ faaliyette olduğu görülür. Ama bu sürecin en önemli psikolojik başarıları, aşağı yukarı dört ila beşinci ayda başlayıp otuz ila otuz altıncı ayda sona eren, bizim ayrılma-bireyleşme evresi adını verdiğimiz dönemde gerçekleşir.
Gelişimsel açıdan normal bir ortakyaşamsal dönemi izleyen normal ayrılma-bireyleşme sürecinde çocuk, anne yanında ve coşkusal açıdan ulaşılabilir durumdayken ayrı işlev görmeyi başarır (Mahler, 1963); sürekli olarak (olgunlaşma sürecinin her aşamasının ortaya çıkarıyor gibi göründüğü) küçük nesne yitimi tehditleriyle karşı karşıyadır. Bununla birlikte, normal ayrılma-bireyleşme süreci, travmatik ayrılma durumlarının tersine, çocuğun gelişimsel açıdan bağımsız işlev görmeye hazır olduğu ve bundan haz aldığı bir ortamda gerçekleşir.
Ayrılma ve bireyleşme birbirini tamamlayan iki gelişim olarak düşünülmektedir: Ayrılma, çocuğun anneyle ortakyaşamsal birleşme durumundan çıkışını (Mahler, 1952), bireyleşme de kendi ayırt edici bireysel özelliklerini üstlendiğini gösteren başarıları içerir. Bunlar birbirleriyle iç içe geçmiş, fakat özdeş olmayan gelişim süreçleridir; birbirlerinden farklı biçimlerde ilerleyebilirler; birinde ya da öbüründe gecikme ya da erken gelişme görülebilir. Dolayısıyla, çocuğun devinim sisteminin erken gelişmesi, annesinden fiziksel olarak ayrılmasını mümkün kılarak, bireyleşmenin bir bileşeni olan düzenleyici içsel mekanizmaların (krş. Schur, 1966) ayrı oluşla başa çıkma olanağı sağlamasından önce bu ayrı oluşun farkına varılmasına yol açabilir. Ya da tam tersine, çocuğun bireyleşmeye yönelik doğuştan gelen yönelişine, genellikle de beninin özerk devinim sistemi işlevine müdahale eden, onun yanından hiç ayrılmayan ve onu çocuksu olmaya zorlayan bir anne, çocuğun bilişsel, algısal ve duygusal işlevleri gelişmekte ve hatta erken gelişmiş bile olsa, kendi-öteki ayrımının tam farkındalığının gelişiminde geriliğe yol açabilir.
Bebeğin kendi-öteki ayrımının farkında olmadığı ilkel bilişsel-duygusal durumunun gözlemlenebilen ve çıkarsanan başlangıcından itibaren, ayrılma ve bireyleşme sorunları çevresinde ruh içi ve davranışsal yaşamın büyük çaplı bir örgütlenmesi gelişir. Bundan dolayı bunu izleyen döneme ayrılma-bireyleşme evresi adını veriyoruz. II. Kısım'da bu sürecin aşamalarını (altevrelerini) açıklayacağız. Farklılaşmanın ilk belirtilerinden başlayarak, önce bebeğin bütün ilgisini annenin neredeyse dışlanmasına varacak düzeyde kendi özerk işlevlerine yoğunlaştırdığı dönemden, sonra çocuğun, tam da anneden ayrı oluşunu daha açık bir biçimde algıladığı için, bütün dikkatini yeniden anneye yönlendirdiği o çok önemli yeniden yakınlaşma döneminden geçecek ve son olarak ilkel bir kendilik, bağımsız bir varlık olma ve bireysel kimlik duygusunun, libidinal nesne ve kendilik sürekliliğine giden adımların üzerinde duracağız.
İlk çocukluğa yoğunlaştığımızı vurgulamak istiyoruz. Bazen özensizce yapıldığı gibi, herhangi bir yaşta yaşanan her yeni ayrılmayı ya da kendilik duygusunun gözden geçirilmesine ya da genişletilmesine yol açan her yeni aşamayı ayrılma-bireyleşme sürecinin bir parçası olarak görmüyoruz. Bize göre bu, kavramı sulandırmak ve onu özü olduğunu düşündüğümüz ayrı oluş duygusunun erken ruh içi elde edilişinden uzaklaştırma hatasına düşmek olur. Eski ve kısmen çözümsüz kalmış bir kendilik kimliği ve beden sınırları duygusu, ya da ayrılma ve ayrı oluşla ilgili eski çatışmalar yaşamın herhangi bir evresinde ya da tüm evrelerinde yeniden etkinlik kazanabilir (ya da çevresel, hatta merkezi etkinliğini sürdürebilir); ama biz bu çatışmaları aydınlatan daha sonraki olay ya da durumları değil, çocuklukta yaşanan ilk süreci ele alacağız.
Genel psikanalitik kuram içerisindeki yeri açısından çalışmamızın özellikle iki ana konuyla ilişkili olduğunu düşünüyoruz: uyum ve nesne ilişkisi.
Uyum
Hartmann'ın (1939) psikanalitik kurama bir uyum perspektifi getirme çalışmalarına başlaması, psikanalizin gelişimsel tarihinde oldukça geç bir tarihe rastlar. Bu gecikmenin nedeni, yetişkinlerin klinik psikanalizinde, yerleşmiş kişilik özelliklerinden egemen fantezilere kadar pek çok şeyin hastanın iç dünyasından kaynaklanıyor gibi görünmesi olabilir. Fakat uyum sorunu bebeklerle ve çocuklarla çalışırken kendini gözlemciye zorla kabul ettirir. Çocuk, en başından itibaren, anne-bebek ikili biriminin oluşturduğu kalıpta şekillenir ve gelişir. Anne, çocuğa uyum sağlamak için ne yaparsa yapsın, ne kadar duyarlı ve eşduyumlu olursa olsun, çocuğun taze ve işlenebilir uyum yeteneğinin ve (doyum sağlamak amacıyla) uyuma duyduğu gereksinimin, kişiliği tüm karakter ve savunma örüntüleriyle sağlam ve çoğu zaman katı bir biçimde biçimlenmiş olan anneye göre çok daha büyük olduğuna kuvvetle inanıyoruz (Mahler, 1963). Bebek, annenin yöntemleri ve tarzı –annenin böyle bir uyum için sağlıklı ya da patolojik bir uyum nesnesi olup olmaması– ile ahenk ve karşıtlık içinde biçimlenir. Metapsikolojik açıdan, dinamik bakış açısının odaklandığı noktanın –itki ve savunma arasındaki çatışma– yaşamın ilk aylarındaki önemi, kişiliğin yapılanması nedeniyle sistem içi ve sistemler arası çatışmaların en önemli öğe haline geldiği sonraki dönemlerdekine göre çok daha azdır. Gerilim, travmatik kaygı, biyolojik açlık, ben aygıtı ve dengeleşim, ilk aylarda önem taşıyan, neredeyse biyolojik kavramlardır ve, sırasıyla, ruhsal içerikli kaygının, sinyal kaygısının, oral ya da başka tür dürtülerin, ben işlevlerinin ve içsel düzenleyici mekanizmaların (savunma ve karakter özelliklerinin) öncülleridir. Bebek en büyük uyum gereksinimleriyle doğumda karşı karşıya kaldığı için, bebekliğin ilk dönemine en uygun bakış açısı uyumsal bakış açısıdır. Neyse ki, bebeğin kişiliğinin işlenebilirliği ve henüz biçimlenmemişliğinden kaynaklanan, çevresi tarafından biçimlendirilebilme ve kendini çevresine göre biçimlendirme yetisi, bu ihtiyacı karşılar. Çocuğun çevresinin biçimine uyma yetisi zaten ilk bebeklik döneminde mevcuttur.
Nesne İlişkisi
Katkımızın nesne ilişkisi tarihçesinin psikanalitik açıdan incelenmesinde özel bir yeri olduğuna inanıyoruz. İlk dönem psikanalitik çalışmalar nesne ilişkilerinin gelişiminin dürtülere bağlı olduğunu göstermişti (Freud, 1905; Abraham, 1921, 1924; Fenichel, 1945). Narsisizm (birincil ve ikincil), çift değerlilik, sadomazoşizm, oral ya da anal karakter ve Oidipal üçgen gibi kavramlar, eşzamanlı olarak hem dürtü hem de nesne ilişkisi sorunlarıyla ilintilidir (ayrıca krş. Mahler, 1960). Bizim katkımız, eşzamanlı libidinal gelişim bağlamında, nesne ilişkisinin benin erken yaşam öyküsüne koşut bir biçimde narsisizmden gelişimini göstermesi açısından bu çalışmalara ek olarak görülmelidir. Gerçek nesne ilişkisinin bir önkoşulu olarak ayrı oluşun farkındalığının bilişsel-duygusal açıdan başarılması ve ben aygıtlarının (örneğin devingenlik, bellek, algılama) ve daha karmaşık ben işlevlerinin (gerçekliği sınama gibi) böyle bir farkındalığın desteklenişindeki rolü çalışmamızın merkezindedir. Nesne ilişkisinin ortakyaşamsal ya da birincil çocuk narsisizminden nasıl geliştiğini, ayrılma ve bireyleşmenin başarılmasına koşut olarak nasıl değiştiğini, sonra da anneyle narsisistik ilişkiler ve daha sonra nesne ilişkileri kalıbında ben işlevselliği ve ikincil narsisizmin nasıl geliştiğini göstermeye çalışacağız.
Klinik psikopatolojik görüngülerle ilişkisi açısından çalışmamızın, Anna Freud'un (1965b) gelişim bozuklukları adını verdiği, gelişimin daha sonraki bir döneminde gelişimsel enerji akışı (E. Kris, 1955) tarafından düzene sokulabilen, ya da bazı örneklerde çocuk nevrozunun ya da orta derecede patolojinin öncülleri olabilen rahatsızlıklarla bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Frijling-Schreuder (1969), Kernberg (1967) ve G. ve R. Blanck (1974) vb. bazı başka araştırmacılar gibi biz de, altevre gelişiminin ciddi biçimde bozuk ya da başarısız olduğu bazı nadir durumlarda, sınır durum görüngülerinin ya da sınır durumların, hatta psikozun ortaya çıkabildiğini gözlemledik.
Bu kitap, çocuk psikozunun ele alındığı kitabın (Mahler, 1968b) tersine, ağırlıklı olarak ortalama gelişim üzerinedir ve en fazla orta derecede patolojinin anlaşılmasına katkıda bulunabilir.
Gerek otistik (Kanner, 1949) gerekse ortakyaşamsal (Mahler, 1952; ayrıca krş. Mahler, Furer ve Settlage, 1959) sendromların ağır bastığı çocuk psikozlarının incelenmesinde, anne-bebek ortakyaşamsal yörüngesinin sanrısal alacakaranlık durumuna giremiyor ya da bu durumdan hiç çıkamıyor gibi görünen çocuklar gözlemlendi (Mahler ve Furer, 1960; krş. Mahler, 1968b). Bunlar, annelik yapan kişinin yaydığı uyaranlara yanıt veremeyen ya da bunlara uyum gösterme yeteneğine sahip olmayan, yani "annelik ilkesi"ni kullanamayan çocuklardır (Mahler ve Furer, 1966). Bu çocuklar, öte yandan, gerçek ayrı oluşu herhangi bir biçimde algıladıklarında paniğe de kapılabilirler. Koşulsuz tümgüçlü ortakyaşamsal birlik sanrısını korumak için özerk işlevlerin (örneğin devingenlik ya da konuşma) kullanımını bile bırakabilir ya da çarpıtabilirler (krş. Ferenczi, 1913).
Bu çocuklar, her iki durumda da, gerçeklik dünyasında bir yönlendirici olarak anneden yararlanma yeteneğinden yoksundurlar (Mahler, 1968b). Sonuç, çocuk kişiliğin dışsal bir sevgi nesnesi olarak anneyle ilişki çerçevesinde kendini örgütlemeyi başaramamasıdır. Normalde "olağan düzeyde" bir annelik bakımı ilişkisi (bkz. Winnicott, 1962) kalıbında gelişen ben aygıtları bu durumda gelişemez, ya da, Glover'ın deyişiyle (1956), ben çekirdekleri bütünleşemeyip ikincil olarak ayrılır. Ağırlıklı olarak otistik savunmalara sahip çocuklar, "canlı, somut anne"ye (Bowlby, Robertson ve Rosenbluth, 1952) yokmuş gibi davranırlar; ancak bir insan otistik kabuklarını delme tehdidinde bulunduğunda öfke patlaması ve/veya panikle tepki gösterirler. Öte yandan, ağırlıklı olarak ortakyaşamsal bir örgütlenmeye sahip çocuklar, anneye kendiliklerinin bir parçasıymış gibi, yani kendilikten ayrı değilmiş, onunla birleşik durumdaymış gibi davranırlar (Mahler, 1968b). Bu ikinci tür çocuklar, ayrı ve tam bir dışsal nesne olarak bir anne imgesi bütünleştiremezler; bunun yerine iyi ve kötü kısmi nesneler arasındaki bölünmeyi sürdürürler ve iyiyi içeriye almayla kötüyü dışarıya atma çabaları arasında gidip gelirler. Bu çözümlerden birinin ya da öbürünün sonucu olarak, dış dünyaya (en özgül biçimiyle çocuğun anneyle [ya da babayla] arasında gelişen bir nesne ilişkisiyle temsil edilen) uyum ve çocuğun tek ve benzersiz kişiliğini ortaya çıkaran bireyleşme, ilk evreden itibaren düzgün bir biçimde gelişmez. Dolayısıyla temel insani özellikler henüz nüve halindeyken körelir ve çarpıklaşır, ya da daha sonraki dönemlerde çözülür.
Normal ortakyaşamsal dönemin ve normal ayrılma ve bireyleşmenin incelenmesi, psikotik çocuklardaki gelişim kusurlarının daha anlaşılır hale gelmesine yardımcı olur.
Bazı Tanımlar
Yıllar boyunca çeşitli tartışma ve sunumlarda, temel kavramlarımızdan üçünün bir açıklamayı gerekli kılacak sıklıkta yanlış anlaşıldığını gördük. İlk olarak, ayrılma ya da ayrı oluş terimini, anneden ve anne yoluyla genel olarak dünyadan ayrı oluş duygusunun ruh içinde başarılması anlamında kullanıyoruz. (Psikotik çocuğun başaramadığı tam olarak bu ayrı oluş duygusudur.) Bu ayrı oluş duygusu, tedricen, nesne dünyasının temsillerinden ayrılmış, açık seçik ruh içi kendilik temsillerinin oluşmasını sağlar (Jacobson, 1964). Doğal olarak, gelişimsel olayların normal seyrinde anneden gerçekten, fiziksel olarak ayrılmak (rutin ya da başka biçimde) çocuğun ayrı bir kişi olduğu duygusuna önemli ölçüde katkıda bulunur; ama biz burada, bir kişiden fiziksel olarak ayrılmayı değil, ayrı bir birey olma duygusunu ele alacağız. (Aslında, fiziksel ayrılma olgusu, bazı sapkın durumlarda, ayrı oluş olgusunun daha da büyük bir panikle yadsınmasına ve ortakyaşamsal birlik sanrısına yol açabilir.)
İkinci olarak, ortakyaşam terimini (Mahler ve Furer, 1966), benzer biçimde, davranışsal değil, ruh içi bir durumu anlatmak için kullanıyoruz; dolayısıyla, çıkarsanan bir durum söz konusudur. Örneğin, çocuğun yapışma davranışını değil, kendilikle anne arasında farklılaşmanın olmadığı, ya da (ortakyaşamsal evrenin ayırt edici özelliği olan) kendilik-nesne ayrımının oluşmadığı duruma bir gerilemenin yaşandığı ilkel bilişsel-duygusal yaşamın bir özelliğini kastediyoruz. Aslında bu, her zaman annenin fiziksel varlığını gerektirmez ve bir olma durumunun ilkel imgelerine ve/veya aykırı algılamaların yadsınmasına ya da görmezden gelinmesine dayanabilir (ayrıca Mahler, 1960).
Üçüncü olarak, Mahler (1958a ve b) daha önce çocuk otizmi ve ortakyaşamsal psikozdan iki uç kimlik bozukluğu olarak söz etmişti. Kimlik terimiyle varolma, ayrı bir varlık olma duygusunun –bize göre, kısmen, bedene libidinal enerji yatırımını içeren bir duygu– ilk fark edilişini kastediyoruz. Bu, bir ben kimim duygusu değil, ben neyim duygusudur ve bu bakımdan bireyliğin gelişim sürecinin ilk adımıdır.